İnsan bir alışkanlığını azaltınca ondan nefret etmeye
başlıyor. Tamamen bıraksa belki özlemeye fırsat bulacak, fakat istenmeyen
görevlerin laf olsun kabilinden yerine getirilmesi gibi az az yapınca,
“yabancılaşma” ne demek anlıyorsunuz.
Kitap okumaya tam olarak yabancılaşmadım aslında. Yine de
kitapları okumaktan daha fazla neden okuduğumu düşündüm. Felsefi bir problemden
bahsetmiyorum burada. Felsefe geniş zamana sahip olanların mesleğidir.
Benimkisi hayatı yakalamaya çalışan ve bunun için mütevazı sayılabilecek bir
süre ayırabilen bir insanın gayet faydacı problemidir.
Yoğunluk sebebiyle okuyamayınca “İnsan neden meşguldür? Daha
doğrusu neyle meşguldür?” diye aklımdan geçirmedim değil. Fakat bu soruyu fazla
soyut buldum. Benim meselem okuduklarımız bize ne katıyor, okudukça ne
kazanıyoruz merkezinde toplandı. Bu sefer de okunması gereken tek şey kitaplar
mı sorusu zihnimi işgal etti.
Bu soruyu beğendim. Çünkü sadece kitaplar değildir
okunabilir olan. Mesela sabahın köründe uyanıp, ayık bir zihinle, doğayı
gözlerseniz bitkilerin de sizinle birlikte uyandıklarını okuyabilirsiniz. Bir
köpeğe ekmek verirseniz, memnuniyetini gözlerinden okuyabilirsiniz. Bir insanı
dikkatle dinlerseniz veya izlerseniz sözlerinde, hareketlerinde ona dair nice
şeyler okuyabilirsiniz.
Bu kadar çok şeyi anlayabilmenin yolu kitap okumaktan
geçiyor galiba. Çünkü okumak başka bir dil öğrenmeye benziyor. Kitaplar bize
nasıl okuyacağımızı öğretiyor. Üstelik bunu hiç umurlarında olmadan yapıyorlar.
Diyelim bir kitabı yanlış anladığınızı düşünüyorsunuz, ne fark eder? Eksik
kavradığınızı, yeterince dikkat etmediğinizi zannediyorsunuz, kimin umurunda?
Kitap, nereye bıraktıysanız, nasıl bıraktıysanız orada duruyor. Gerekirse
bıraktığınız yerden alır, yeniden okursunuz. Ama hayat böyle değildir.
Okumak bir zorunluluk mudur? Mesela hiçbir şey okumasam ne
olur? Ya da okuduklarımdan fazlasını… Bu ay uzun zaman sonra az sayıda kitap
okudum, görünür sebebi vakitsizlikten… Gerçekte sadece kitap değil çok şey
okudum. Belki de az okumuşumdur? Kitap okumanın hayatı okumaktan farkı burada:
Kitabı bitirince bitirdiğinizi anlıyorsunuz. Hayatın içinde rast geldiğiniz bir
varlıktan alacağınızı bitirdiğiniz vakit, bunun bitip bitmediğine emin olamıyorsunuz.
Ya da bitmedi zannedebiliyorsunuz.
Kitaplar ve insanlar… Hangisi hangisi için var? Daha
önemlisi bu iki “varlıktan” hangisi daha tehlikeli? Bilmiyorum ama bu soruların
bundan sonra takip edeceğim rotada bana eşlik edeceklerine eminim. Bu ay
okuduklarıma gelelim.
Bu ay, ikisi roman ikisi eleştiri türünde, dört kitap
okudum. Şimdi, yüksek müsaadelerinizle, bunları biraz kritik edeceğim. Fakat
kritik etmeden önce okuduğum kitapların listesini arz etmek istiyorum.
Bu Ay Okuduklarım
1- Kıyamet Emeklisi (1.Cilt) – Şule Gürbüz (İletişim
Yayınları, 2022)
2- Kültür Endüstrisi – Theodor W. Adorno (İletişim
Yayınları, 2007, Çevirenler: Nihat Ülner, Mustafa Tüzel, Elçin Gen)
3- Teori ve Pratik Üzerine Bir Tartışma – Theodor W.
Adorno, Max Horkheimer (Metis Yayınları, 2019, Çeviren: Orhan Kılıç)
4- Tehlikeli Oyunlar – Oğuz Atay (İletişim Yayınları,
2020)
Ayın Kitabı: Kültür Endüstrisi – Theodor W. Adorno
Adorno’nun belki kendisinden meşhur bu çalışması endüstri
haline getirilmiş kültürü ele alıyor. Kritik türünün en meşhur örneklerinden
olan bu kitap kapitalizmin “kültür-sanat” başlığıyla toparlayıp iğdiş ettiği
alanların üzerine eğiliyor. Das Kapital nasıl bu işi ekonomi alanında yaptıysa,
Kültür Endüstrisi de aynısını kültür alanında yapıyor.
Lessing “Yalnızca her türlü kılıf ve boya altında gerçeği
satmayı düşünen, gerçeğin pezevengi olabilir, asla aşığı olmaz.” diyor. Adorno
bu kitabında gerçek pezevenkleriyle yüzleşiyor.
“Telefon, insanların özne rolünü oynamasına liberal
yoldan izin vermiştir. Radyoysa herkesi, demokratik yoldan aynı ölçüde
dinleyiciye dönüştürerek, otoriter bir biçimde, farklı kanallarda yayınlanan
aynı programların dinleyicileri haline getirir. Herhangi bir cevap mekanizması
gelişmediği gibi, özel yayınlar da bağımlılığa mahkûmdur. Üstelik bunlar,
yukarıdan aşağıya örgütlenen, “amatörler”in oluşturduğu düzmece alanla
sınırlıdır. Resmî radyonun dinleyicisinde belirebilecek kendiliğindenliğin en
küçük izi bile, yetenek avcıları, mikrofon önünde düzenlenen yarışmalar ve
sponsorlar tarafından uzmanların süzgecinden geçirilerek denetlenir ve yutulur.”
(s.49-50)
Televizyonun yeni yeni peydahlandığı bir dönemde yazıyor
bunları Adorno. (Youtube daha vitaminde çekirdek bile değil.) Yıllar sonra
Yetenek Sizsiniz vb. programların neden sistem açısından makbul olduğunu
açıklıyor. Ama bana kalırsa, çok da farkında olmadan, başka bir şeyin de
işaretini veriyor: Dediğim gibi radyolar yetenek ararken televizyon yeni
palazlanıyordu. Youtube yükselirken televizyon yetenek arıyordu. Kesin
olmamakla birlikte şunu diyebiliriz zannediyorum: Çökmeye başlayan medium
yetenek arayışına çıkar.
Aşağıdan gelenleri böylece çarkın içine sokan sistem, bir
şekilde yukarı çıkabilmiş “bağımsız” sanatçıları, fikir insanlarını nasıl
bağımlı kılıyor? Şöyle:
“Bir zamanlar sanatçılar tıpkı Kant ve Hume gibi
mektuplarını “itaatkâr kulunuz” diye imzalıyor ve içten içe taht ile kilisenin
temellerini oyuyorlardı. Bugün sanatçılar devlet başkanlarına ön adlarıyla
hitap ederken, tüm sanatsal itkilerinde cahil patronlarının yargılarına
bağımlılar. Tocqueville’in yüz yıl önce yaptığı çözümlemenin, geçen zaman
içinde tümüyle doğru olduğu ortaya çıkmıştır. Özel kültür tekellerinin
egemenliği altında tiranlık bedeni özgür bırakır ve saldırısını ruha yöneltir.
Hükümdar artık, “Benim gibi düşünmelisin ya da ölmelisin” demez. Şöyle der:
“Benim gibi düşünmemekte özgürsün; yaşamın, malın, mülkün, her şeyin sende
kalacak, ama bugünden itibaren aramızda bir yabancısın.” Uyum sağlamayan
herkes, ekonomik yoksunluğa mahkûm edilir ve bu, garip münzevilere atfedilen
zihinsel yetersizlikte sürdürülür. İnsan bir kez işleyen sistemin dışına atıldı
mı, onu yetersizlikle suçlamak kolaydır.” (s.63-64)
Parlayan, yaratan, bir şekilde ses çıkaran insanları böylece
öğüten kültür endüstrisinin esas amacı sokaktaki vatandaşı uyutmaktır. Bunun
için zamanı düzenlemesi gerekir:
“Aynılığın sürekliliği geçmişle olan ilişkiyi de
düzenler. Kitle kültürü evresini liberalizmin geç evresinden ayıran yenilik,
yeninin dışlanmasıdır. Makine, hep aynı yerde döner durur. Tüketimi belirlediği
gibi, henüz denenmemiş olan her şeyi riskli bularak eler. Güven verici biçimde,
temelden çok satanların arasına girmeyen her senaryo taslağına, film
yapımcıları kuşkuyla bakar. Durmadan “fikir”, “yenilik” ve “sürpriz”den, yani
herkesçe bilinip hiç görülmemiş şeylerden söz edilmesinin nedeni budur. Tempo
ve dinamizm dedikleri işte buna hizmet eder. Hiçbir şey eskisi gibi kalmamalı;
her şey durmadan akıp gitmeli, hareket halinde olmalıdır.” (s.65)
Yalnızca zamana hükmetmek yetmez onu dayatmak da gerekir:
“Şu nokta kesinlikle doğrudur: kültür endüstrisinin gücü,
tüketicide yaratmış olduğu gereksinimle bir olmasına dayanır. O, gücünü bu
gereksinimlerle basit bir karşıtlık ilişkisine girmekten almaz; bu karşıtlık
mutlak iktidar ile güçsüzlük arasında olsa bile. Eğlence, geç kapitalizm
koşullarında çalışmanın uzantısıdır. Mekanikleştirilmiş emek süreciyle yeniden
baş edebilmek için ondan kaçmak isteyen kimselerin aradığı bir şeydir. Ama aynı
zamanda mekanikleştirme, boş zamanı olan kimseler ve onların mutluluğu üzerinde
öyle bir güce sahiptir ki, eğlence metalarının üretimini temelden belirleyerek
bu kimselere boş zamanlarında emek süreçlerinin kopyasından başka bir şey
yaşatmaz.” (s.68)
Bazı eğlendirici unsurlarda zekadan eser bulunmaz. Fakat
Adorno’ya göre bunlar bile sistem açısından tehlike yaratabilir. Bu yüzden
ezilmelidir.
“Ama toplumsal düzeneklere karşı insanî olanı temsil eden
o akıldan yoksun sanatkârlığın sığınakları, her şeyi anlamın ve işlevin
kalıplarına göre açıklamaya zorlayan planlamacı aklın baskısına uğramaktan
kurtulamaz. Akıl, sanatın en alt düzeyinde anlamsızlığı kökünden yok ettiği
gibi, en üst düzeyinde de anlamı yok eder.” (s.77)
Reklamın kültür endüstrisinde özel bir yeri vardır. Şöyle:
“İnsanların en mahrem tepkileri bile kendileri için
öylesine şeyleşmiştir ki, kendine özgü olma fikri ancak uç noktadaki bir
soyutluk biçiminde varlığını sürdürmektedir: “personality” [kişilik], parlak
beyaz dişlere sahip olmanın, duygulardan ve ter kokusundan kurtulmanın ötesinde
pek anlam taşımaz. Reklamın kültür endüstrisindeki zaferi budur işte:
tüketicinin, sahte olduklarını gördüğü halde, bastırılması zor bir istekle
kültür metalarını almaya ve kullanmaya devam etmesi.” (s.107)
Adorno kitabın sonlarında kültür endüstrisinin insanlar
üzerindeki etkisini şöyle teşhis ediyor:
“Kültür endüstrisinin sığınma noktasını, insanların
bağımlılığını ve itaatkârlığını en net biçimde tanımlayan kişi, “insanlar
seçkin kişilerin izinden gitselerdi çağımızın sıkıntıları sona ererdi” diyerek
görüşünü belirten Amerikalı denek kişisi olmuştur. Kültür endüstrisinin,
dünyanın tam da onun telkin etmek istediği düzende olduğuna ilişkin bir esenlik
duygusu uyandırarak insanlara hazırladığı ikame doyum, insanlara hayalî bir
mutluluk uydurarak onları aldatır. Kültür endüstrisinin toplam etkisi
Aydınlanma karşıtı bir etkidir; bu etkide Horkheimer’ın ve benim belirttiğimiz
gibi, Aydınlanma, yani doğa üzerinde giderek artan bir biçimde teknik hakimiyet
kurma, bir kitle aldatmacasına, bilincin zincirlenmesinin aracına dönüşüyor. Bu
etki, özerk, bağımsız bilinçli yargılarda bulunan ve kendi kararlarını veren
bireylerin ortaya çıkmasını engelliyor. Oysa bu bireyler, yalnızca reşit
kişilerde varlığını koruyabilen ve kendini geliştirebilen demokratik bir
toplumun ön koşuludurlar. Kitleler, haksız yere, yukarıdan kitleler olarak
aşağılanıyorlarsa, onların kitlelere dönüşüp aşağılanmalarında ve insanların,
çağın üretici güçlerinin izin verdiği olgunlaşmaya erip özgürleşmelerinin
engellenmesinde, kültür endüstrisinin sorumluluğu hiç de azımsanamaz.” (s.119)
Çevirileri farklı kişiler yaptığı için metin bütünlüğünde
problemler olsa da (tabii bu bütünlük sıkıntısının bir sebebi de Adorno’nun
dili olabilir.) Kültür Endüstrisi kesinlikle okunması gereken kitaplar arasında
yer alıyor.
Kıyamet Emeklisi (1.Cilt): Türk edebiyatını izlemeye
gayret gösteren birisi olarak iddialı bir cümleyle bu kitabı tanıtmam
gerekirse, çeyrek asra yaklaşan “21. asırda yazılmış en iyi Türk romanı”
diyebilirim. Üstelik bunu büyük bir rahatlıkla söylerim. Henüz ikinci cildini
okumadan, yani “Önemli olan ne yaptığınız değil nasıl bitirdiğinizdir” ilkesine
sırtımı dönerek söylerim. Neden? Uzun yıllar evvel Ahmed Hamdi Tanpınar’ın
yazdığı bir kritiği hatırlıyorum. “Anadolu’yu yeteri kadar anlatamıyoruz.”
diyordu. Hakikaten edebiyatımız, buna Ahmed Hamdi de dahildir, ya İstanbul’u
anlattı ya da İstanbullunun gözünden Anadolu’yu. İlkine tonla örnek verebiliriz;
mesela Fatih-Harbiye, mesela Huzur. İkincisine de yığınla misal buluruz ama ilk
aklıma gelen Yaban oldu. Kıyamet Emeklisi de İstanbul’da açılıyor. Fakat çok
geçmeden bütün bir cildin Aziz’in Erzurum’daki ilk gençlik yıllarına
ayrıldığını görüyoruz. (Birinci cilt Aziz’in İstanbul’a gitmek üzere yola
çıkmasıyla sona eriyor.) Eğer ikinci cildi de bu ay okusaydım daha geniş bir
yorum yazardım. Fakat şimdilik bu kadarla iktifa ediyorum. İkinci cilt
birincisinin kalitesini tutturursa önümüzdeki “Ayın Kitabı” şimdiden belli
demektir. Ayın Kitabı üzerine daha geniş konuştuğum bilinir. Dolayısıyla – iyi
bir roman okumak isteyenlere- önümüzdeki ay içerisinde bu kitabı okumalarını
öneririm. Böylece muhteşem bir roman üzerine “birlikte” konuşma fırsatı
yakalarız.
Teori ve Pratik Üzerine Bir Tartışma:
Frankfurt Okulu’nun iki önemli ismi yeni bir “Komünist Manifesto” yazmak üzere
biraraya gelirler. Fakat Marx ve Engels kadar özgüvenli değillerdir çünkü
ortada sırtlarını yaslayacakları bir organizasyon, bir “parti” bulunmamaktadır.
Belki de bu eksikliği kapatmak amacıyla süreci şeffaf bir şekilde yürütmeye
karar verirler. Yazdıklarını değil “yazım sürecini” kayda alırlar. Ortaya bu
küçük kitap çıkar. Bu iki isim hakkında en ufak bir bilginiz olmasa dahi, hatta
marksist literatürü bilmeseniz bile, bir şeyler öğrenebileceğiniz bu kitabı
okumanızı öneririm. Özellikle sohbet kültürünün zedelendiği zamanımızda, kafası
çalışan iki insan nasıl konuşur onun hakkında fikir edinebilmeniz ve hatta bu
sohbete dahil olabilmeniz için biraz da…
Tehlikeli Oyunlar: Başlangıcı bir itirafla yapayım:
Birkaç sene evvel Tutunamayanlar’a başladım ve yarıda bıraktım. “Kelimeler,
albayım, bazı anlamlara gelmiyor.” Demek ki doğru zaman değilmiş. “Hüsamettin
albayım! Hamlet yaşasaydı şimdi tümgeneral olmuştu, değil mi?” Neyse ki
Oğuz Atay okumayı bırakmadım. “En son kurulan medeniyet ekmek medeniyetidir.
Bu medeniyetin sürekli oluşunu sağlamak için, ülkemizin birçok yerinde, buğday
yetişir. Fakat, ülkemizde en çok yetişen, köylüdür.” Tehlikeli Oyunlar biraz
“havada” kalmakla suçlanabilir fakat ele aldığı aydın tipinin havada durduğu
unutulmamak kaydıyla. “Hikmet Benol’un acıklı hayat hikayesinin bilinçaltı
tekniğiyle anlatıldığı…” filan diye girsem kitaba yazık etmiş olurum. Bu yüzden
birkaç ufak alıntı yapmakla yetineceğim. (Efendim? Çoktan yaptım mı?) Türk
dilinde yazılmış güzel bir roman okumak isteyenlere Tehlikeli Oyunlar’ı tavsiye
ederim.
Umarım müstefid olmuşsunuzdur. Önümüzdeki ay, yeni
okuduğum kitaplarla, görüşmek dileğiyle…
0 Yorumlar