Okuduklarım (Nisan 2023)



Çok uzun zaman sonra kitaplarla arayı nispeten açtığım bir ayı geride bıraktım. Bir taraftan medar-ı maişet motorunu çalıştırmak (yani hayatımı kazanmak), bir taraftan – yine uzun zaman sonra – yakalandığım gribi ağır atlatmam, bir taraftan geride bıraktığımız ayın içinde yaptığım seyahatler derken istediğim kadar okuyamadım.

İnsan bir alışkanlığını azaltınca ondan nefret etmeye başlıyor. Tamamen bıraksa belki özlemeye fırsat bulacak, fakat istenmeyen görevlerin laf olsun kabilinden yerine getirilmesi gibi az az yapınca, “yabancılaşma” ne demek anlıyorsunuz.

Kitap okumaya tam olarak yabancılaşmadım aslında. Yine de kitapları okumaktan daha fazla neden okuduğumu düşündüm. Felsefi bir problemden bahsetmiyorum burada. Felsefe geniş zamana sahip olanların mesleğidir. Benimkisi hayatı yakalamaya çalışan ve bunun için mütevazı sayılabilecek bir süre ayırabilen bir insanın gayet faydacı problemidir.

Yoğunluk sebebiyle okuyamayınca “İnsan neden meşguldür? Daha doğrusu neyle meşguldür?” diye aklımdan geçirmedim değil. Fakat bu soruyu fazla soyut buldum. Benim meselem okuduklarımız bize ne katıyor, okudukça ne kazanıyoruz merkezinde toplandı. Bu sefer de okunması gereken tek şey kitaplar mı sorusu zihnimi işgal etti.

Bu soruyu beğendim. Çünkü sadece kitaplar değildir okunabilir olan. Mesela sabahın köründe uyanıp, ayık bir zihinle, doğayı gözlerseniz bitkilerin de sizinle birlikte uyandıklarını okuyabilirsiniz. Bir köpeğe ekmek verirseniz, memnuniyetini gözlerinden okuyabilirsiniz. Bir insanı dikkatle dinlerseniz veya izlerseniz sözlerinde, hareketlerinde ona dair nice şeyler okuyabilirsiniz.

Bu kadar çok şeyi anlayabilmenin yolu kitap okumaktan geçiyor galiba. Çünkü okumak başka bir dil öğrenmeye benziyor. Kitaplar bize nasıl okuyacağımızı öğretiyor. Üstelik bunu hiç umurlarında olmadan yapıyorlar. Diyelim bir kitabı yanlış anladığınızı düşünüyorsunuz, ne fark eder? Eksik kavradığınızı, yeterince dikkat etmediğinizi zannediyorsunuz, kimin umurunda? Kitap, nereye bıraktıysanız, nasıl bıraktıysanız orada duruyor. Gerekirse bıraktığınız yerden alır, yeniden okursunuz. Ama hayat böyle değildir.

Okumak bir zorunluluk mudur? Mesela hiçbir şey okumasam ne olur? Ya da okuduklarımdan fazlasını… Bu ay uzun zaman sonra az sayıda kitap okudum, görünür sebebi vakitsizlikten… Gerçekte sadece kitap değil çok şey okudum. Belki de az okumuşumdur? Kitap okumanın hayatı okumaktan farkı burada: Kitabı bitirince bitirdiğinizi anlıyorsunuz. Hayatın içinde rast geldiğiniz bir varlıktan alacağınızı bitirdiğiniz vakit, bunun bitip bitmediğine emin olamıyorsunuz. Ya da bitmedi zannedebiliyorsunuz.

Kitaplar ve insanlar… Hangisi hangisi için var? Daha önemlisi bu iki “varlıktan” hangisi daha tehlikeli? Bilmiyorum ama bu soruların bundan sonra takip edeceğim rotada bana eşlik edeceklerine eminim. Bu ay okuduklarıma gelelim.

Bu ay, ikisi roman ikisi eleştiri türünde, dört kitap okudum. Şimdi, yüksek müsaadelerinizle, bunları biraz kritik edeceğim. Fakat kritik etmeden önce okuduğum kitapların listesini arz etmek istiyorum.

 

Bu Ay Okuduklarım

1- Kıyamet Emeklisi (1.Cilt) – Şule Gürbüz (İletişim Yayınları, 2022)

2- Kültür Endüstrisi – Theodor W. Adorno (İletişim Yayınları, 2007, Çevirenler: Nihat Ülner, Mustafa Tüzel, Elçin Gen)

3- Teori ve Pratik Üzerine Bir Tartışma – Theodor W. Adorno, Max Horkheimer (Metis Yayınları, 2019, Çeviren: Orhan Kılıç)

4- Tehlikeli Oyunlar – Oğuz Atay (İletişim Yayınları, 2020)

 

Ayın Kitabı: Kültür Endüstrisi – Theodor W. Adorno

Adorno’nun belki kendisinden meşhur bu çalışması endüstri haline getirilmiş kültürü ele alıyor. Kritik türünün en meşhur örneklerinden olan bu kitap kapitalizmin “kültür-sanat” başlığıyla toparlayıp iğdiş ettiği alanların üzerine eğiliyor. Das Kapital nasıl bu işi ekonomi alanında yaptıysa, Kültür Endüstrisi de aynısını kültür alanında yapıyor.

Lessing “Yalnızca her türlü kılıf ve boya altında gerçeği satmayı düşünen, gerçeğin pezevengi olabilir, asla aşığı olmaz.” diyor. Adorno bu kitabında gerçek pezevenkleriyle yüzleşiyor.

Telefon, insanların özne rolünü oynamasına liberal yoldan izin vermiştir. Radyoysa herkesi, demokratik yoldan aynı ölçüde dinleyiciye dönüştürerek, otoriter bir biçimde, farklı kanallarda yayınlanan aynı programların dinleyicileri haline getirir. Herhangi bir cevap mekanizması gelişmediği gibi, özel yayınlar da bağımlılığa mahkûmdur. Üstelik bunlar, yukarıdan aşağıya örgütlenen, “amatörler”in oluşturduğu düzmece alanla sınırlıdır. Resmî radyonun dinleyicisinde belirebilecek kendiliğindenliğin en küçük izi bile, yetenek avcıları, mikrofon önünde düzenlenen yarışmalar ve sponsorlar tarafından uzmanların süzgecinden geçirilerek denetlenir ve yutulur.” (s.49-50)

Televizyonun yeni yeni peydahlandığı bir dönemde yazıyor bunları Adorno. (Youtube daha vitaminde çekirdek bile değil.) Yıllar sonra Yetenek Sizsiniz vb. programların neden sistem açısından makbul olduğunu açıklıyor. Ama bana kalırsa, çok da farkında olmadan, başka bir şeyin de işaretini veriyor: Dediğim gibi radyolar yetenek ararken televizyon yeni palazlanıyordu. Youtube yükselirken televizyon yetenek arıyordu. Kesin olmamakla birlikte şunu diyebiliriz zannediyorum: Çökmeye başlayan medium yetenek arayışına çıkar.

Aşağıdan gelenleri böylece çarkın içine sokan sistem, bir şekilde yukarı çıkabilmiş “bağımsız” sanatçıları, fikir insanlarını nasıl bağımlı kılıyor? Şöyle:

Bir zamanlar sanatçılar tıpkı Kant ve Hume gibi mektuplarını “itaatkâr kulunuz” diye imzalıyor ve içten içe taht ile kilisenin temellerini oyuyorlardı. Bugün sanatçılar devlet başkanlarına ön adlarıyla hitap ederken, tüm sanatsal itkilerinde cahil patronlarının yargılarına bağımlılar. Tocqueville’in yüz yıl önce yaptığı çözümlemenin, geçen zaman içinde tümüyle doğru olduğu ortaya çıkmıştır. Özel kültür tekellerinin egemenliği altında tiranlık bedeni özgür bırakır ve saldırısını ruha yöneltir. Hükümdar artık, “Benim gibi düşünmelisin ya da ölmelisin” demez. Şöyle der: “Benim gibi düşünmemekte özgürsün; yaşamın, malın, mülkün, her şeyin sende kalacak, ama bugünden itibaren aramızda bir yabancısın.” Uyum sağlamayan herkes, ekonomik yoksunluğa mahkûm edilir ve bu, garip münzevilere atfedilen zihinsel yetersizlikte sürdürülür. İnsan bir kez işleyen sistemin dışına atıldı mı, onu yetersizlikle suçlamak kolaydır.” (s.63-64)

Parlayan, yaratan, bir şekilde ses çıkaran insanları böylece öğüten kültür endüstrisinin esas amacı sokaktaki vatandaşı uyutmaktır. Bunun için zamanı düzenlemesi gerekir:

Aynılığın sürekliliği geçmişle olan ilişkiyi de düzenler. Kitle kültürü evresini liberalizmin geç evresinden ayıran yenilik, yeninin dışlanmasıdır. Makine, hep aynı yerde döner durur. Tüketimi belirlediği gibi, henüz denenmemiş olan her şeyi riskli bularak eler. Güven verici biçimde, temelden çok satanların arasına girmeyen her senaryo taslağına, film yapımcıları kuşkuyla bakar. Durmadan “fikir”, “yenilik” ve “sürpriz”den, yani herkesçe bilinip hiç görülmemiş şeylerden söz edilmesinin nedeni budur. Tempo ve dinamizm dedikleri işte buna hizmet eder. Hiçbir şey eskisi gibi kalmamalı; her şey durmadan akıp gitmeli, hareket halinde olmalıdır.” (s.65)

Yalnızca zamana hükmetmek yetmez onu dayatmak da gerekir:

Şu nokta kesinlikle doğrudur: kültür endüstrisinin gücü, tüketicide yaratmış olduğu gereksinimle bir olmasına dayanır. O, gücünü bu gereksinimlerle basit bir karşıtlık ilişkisine girmekten almaz; bu karşıtlık mutlak iktidar ile güçsüzlük arasında olsa bile. Eğlence, geç kapitalizm koşullarında çalışmanın uzantısıdır. Mekanikleştirilmiş emek süreciyle yeniden baş edebilmek için ondan kaçmak isteyen kimselerin aradığı bir şeydir. Ama aynı zamanda mekanikleştirme, boş zamanı olan kimseler ve onların mutluluğu üzerinde öyle bir güce sahiptir ki, eğlence metalarının üretimini temelden belirleyerek bu kimselere boş zamanlarında emek süreçlerinin kopyasından başka bir şey yaşatmaz.” (s.68)

Bazı eğlendirici unsurlarda zekadan eser bulunmaz. Fakat Adorno’ya göre bunlar bile sistem açısından tehlike yaratabilir. Bu yüzden ezilmelidir.

Ama toplumsal düzeneklere karşı insanî olanı temsil eden o akıldan yoksun sanatkârlığın sığınakları, her şeyi anlamın ve işlevin kalıplarına göre açıklamaya zorlayan planlamacı aklın baskısına uğramaktan kurtulamaz. Akıl, sanatın en alt düzeyinde anlamsızlığı kökünden yok ettiği gibi, en üst düzeyinde de anlamı yok eder.” (s.77)

Reklamın kültür endüstrisinde özel bir yeri vardır. Şöyle:

İnsanların en mahrem tepkileri bile kendileri için öylesine şeyleşmiştir ki, kendine özgü olma fikri ancak uç noktadaki bir soyutluk biçiminde varlığını sürdürmektedir: “personality” [kişilik], parlak beyaz dişlere sahip olmanın, duygulardan ve ter kokusundan kurtulmanın ötesinde pek anlam taşımaz. Reklamın kültür endüstrisindeki zaferi budur işte: tüketicinin, sahte olduklarını gördüğü halde, bastırılması zor bir istekle kültür metalarını almaya ve kullanmaya devam etmesi.” (s.107)

Adorno kitabın sonlarında kültür endüstrisinin insanlar üzerindeki etkisini şöyle teşhis ediyor:

Kültür endüstrisinin sığınma noktasını, insanların bağımlılığını ve itaatkârlığını en net biçimde tanımlayan kişi, “insanlar seçkin kişilerin izinden gitselerdi çağımızın sıkıntıları sona ererdi” diyerek görüşünü belirten Amerikalı denek kişisi olmuştur. Kültür endüstrisinin, dünyanın tam da onun telkin etmek istediği düzende olduğuna ilişkin bir esenlik duygusu uyandırarak insanlara hazırladığı ikame doyum, insanlara hayalî bir mutluluk uydurarak onları aldatır. Kültür endüstrisinin toplam etkisi Aydınlanma karşıtı bir etkidir; bu etkide Horkheimer’ın ve benim belirttiğimiz gibi, Aydınlanma, yani doğa üzerinde giderek artan bir biçimde teknik hakimiyet kurma, bir kitle aldatmacasına, bilincin zincirlenmesinin aracına dönüşüyor. Bu etki, özerk, bağımsız bilinçli yargılarda bulunan ve kendi kararlarını veren bireylerin ortaya çıkmasını engelliyor. Oysa bu bireyler, yalnızca reşit kişilerde varlığını koruyabilen ve kendini geliştirebilen demokratik bir toplumun ön koşuludurlar. Kitleler, haksız yere, yukarıdan kitleler olarak aşağılanıyorlarsa, onların kitlelere dönüşüp aşağılanmalarında ve insanların, çağın üretici güçlerinin izin verdiği olgunlaşmaya erip özgürleşmelerinin engellenmesinde, kültür endüstrisinin sorumluluğu hiç de azımsanamaz.” (s.119)

Çevirileri farklı kişiler yaptığı için metin bütünlüğünde problemler olsa da (tabii bu bütünlük sıkıntısının bir sebebi de Adorno’nun dili olabilir.) Kültür Endüstrisi kesinlikle okunması gereken kitaplar arasında yer alıyor.

 

Kıyamet Emeklisi (1.Cilt): Türk edebiyatını izlemeye gayret gösteren birisi olarak iddialı bir cümleyle bu kitabı tanıtmam gerekirse, çeyrek asra yaklaşan “21. asırda yazılmış en iyi Türk romanı” diyebilirim. Üstelik bunu büyük bir rahatlıkla söylerim. Henüz ikinci cildini okumadan, yani “Önemli olan ne yaptığınız değil nasıl bitirdiğinizdir” ilkesine sırtımı dönerek söylerim. Neden? Uzun yıllar evvel Ahmed Hamdi Tanpınar’ın yazdığı bir kritiği hatırlıyorum. “Anadolu’yu yeteri kadar anlatamıyoruz.” diyordu. Hakikaten edebiyatımız, buna Ahmed Hamdi de dahildir, ya İstanbul’u anlattı ya da İstanbullunun gözünden Anadolu’yu. İlkine tonla örnek verebiliriz; mesela Fatih-Harbiye, mesela Huzur. İkincisine de yığınla misal buluruz ama ilk aklıma gelen Yaban oldu. Kıyamet Emeklisi de İstanbul’da açılıyor. Fakat çok geçmeden bütün bir cildin Aziz’in Erzurum’daki ilk gençlik yıllarına ayrıldığını görüyoruz. (Birinci cilt Aziz’in İstanbul’a gitmek üzere yola çıkmasıyla sona eriyor.) Eğer ikinci cildi de bu ay okusaydım daha geniş bir yorum yazardım. Fakat şimdilik bu kadarla iktifa ediyorum. İkinci cilt birincisinin kalitesini tutturursa önümüzdeki “Ayın Kitabı” şimdiden belli demektir. Ayın Kitabı üzerine daha geniş konuştuğum bilinir. Dolayısıyla – iyi bir roman okumak isteyenlere- önümüzdeki ay içerisinde bu kitabı okumalarını öneririm. Böylece muhteşem bir roman üzerine “birlikte” konuşma fırsatı yakalarız.

 

Teori ve Pratik Üzerine Bir Tartışma: Frankfurt Okulu’nun iki önemli ismi yeni bir “Komünist Manifesto” yazmak üzere biraraya gelirler. Fakat Marx ve Engels kadar özgüvenli değillerdir çünkü ortada sırtlarını yaslayacakları bir organizasyon, bir “parti” bulunmamaktadır. Belki de bu eksikliği kapatmak amacıyla süreci şeffaf bir şekilde yürütmeye karar verirler. Yazdıklarını değil “yazım sürecini” kayda alırlar. Ortaya bu küçük kitap çıkar. Bu iki isim hakkında en ufak bir bilginiz olmasa dahi, hatta marksist literatürü bilmeseniz bile, bir şeyler öğrenebileceğiniz bu kitabı okumanızı öneririm. Özellikle sohbet kültürünün zedelendiği zamanımızda, kafası çalışan iki insan nasıl konuşur onun hakkında fikir edinebilmeniz ve hatta bu sohbete dahil olabilmeniz için biraz da…

 

Tehlikeli Oyunlar: Başlangıcı bir itirafla yapayım: Birkaç sene evvel Tutunamayanlar’a başladım ve yarıda bıraktım. “Kelimeler, albayım, bazı anlamlara gelmiyor.” Demek ki doğru zaman değilmiş. “Hüsamettin albayım! Hamlet yaşasaydı şimdi tümgeneral olmuştu, değil mi?” Neyse ki Oğuz Atay okumayı bırakmadım. “En son kurulan medeniyet ekmek medeniyetidir. Bu medeniyetin sürekli oluşunu sağlamak için, ülkemizin birçok yerinde, buğday yetişir. Fakat, ülkemizde en çok yetişen, köylüdür.” Tehlikeli Oyunlar biraz “havada” kalmakla suçlanabilir fakat ele aldığı aydın tipinin havada durduğu unutulmamak kaydıyla. “Hikmet Benol’un acıklı hayat hikayesinin bilinçaltı tekniğiyle anlatıldığı…” filan diye girsem kitaba yazık etmiş olurum. Bu yüzden birkaç ufak alıntı yapmakla yetineceğim. (Efendim? Çoktan yaptım mı?) Türk dilinde yazılmış güzel bir roman okumak isteyenlere Tehlikeli Oyunlar’ı tavsiye ederim.

 

Umarım müstefid olmuşsunuzdur. Önümüzdeki ay, yeni okuduğum kitaplarla, görüşmek dileğiyle…

 

Yorum Gönder

0 Yorumlar