Şevketlü, kudretlü, mehâbetlü, azametlü sultanımız
hazretleri saraydan çıkarlarken fotograf-ı hümayunlarının tespit edilmesini
emrettiler. Fotoğraf nedir ve ne işe yarar? Felsefe kimin içindir? Meskûn
mahalde muharebede nelere dikkat etmemiz gerekir? Rus Devrimi Alman Devrimi’nin
habercisi mi yoksa başarısız olmaya mahkûm bir deney midir?
Meskûn mahalde muharebe etmek zorunda kalan subay birçok
kararı aynı anda vermek zorundadır. Neyse ki, saltanatı kaldırmak bu kararlar
arasında yoktur. Çünkü o çoktan kaldırılmıştır. Sahi hakikaten kaldırılmış
mıdır, istihâle ederek günümüze mi taşınmıştır? Fotoğraf her zaman doğruyu mu
gösterir yoksa ne kadarını görüyorsa o kadarını mı yansıtır? Yazı ve fotoğraf
birleştirilerek ayrı bir anlatma biçimi yaratılabilir mi? Felsefe günlük
hayatta ne işe yarar?
Delirmedim kıymetli okurlar. Yalnızca bu ay okuduğum
kitapları “bilinçaltı” tekniğiyle toparladım. Belki giriş için “garip” durdu
ama olsun, meramımı ancak böyle anlatabilirdim. Hatamız olduysa affedin, ne de
olsa okurlar yazarların padişahı sayılırlar! (Belki de sayılmazlar. Saymak
fiilinin birçok dilde yakın anlamlarda kullanıldığını biliyor muydunuz? Çeviri
yaparsanız işinize yarar.)
Bu ay farklı alanlarda faydalı kitaplar okuduğumu
düşünüyorum. (Tarih, strateji, fotoğraf, felsefe, ideoloji…) Hangi kitapları
okuduğumu aşağıda arz edeceğim. Önce yazının metodunu hatırlatmak istiyorum.
Bir ay boyunca okuduğum kitapları hadsizce elekten
geçirdiğim bu seride; eserlerden bir tanesini “Ayın Kitabı” seçiyor ve üzerine
biraz genişçe konuşuyorum. Diğer kitapları da unutmuyor, onları da birer
paragrafla kritik ediyorum.
İtiraf etmek gerekirse ayın kitabını seçerken zorlandım.
(Hepi topu yedi kitap arasında seçmekte zorlandım, evet.) Fakat sonunda bu ay
içinde üç kitabını okuduğum John Berger’in “Bir Fotoğrafı Anlamak” eserinde
karar kıldım.
Molla Kasım’ın sarığını kafama bağlamadan evvel, 2023 yılının mart ayında okuduğum kitapları paylaşmak istiyorum.
Bu Ay Okuduklarım
1- Şahbaba – Murat Bardakçı (Turkuvaz Kitap, 2021)
2- Meskûn Mahallerde Savaş Stratejisi – Suat Begeç (Nobel
Akademik Yayıncılık, 2020)
3- Bir Fotoğrafı Anlamak – John Berger (Metis Yayınları,
2015, Çeviren: Beril Eyüboğlu)
4- Anlatmanın Başka Bir Biçimi – John Berger, Jean Mohr
(Agora Kitaplığı, 2015, Çeviren: Osman Akınhay)
5- Yedinci Adam – John Berger, Jean Mohr (Metis Yayınları,
2018, Çeviren: Cevat Çapan)
6- Felsefeye Giriş – Karl Jaspers (Dergâh Yayınları, 1981,
Çeviren: Mehmet Akalın)
7- Siyasal Yazılar – Rosa Luxemburg (V Yayınları, 1989, Çeviren: Zafer Üskül)
Ayın Kitabı: Bir Fotoğrafı Anlamak - John Berger
Geoff Dyer’ın insana bilginin yanında entelektüel bir zevk
de veren önsözüyle açılan kitap, John Berger’in fotoğrafa dair söylediği birçok
şeyle devam ediyor. Belki de fotoğrafı vesile kılarak söylediği birçok şey
demeli, bilmiyorum.
Kitap “seçme yazılar” olarak tasarlansa da yine de kabaca
ikiye ayrılabilir. Birinci bölüm Berger’in çoğunlukla bir fotoğraftan yola
çıkarak genel olarak fotoğraf üzerine teorik düşüncelerini açıkladığı
yazılardan oluşuyor. İkinci bölümse meşhur fotoğrafçıların sergileri, kitapları
veyahut ölümleri üzerine Berger’in onlar hakkında (ve tabii ki yine fotoğraf
hakkında) görüşlerini kayda geçirdiği yazıları toparlıyor.
Buraya alsam çok uzun kaçacağı, alıntı yapsam bütünlükleri
bozulacağı için maalesef başlıklarını vermekle yetineceğim iki yazı uzun
zamandır okuduğum en nefis denemeler olma özelliğini taşıyorlar: “Takım Elbise
ve Fotoğraf”, “Metroda Dilenen Adam Henry Cartier-Bresson”. Kayda geçmeden
devam etmek istemedim.
Neler söylüyor Berger? Mesela bizde de günlük dilde
birbirinin yerine kullanılan iki kavramın, yani resim ve fotoğrafın, farklarını
şöyle tespit ediyor:
“Fotoğraf görülmüş olanı kaydederken, daima ve doğası
gereği, görünmeyene de işaret eder. Sürekliliği olan bir bütünün içinden aldığı
bir ânı yalıtır, korumaya alır ve sunar. Bir resmin gücü onun içsel
anıştırmalarına bağlıdır. Resmin sınırlı yüzeyinin ötesindeki doğal dünyaya
gönderme, hiçbir zaman doğrudan değil, muadilleri aracılığıyladır. Bir başka
deyişle, resim dünyayı yorumlar, onu kendi diline aktarır. Oysa fotoğrafın
kendine özgü bir dili yoktur. Ayak izlerini ya da kardiyogramları okumayı
öğrendiğimiz gibi öğreniriz fotoğraf okumayı. Fotoğrafın kullandığı dil,
hadiselerin dilidir. Tüm kaynakları kendi dışındadır. Dolayısıyla süreklilik
arz eder.” (s.37-38)
Berger fotoğrafların görünümlerden çeviri değil alıntı
yapabileceklerini düşünür.
“Fotoğraf ne zaman anlamlı olur?” sorusuna yazarın sıkı bir cevabı vardır:
“Hayatta da anlam, anlık değildir. Anlam, bağlantı kurulan şeyde keşfedilir; gelişim olmaksızın var olamaz. Bir öykü, bir açımlama yoksa, anlam da yoktur. Olgular, enformasyon kendi içlerinde anlam kuramazlar. Olgular bilgisayara girilip bir hesaplamanın faktörleri haline gelebilirler. Bununla birlikte bilgisayarlardan bir anlam çıkmaz; çünkü bir olaya bir anlam verdiğimizde bu anlam, yalnızca bilinene değil, bilinmeyene de bir yanıttır: Anlam ve gizem birbirinden ayrılamaz; her ikisi de zamanın geçişi olmaksızın var olamaz. Kesinlik anlık olabilir, kuşkuysa sürem gerektirir; anlam bu ikisinden doğar. Fotoğraflanan an, ancak bakan kişi ona kendisini aşan bir sürem okuyabilirse anlam kazanabilir. Bir fotoğrafı anlamlı bulduğumuzda, ona bir geçmiş ve gelecek atfediyoruz demektir.” (s.84)
Berger’in kafayı taktığı sorunlardan birisi de “anlatma
biçimleridir.” Fotoğraf ve sözcüğün birbirleri karşısındaki vaziyeti nedir?
“Fotoğrafla sözcükler arasındaki ilişkide fotoğraf,
yorumlama dilenir; sözcükler de genellikle bu yorumlamayı bağışlar fotoğrafa.
Kanıt olarak yadsınmaz güçte, ama anlamca zayıf olan fotoğrafa, sözcükler
tarafından anlam verilir. Kendi başlarına genelleme düzeyinde kalan sözcükler
de, fotoğrafın yadsınamazlığıyla özgül bir sahicilik kazanırlar. Böylece ikisi
birlikte çok güçlü olurlar; sanki ucu açık bir soru tümüyle yanıtlanmıştır.”
(s.85)
Daha evvel “Görme Biçimleri”ni okuduğum ve beğendiğim John Berger’in esas kitabı buymuş, okuyana kadar haberdar değildim. Tek kelimede “görsel” diye toparlanan işlere meraklıysanız bu kitabı mutlaka okumalısınız.
Şahbaba: Murat Bardakçı’nın yakın tarihle alakalı birçok
kitabını daha evvel okumuştum. Ama esas ses getireni, yazarın sıfatını – öyle
olmamasına rağmen – “tarihçi”ye çıkarını Şahbaba’dır. Kitap ilk yayınlandığında
henüz hayatımın emekleme aşamasında bulunduğumdan ancak okuyabildim. Beceriksiz
bir adamın, Sultan Vahidettin’in, hayatına odaklanan Şahbaba zamanında
çıkardığı gümbürtü halen duyulan, gelecek kardeşlerinin habercisi sayılan ve
bugünden bakınca hafiften eskimiş bulunan bir kitap. Yazar, diğerlerinden farklı
olarak Şahbaba’da daha fazla yorum yapmış, hatta bazen taraf tutmaktan çekinmemiş.
Bunun faydalı bir yol olmadığına kanaat getirmiş olmalı ki; silsilenin
devamında neredeyse hiç yorum katmadığı eserlerini de okuduk. Yakın tarihe
merakınız varsa, bu kalın kitaba göz gezdirmenizi öneririm.
Meskûn Mahallerde Savaş Stratejisi: Genel olarak “Güvenlik
Çalışmaları” veyahut bazen “Strateji” olarak tanımlanan alanın ismi ülkemizde
çok iyi biliniyor. Ne yaptıklarını kendileri de pek bilemeyen “strateji
uzmanlarının” işgaline uğramış gibiyiz. Fakat hakikaten strateji veya güvenlik
çalışmaları literatürüne baktığımız zaman inanılmaz bir boşluk görüyoruz.
“Asker-millet” konseptine hiç yakışmayan bu durumu dert edinen birileri, neyse
ki, var. Uzun yıllar Silahlı Kuvvetlerde hizmet vermiş Suat Begeç Hoca sahadaki
tecrübelerini uluslararası literatürle birleştirerek ve olabildiğince sade bir
üslûp benimseyerek bu eseri meydana getirmiş. “Başarılı muharip birlikler,
savaşır gibi eğitildikleri takdirde, eğitim yapar gibi savaşırlar” (s.116)
diyen yazar, yetinmemiş ve TSK için bir ”meskûn mahalde muharebe stratejisi”
teklif etmiş. Bomboş çölde karşılaşılan bir vahadan bahsediyoruz. (Tabii ki
alanın meraklıları için. Yoksa “helikopterden helikoptere atlama” hikayesi
arıyorsanız, bu kitap yanlış tercih olacaktır.) Yalnızca askeriyede değil
mesela iş dünyasında da geçerli bir kavram olan strateji denilen alana
meraklıysanız bu kitabı kesinlikle okumanızı öneririm.
Anlatmanın Başka Bir Biçimi: Yarısından fazlası fotoğraf
olan bu kitap, başlığını sonuna kadar hak ediyor. “Dağ köylülerinin hayatını
anlatmak” amacıyla yola çıkan ikili (John Berger ve Jean Mohr) temelde iki
sorunun etrafında dönen tatlı bir çalışmaya imza atmışlar. Sorular şunlar:
Fotoğraf nedir? Anlatmanın yazmak ve göstermek arasında bir başka biçimi var
mıdır? Beş bölümden oluşan ve tamamı “deneysel” sayılabilecek kitabın en çok
hoşuma giden kesiti “Ne Gördüm?” başlığını taşıyan ve Jean Mohr’un çektiği
fotoğrafları farklı kesimlerden insanlara gösterip aldığı cevapları kıyasladığı
parça oldu. (Berberin tahminlerinin isabetli çıkması beni hiç şaşırtmadı. Çünkü
berberler “insan okuma” alanında ustadırlar.) Tabii John Berger’in teorik
yazıları da çok hoştu ama aynı yazıları “Bir Fotoğrafı Anlamak” kitabında zaten
okuduğum için en beğendiğim bölüm Mohr’unki oldu. “Anlatmanın Başka Bir Biçimi”
olabileceğine inanıyorsanız keyifle okuyacağınız bu kitabı tavsiye ederim.
Yedinci Adam: Bu bir göçmenler kitabı. Öteki Avrupa’dan
(Türkiye, Yunanistan, Portekiz, İspanya, eski Yugoslavya…) Esas Avrupa’ya
(Almanya, Fransa, İsviçre…) çalışmak için gelen işçilerin hayatına odaklanıyor.
Berger ve Mohr kitap ve metnin birbirinin yerine geçtiği değil, birbirlerini
tamamladıkları bir eser meydana getirmeye çalışmışlar. Bence başarılı da
olmuşlar. Göç fikrinin (şansının) ilk ortaya çıktığı andan “dönüşü olmayan”
yolculuğun sonuna kadar bir “misafir işçinin” başından geçenler ele alınıyor.
Bir taraftan resmi raporlardan, şairlerden, filozoflardan, kapitalistlerden ve marksistlerden
alıntılar; diğer taraftan çoğunluğu Mohr’un objektifinden fotoğraflar, öbür
yandan Berger’in edebiyatçılığını konuşturduğu sekanslar ve tabii ki yine
Berger’in süreci özetleyen serinkanlı cümleleriyle “karışık” gibi dursa da;
kitap – aslında bizlerin iyi bildiği- göçmen hayatını çok güzel aktarıyor.
Hayatları “düzen kurmak” uğruna kaosa dönmüş insanların serüveni derli toplu
anlatılamazdı zaten. Şartlar değişmiş gibi de görünse yaşamınızın bir anında
göçmen işçi olmayı kuruyorsanız göç etmeden önce yapacağınız ilk iş bu kitabı
okumak olmalı.
Felsefeye Giriş: Kierkegaard’ın sıkı takipçisi ve
Heidegger’in hocası olan Karl Jaspers felsefe tarihi için mühim adamlardan
birisidir. Kendisini yalnızca Heidegger dolayısıyla, ismen, biliyordum. Geniş
çevrelere fikirlerini sadeleştirerek açıklamak için radyoya hazırladığı, daha
sonra kitap haline getirilen, bu eseri okuyunca tanışmış olduk. Felsefe gibi
“herkesin ihtiyacı kadar” aldığında fayda getirecek bir alanda Jaspers bana ne
kattı? Aslında Alman felsefesine aşina olan birisi için, bu kitap bir şaheser
değil ama muhteşem bir özet niteliğinde. Kendisinden önceki neslin sert
tartışmalarından sıyrılmış, ortaya atılan büyük fikirlerin nasıl kritik
edildiğini dikkatle izlemiş akıllı bir adamın hazırladığı bir özetten
bahsediyorum. İsmi “Felsefeye Giriş” de olsa, felsefeye girmek için doğru eser
mi bilmiyorum. Fakat bir vesileyle girdiyseniz okumanızın fayda sağlayacağını
düşünüyorum.
Siyasal Yazılar: Bu kitabı içinde barındırdığı tek bir yazı için okudum. “Rus Devrimi” başlığını taşıyan, Sovyetlerin çöküşünden otuz küsur sene sonra bile, kıymet ifade eden bu yazı muhteşem bir “kritik” örneğidir. Gözünüzün önünde yaşanan hadiseleri kritik etmek en zorudur. Hatta gelecekte olacakları tahmin etmekten bile zordur. Rosa Luxemburg bir taraftan tam önünde cereyan eden ama bir taraftan da doğru dürüst haber almakta zorlandığı Bolşevik Devrimi’ni sanki bugün oturmuş da geçmişi değerlendiriyormuşçasına bir rahatlık ve ustalıkla elekten geçiriyor. Siyasal Yazılar’ın geri kalanı okuyucuyu düşünmekten çok harekete geçirmek üzerine yazıldığı için zamanla küflenmiş. Zekasının yanında inanmışlık derecesine de saygı duyabileceğimiz Rosa Luxemburg Rus Devrimi’ni çok uzaklardan ama büyük bir isabetle teşhis eden gözlerini nedense Almanya’ya çevirince bulanık görmeye başladı. Nihayetinde giriştiği iktidar mücadelesinin sonucunda “devletin başına” geçemeyince, “kuzgunlara leş” oldu. Bu kadar büyük zekalar inandıkları için mi erkenden yitip gidiyorlar yoksa inançları mı onları zeki olmaya zorluyor? Bu sorunun cevabını merak edenlerdenseniz, kitabın tamamını olmasa bile, atıfta bulunduğum Rus Devrimi makalesini muhakkak okumalısınız.
“…ben hakîkat içinde benim, sadece yaşamıyor, hayatımı mânâlandırıyorum.” (s.42) Jaspers böyle demişti. Post-modern çağda mânâ aramak zor da olsa; insanın yapabileceği en doğru şey buymuş gibi geliyor: Mânâlandırmak. Umarım bu yazı bir şeyleri mânâlandırma çabanıza ufak bir katkıda bulunmuştur. Gelecek ay görüşmek üzere…
0 Yorumlar