Pilav suyunu ağır ağır çekerken, mevsim salatasının domatesleri ne tam küp ne de tam elips bir biçimde, sadece kendilerinden beklenecek ve yine sadece kendilerine yakışacak bir dağınıklıkla kâseye düşüyordu. Kuru fasulye pişeli yarım saat olmuştu ama hâlâ sıcaktı. Etrafta koşuşan iki küçük canavar çok değil bir iki dakika sonra usta garsonlara dönüşeceklerdi. Leyla’dan gelecek talimatı bekliyorlardı, Leyla ise Nevzat’ı…
Günde iki müşteriden fazlasıyla iş yapmayan ama en az elli
insana çay ısmarlanan nalburun kepengini indiren Nevzat, kilidi vurmadan önce,
canı gönülden bir “Eyvallah” çekti. Yemeğin hazır olduğunu, onu beklediklerini
biliyordu. Bunu kendisine gelen bir aramadan veya mesajdan bilmiyordu. Bu
böyleydi. On yıllık evliliği boyunca hep aynı şeyi yaşamıştı. Bir tek Leyla’nın
babasının öldüğü gün evlerinde yemek pişmemişti. Bu istisna sayılmazsa on
yıldır her akşam tam bu saatlerde yemek masada olurdu.
Fırına uğrayıp taze değilse bile sıcak olan ekmeklerden alan
Nevzat zaten iki adımlık mesafede bulunan evine hemencecik geldi. Evin kapısını
açmadan önce tam karşıdaki mezarlığa baktı. Buraya ne zaman baksa içi huzurla
dolardı. Gerçi son aylarda mezarlığa bakınca huzurdan çok garip bir rahatsızlık
duyuyordu ama yine de hâlinden şekvacı değildi.
İki katlı evin önünde bir müddet durdu. Burayı, şimdi tam
karşıda ikamet eden, rahmetli babası almıştı. Evleneceği zaman “İnsan niye
evlenir?” diye oğluna sormuş, karşılılığında meraksız bir bakış ve kem küm eden
bir ağız bulmuştu. Oğlunun cevap veremediğini ama daha kötüsü cevap vermeye
niyet etmediğini gören baba kendi işini kendisi halletmiş ve “Yuva kurmak
için.” demişti. Yuva kurmanın ilk şartı “kendine ait” bir yerin olmasıydı.
Samanlıkta seyran olan gönüllerin devri geçmişti. Artık en azından tek kat da
olsa bir ev gerekiyordu. Nevzat belli belirsiz kafa sallayarak geçiştirdiği bu
sohbetin ardından ayrılmak için ayağa kalktığında elinde yeni evinin
anahtarlarını tutuyordu. O zaman tek katlı ve ahşap olan bu ev; şimdi betondan
ve iki katlıydı. Nevzat, kendisine sunulan fırsatı iyi değerlendirmiş, öz
düşüncesine göre, sınavı geçmişti.
Dış kapının anahtarını çevirdi, ayakkabılarını biraz da oyalanarak
çıkardı. Kafasını kaldırdığında karşısında Leyla’yı gördü.
- Kaç sefer söyledim! Kapıyı çalsan da seni karşılamaya
çıkarım, çalmasan da… Hiç olmazsa arada şu zile dokun da nasıl bir melodisi
varmış duyalım.
Nevzat yıllardır kapıda karşılanmaktan memnun bir
mahcubiyetle cevapladı:
- Biliyorsun seni yormak istemiyorum. Zilin melodisine
gelince, merak etme bu akşam duyarsın.
Leyla çatkapı gelen misafirden hiç hazzetmezdi. Ama daha
fazla sevmediği, gelmeden az önce haber veren misafirdi. Karısının
gerginliğini, köpeklerin sahiplerinin hallerini koklayarak çıkarması gibi,
koklayan Nevzat açıklamaya başladı:
- Kahveci Özcan çayları bırakırken “Akşam müsait misiniz?”
diye sordu. Benim de aklıma bir şey gelmedi, “Müsaitiz” deyiverdim.
- Ben misafir gelmesine kızmıyorum Nevzat. Adama müsaitiz
dedikten sonra zahmet edip bana da haber verseydin hazırlık yapardım.
- Yapma diye haber vermedim zaten. Kendini lüzumsuz yere
yoruyorsun.
Leyla cevap vermedi. Çünkü Nevzat yine sihirli kelimelerini
cümleye sıkıştırmıştı. “Lüzumsuz yere.” Nevzat bu iki sözcüğü teke düşürerek
telaffuz ederdi. İkinci z’yi, “s” sesine yakın söyler, böylece diğer heceyle
birleştirirdi. Kurduğu cümle hangi tonda olursa olsun sıra sihirli sözcüklere
geldiğinde başka bir makama geçerdi. Bilmeyenin laubali diyeceği bu makamı
kendisine yakıştırmayı bilmişti. Bu ikili bir cümlede birleşiyorsa Nevzat için
mesele bitmiş demekti. Daha fazla konuşmaz, konuşulanı da dinlemezdi.
Leyla bu kalıpla her karşı karşıya gelişinde bunca senede
Nevzat’a dair neler öğrendiğini düşünür, içten içe sevinirdi. Leyla Nevzat’ın
“dolu” bir adam olduğunu düşünüyor, ona dair bir şeyleri önceden bilmenin
kendisini diğer insanlardan üstün kıldığını hissediyordu. Leyla’nın kocasını
dolu bir adam kabul etmesindeki ana sebep, Nevzat’ın ona şiirler okumasıydı.
Ama şu an ne okursa okusun önemli değildi. Pasta mı yapmalı
börek mi pişirmeli diye düşünüyordu. Nevzat’a soracak oldu, vazgeçti. Tabii bu
hengamede küçük garsonlara talimat vermeyi unuttuğu için yemek de gecikti.
…
Yemeğin üstüne kahve içmek bu evin âdetiydi. Fakat börek
derdine düşen Leyla kahvelerle ilgilenecek hâlde değildi. Nevzat ise kahve
işine girişerek ayak altında dolaşıp hedef olmak istemiyordu.
Çocuklar ellerinden düşürmedikleri telefonlarıyla birlikte
odalarına kapandı, Nevzat televizyonu açtı.
Henüz hangi kanalı izleyeceğine karar kılmadan kapı çalındı.
Nevzat kapıya doğru yönelirken, bitişikteki mutfakta bulunan Leyla’ya seslendi:
- Bak kapının melodisini duymuş oldun.
Bu gereksiz şakanın Leyla’yı kızdırdığını görünce adımlarını
hızlandırdı ve süratle kapıyı açtı.
- Hayırlı akşamlar Nevzat abi.
- Hayırlı akşamlar Özcan, buyur. Abla sen de hoş geldin.
Nevzat, biraz da esnaflıktan gelme bir alışkanlıkla, yaşı
kaç olursa olsun bütün kadınlara “abla” derdi. Belki kendisinden on yaş küçük
olan, Özcan’ın karısı, Melike de bunun istisnası değildi.
Nevzat misafirlerini, Leyla’nın sinirli halini görmesinler
diye, adeta önüne katarak oturma odasına kadar kovaladı. Daha oturmadan Leyla
içeri girdi. Biraz önceki öfkesinden eser kalmamış bir vaziyette, kolları
sıvalı, başörtüsünü düzelterek odaya giren Leyla Melike’ye sarıldı. Özcan’a
kafa selamı verdi. Burada kadınlarla erkekler kolay kolay tokalaşmazdı.
- Sizi de yorduk Leyla abla. Ben dedim Özcan’a rahatsızlık
vermeyelim diye ama dinlemedi işte…
- Olur mu canım öyle şey? Hem ne yorulması? Taş attık da kolumuz mu ağrıdı
sanki?
Leyla daha konuşacaktı ama Özcan lafa karıştı:
- İnanma abla. Gidelim diyen kendisiydi. Ben sadece emri
yerine getirdim.
Bu sefer öfkeli bakış atma sırası Melike’ye gelmişti ki,
Nevzat herkesi yerlerine oturttu ve kahvelerini nasıl içeceklerini sordu.
…
Kahveci Özcan’ın “ikili” bir hayatı vardı. İş yaşamında iki
lafından birisi küfür olan, bir omuzunu hafiften düşürerek yürüyen, yüksek
sesle konuşmayı alışkanlık haline getirmiş, çayları hep sıcak ama daima geç götüren
bir Özcan vardı. Bir de kahve dışında bir Özcan daha vardı. Asla küfür etmeyen,
omuzlarını dik tutarak yürüyen, munis bir ses tonuyla konuşan, gideceği yere
daima vaktinde varan birisiydi bu. Birbirine bu kadar zıt iki adamı aynı
gövdede taşıyordu. Fakat her iki hâlde de değişmeyen bazı kavramları vardı.
Bunlardan birincisi “ayakta kalmak” idi.
Onun için yaşamak “ayakta kalmak”la tarif ediliyordu. Zamanında
bir sebepten gurbete çıkmış insanları yıllar sonra köye ziyaretlerinde denk
getirince (köye ziyaret bir saatten sonra kahveye ziyarettir, bu yüzden denk
gelmeleri zor olmuyordu) sorduğu ilk soru “Nasıl ayakta kaldın?” oluyordu.
Kimseyi bulamazsa yanındakilere dönüp “Bir adam falanca
memlekete gitse, başına şunlar bunlar gelse, o da karşılığında şöyle böyle
işler yapsa, acaba ayakta kalabilir mi? diye soruyor, etrafındakileri de kendi
fantezisine ortak ediyordu.
İkili bir hayat yaşayan, çok küçük yaşlardan itibaren
gurbete gitmenin hayallerini kuran ama bir türlü bu işe cesaret edemeyen Özcan
için “ayakta kalmak” bir meseleydi. Ayakta kalanlara saygı duyardı.
Yıkılmışlara da kızmazdı ama yıkılanların hikayelerini dinlemek istemezdi.
Belki de kendisini bir yıkılmış olarak kabul ederdi de ondan. Bunu asla dile
getirmezdi. Özcan’ın dili daima “ayakta kalmaya” takılmıştı.
O geceki muhavere yine bu konunun etrafında şekilleniyordu. Özcan
yurtdışından gelmiş bir tanıdığının “ayakta kalma” macerasını anlatıyordu.
- Cebinde üç kuruş birikmişle havaalanına iniyor abi. Kalacak
yer yok. Soracak adam yok. Gurbette ilk gecen, dertleşecek kimse yok.
Nevzat yarı merakla:
- Ne yapmış peki?
- Hemen bir otel bulmuş. Benim hayatta aklıma gelmezdi.
Özcan cümlesini bitirince bir an duraklayıp Melike’ye baktı.
Gurbete de gitse aklına otelin gelmemesi zaten bir evinin oluşundandı. Bunu
Melike’ye anlatabildim mi acaba diye bakıyordu ki, bakışları buluşunca istediğini
başardığını anladı.
Leyla da Nevzat’a bakıyordu. Onun bakışlarında daha çok
muziplik vardı. Özcan’ı çocuk olarak görüyor, kocası gibi “aklı başında bir
adamın” bu koca çocukla konuşabildiğine şaşıyordu. Baksana koca çocuk
yurtdışına gitse kafasını sokacak yer bulmayı akıl edemezmiş. Bir de sırnaşık
kedi gibi karısına bakıyor. Melike buna nasıl dayanıyor diyeceğim ama o da
öbüründen pek farklı değil ki?
- Tencere kapak.
Nevzat bunu gülerek söylemişti. Leyla tam hak verecekti ki,
konuyu kaçırdığını anladı. Belli ki Özcan didiklemek için başka bir mesele
bulmuştu. Televizyon gibi adamdı şu Özcan. Bütün gün kahvede türlü çeşit adam
görür, akşamları böyle dost meclislerinde onların hikayelerini – katiyen isim
vermeden – anlatırdı. Dinleyicilerin sıkıldığını anladığında konuyu değiştirir,
üst üste iki konuda tutturamazsa müsaade isterdi.
…
Melike Leyla’ya yeni gördüğü bir dantel şeklini anlatırken;
Özcan ne zamandır açık duran televizyonu yeni keşfetmiş gibi ekrana bakıyordu.
Nevzat ise tertemiz kuka tespihini çıkarmış, şu an aynı odayı paylaştığı üç
faninin ruhu bile duymadan, gizli gizli, dışarı en ufak bir işaret bile
vermeden ıstırap çekiyordu.
Üç ay kadar önce bir gece yatmak için hazırlanıyordu.
Televizyonu kapatıp kapatmadığını kontrol etmiş, çocukları yoklamış, Leyla’nın
yanına doğru ilerliyordu. Her gece olduğu gibi biraz sohbet edip “günün
değerlendirmesini” yapacaklar, sonra da yatıp uyuyacaklardı. Yatak odasına
adımını attığında başının döndüğünü zannetti. Karısına bir şey çaktırmadan
banyoya yöneldi. Aynaya bakmadan önce elini başına götürdü ve saçlarını, sert
bir rüzgârda bozulmuş gibi hissettiği saçlarını, düzeltti. İki saç teli
lavaboya düştü. Birisi beyazdı.
Nevzat şaşırarak geri çekildi. Aynadaki aksine baktı,
saçlarını inceleyebilmek için biraz daha yaklaştı, ardından kendisine alıcı
gözle bakmak amacıyla vücudunu geriye attı. 40’ını geçmiş, yakışıklı bir
adamdı. Göz çukurları hafiften çökük, burnu ve ağzı düzgün, saçları hala
sıkıydı. Şimdi bu sıkı saçların arasına karışmış beyazları arıyordu. Ama lavaboya
düşenin bir eşine rastlamadı. Acaba birisinden mi bulaşmıştı? Gerçi bu yaşta
ilk beyazını görmek çok da şaşırtıcı sayılmazdı. Fakat böyle muallakta kalmak…
İlk beyazını hep bir sabah fark edeceğini zannederdi. O
sabah dünyaya daha başka, daha yaş almış, daha akıllı bir yerden bakmaya
başlayacaktı. O sabah emeklilik planlarını beyninin arkasından diline taşımaya
karar verecek, o sabah ibadetlerini artırmaya niyetlenecekti. O sabahtan sonra
biraz daha yavaş konuşmaya başlayacak, artık daha hoşgörülü olacaktı. Ne de
olsa, o sabah, “ununu eleyip, eleğini asmışların” kervanına katılacaktı.
Ama bir gece vakti, üstelik hiçbir hazırlık yapmadan bu
durumla karşılaşmayı beklemiyordu. Dahası gördüğü beyaz kendisinin mi o da
belli değildi. İçeri girip Leyla’ya söylese, nasıl bir cevap alacağını da
kestiremiyordu. Leyla çok iyi bir insandı. Yıllardır devam eden (sahi kaç
yıldır?) evliliklerinde birbirlerini hiç üzmemişlerdi. Fakat içten içe
ilişkilerinde bir eksiklik olduğunu hissediyordu. Dışarıdan bakınca çift gibi
dursalar da, hiç tanışmayan iki insanın tesadüf eseri aynı fotoğraf karesinde
yan yana düştükleri anlarda olduğu gibi, hep belirli bir mesafede duruyorlardı.
Mesafenin sebebi Leyla’nın “ciddi adam” takıntısıydı. O
ciddi adam severdi. Kuvvetli, zeki, esprili vs. insanlar da dikkatini çekerdi
ama ille de ciddiyete meftundu. İlk tanıştıklarında Nevzat’ın “ciddi durduğu”
anları çok beğenmiş, hayatının geri kalanını kocasını o beğendiği üç beş ana
hapsetmeye hasretmişti. Nevzat da bu rolü başarıyla oynamıştı. Ama şimdi içeri
gitse ve “Leyla tam emin değilim ama galiba bir beyaz gördüm” dese yeterince
ciddi olmayacağını hissediyordu. Yeterince ciddi şeyler söylemezse Leyla’nın ona
tiksinerek bakacağını düşünüyordu. Bu düşüncesinde haksız da sayılmazdı. Çünkü
birkaç sefer çocuklarla ilgili meselelerde şaka yapmaya çalışmış, Leyla’nın onu
istiskal etmesiyle derhal “ciddiymiş” gibi davranmaya dönmüştü.
Banyonun kapısını kapattı, yatak odasına girdi. Şimdi
yatakla arasında sadece üç adım vardı. Bir anda ayakları titremeye başladı.
Neye uğradığını tam çözemeden, neden ve nasıl başardığını çok da anlayamadan,
kendisini yatağa attı. Leyla onun durumunda bir fevkaladelik sezmemişti. Fakat
Nevzat müthiş titriyordu. Canının çekildiğini hissetti. Derisi sıcaktı ama
içinde, tam içinde, sanki buzluğa konulmuş bir insan vardı. Dışının ve içinin
bu tezadı, aklına bu saate kadar yaşadığı ömrü getirdi. Aslında hiç de ciddi
bir adam değildi. Ama dışarıdan bakınca öyleydi. Ciddiymiş gibi davranıyor,
daha fenası öyle yaşıyordu.
Midesinin bulandığını hissetti. “Tabii ki bulanacak, kim
böyle bir rezalet, kim böylesine kötü bir oyunculuk, kim böylesine aptalca
geçirilmiş bir ömür görse kusası gelir.” diye geçirdi aklından. “Benim
eşekliğim, bunu ancak fark edebiliyor oluşum.”
Bütün gece yatakta debelendikten sonraki sabah güçlükle
gözlerini açtı. Halsizdi. Yavaş ve mütereddit adımlarla banyoya yöneldi. Odadan
çıkmadan Leyla’ya bir bakış attı. Henüz uyuyordu, suratında hiçbir ifade
olmadan yatıyordu.
Aynanın önüne geldiğinde hemen kafasını kaldırmadı. Önce
ellerini lavaboya yasladı, bir müddet nefes alıp verdi. Vücuduna giren
oksijenle, çıkan karbondioksiti kafasında eşitledikten sonra yavaşça başını
yukarıya kaldırdı. Evet, ilk beyazı oradaydı. İşte bir sabah vakti saçına düşen
ilk beyazı gören bir adamdı artık. Ciddi geçmiş yaşantısının en ciddi anıydı.
Ama hiçbir şey istediği gibi olmamıştı.
İçinden bir ses bundan sonra istediği hiçbir şeyin düşündüğü
şekliyle yaşanmayacağını söylüyordu.
Birinci bölümün sonu.
0 Yorumlar