Tefekkür Gecesi (2.Bölüm)

“Sinsi casuslar gibi ayıp aramayın.” (Hucurât, 12)

- Siz oturun da ben iki dakika çocukları banyo ettireyim, dedi Leyla.

Leyla’nın ne söylediğinden ziyade ses tonundaki tizlik Nevzat’ı dalmaktan memnun olduğu düşüncesinden uyardı. Şefkatle tuttuğu tespihini özenle katlayıp cebine koydu. Sessizce Leyla’nın “iki dakikasının” bitmesini bekledi. Ne Özcan’la ne de Melike’yle tek kelime etmedi. Diğerleri de bu durumdan çok rahatsız değillerdi. Özcan televizyonu bırakmış telefonuna gömülmüştü. Melike ise tam aksine telefonunu bırakmış, televizyon nöbetini devralmıştı.

Yaklaşık yirmi dakika sonra Leyla, saçları yarı ıslak çocuklarla birlikte, odaya girdi. Kendisi de biraz ıslanmıştı. Banyo seferini bitiren üçlü, ortak bir iş yapmanın verdiği birliktelik duygusuyla sıcacık sobanın başına üşüştüler. Nevzat onları dikkatle izliyordu. Bir anlamda “bütün hayatı” demek olan bu üçlü gayet “tamam” görünüyordu. Sanki ona bu fotoğrafta yer yoktu. Zaten bir eksiklik hissedilse şimdiye kadar çoktan davet edilmiş olurdu. “İki dakika” diye geçirdi içinden. “İki dakikada burada olacaklardı, yirmi dakika sürdü. Odaya girmelerinin üzerinden tam iki dakika geçti. Benim varlığımı hatırlamadılar, benim oturduğum tarafa bile bakmadılar.” Nevzat iç sıkıntısıyla kıpırdanırken Özcan kafasını telefondan kaldırıp çocukları fark etti.

- Sıhhatler olsun çocuklar.

Çocuklar cevap vermediler.

Bu Özcan’ı durdurabilecek bir yöntem değildi. Leyla’ya dönerek:

- Abla bizde çocuklar banyo yapınca el öptürülür, dedi.

Leyla, bu “koca çocuğa” gülerek baktı ve ufaklıkları el öpmeye yolladı. Nevzat; kendi evinde, üstelik bir özel gün olmamasına, dışarıdan gelmemesine ve bu eylemi gerekçelendirecek hiçbir şey yaşanmış olmamasına rağmen öz çocuklarının elini öpmesini seyrederken bu geceki tefekkür konusunu bulmuştu: İtaat.

Leyla “Ne kadar garip bir âdet” dedi. Saçma dememek için kendisini zor tutuyordu. Nevzat, belki hayatında ilk kez, “Değil” diyerek karısına karşı çıktı. Kocasının gözlerinde kararlılıktan ziyade isyan gören Leyla tebessüm etmekle yetindi. Nasıl olsa kocasını alt edeceğine emindi, sadece bu hesabı misafirlerin yanında görmek istemiyordu. Fakat büyük bir hata yaptı. Özgüvenini rahatlığa çevirdi ve bunu avına hissettirdi. Nevzat’ın öfkesi bir anda 0’dan 100’e çıktı…

Ama öfkesini hiçbir şekilde belli etmedi. Belki Leyla bir şeylerin yanlış gittiğini sezinledi ama o bile kocasının öfkesini – galeyana geldiği anda elle tutulacak kadar sertleşen öfkesini- sezemedi. Nevzat kimsenin duygu durumunu keşfedememesinden aldığı kösnül hazzın etkisiyle aklından geçirdiği bir cümleyi ağzından kaçırdı:

- Söz hükmünü yitirdiğinde konuşacak bir şey kalmamış demektir.

Onun karısını ve belki de kendi hayatını düşünerek kurduğu bu cümle, yanlış bir hedefi vurdu: Son yarım saattir tek kelime konuşmadığı misafirleri Özcan ve Melike’yi. Leyla toparlamak için “Kahve içer misiniz?” sorusunu yardıma çağırdı. Bu yumuşatma çabası, misafirlere kalkmak için bahane oldu.

- Geç oldu abla, onu da başka zaman içeriz.

Melike Leyla’ya Özcan Nevzat’a sarıldı. Sonra dördü birlikte kapıya yöneldiler. Nevzat misafirleri yola kadar uğurlamakta ısrar edince buz gibi bir ayazla yüzleşmek zorunda kaldı. Zaten çok uzak olmayan evlerine yürüyen misafir çifti izlerken bir sigara yaktı ve kafasını evin tam karşısına çevirdi.

Mezarlığın önündeki kaldırımın üzerine ikişer metre mesafeyle uzanmış köpekler, yarım insan boyu uzunluğundaki duvarların ardında dinlenen ölüleri taklit ediyorlardı. Nevzat bir anda mezarlığa girme isteği duydu. Bu istek ölüme susamış bir adamın yolun sonunda karşılaşacağı şeyi keşfetme çabası mıydı? Yoksa yaşamak isteyen bir insanın ibret alma hevesi miydi? Çok da düşünmeden, ağzında sigarayla, mezarlığa daldı.

Babasının mezarının başına gelince istemsizce sigarasını attı ve Fatiha okumaya başladı. Bir müddet sessizliğin sesini dinledikten sonra, mezarlara özenle dikilmiş bitkilerin üzerine düşen damlaları seyretmeye başladı. Sanki gökten düşmüyor, bitkinin kökünden dışarı fışkırıyorlardı. “Ölüm yaşamın devamıdır” diye bir söz etti, ne dediğini pek de bilmeden…

Dinginleşmiş, sahte bir huzura kavuşmuştu ki; yaşarken şöyle uzaktan selamlaştığı Sabahattin abinin mezar taşı gözüne takıldı. Bir anda siniri tepesine fırladı. Sabahattin abinin ismi önce “Sapahattin” diye yazılmış sonra P harfi keçeli kalemden bozma bir şeyle B’ye çevrilmeye çalışılmıştı. Öfkesinin hedefi taşı yapan mermerciydi. “Mermeri dışarıdan getirtiyor. Zaten standart boy olduğu için bir daha üzerinde hiçbir oynama yapmıyor. Geri zekâlı herif! Altı üstü 10 harf yazacak, onu bile doğru düzgün beceremiyor.”

“Acaba bu ülkede bir gün ana dilimizi öğrenebilecek miyiz?” diye yarı öfke yarı hayıflanmayla geçirdi aklından. Gözden uzak olan gönülden uzak olur kaidesince bakışlarını Sabahattin abinin mezarından uzaklara doğru attı. Her taraf mezardı. “Ne çok insan yaşamış ve ölmüş. Ne kalmış bunlardan? Birkaç hatıra, soylarını devam ettiren çocuklar, tarla-tapan ve becerebildilerse iyi yaşanmış bir ömür.”

Bir ömür nasıl iyi yaşanırdı? İnsan bütün dikkatini kendi üzerinde topladığında mı yoksa durmadan çevresini gözlediğinde mi? Belki bir fikir uğruna bütün hayatından vazgeçtiğinde ömür yaşanılır hâle gelirdi. Nevzat bütün bunları düşünmek istiyordu. Ama hayat nehrinin üzerinden geçerken beyin köprüsünü nadiren kullanan insanlarda görülen bir nefes darlığına duçar oldu. Köprüsü sağlam değildi. Uzun yıllar o kadar az şey düşünmüştü ki, son birkaç aylık antrenman bile kondisyonunu iyi bir seviyeye çıkarmaya yetmemişti.

Kafasını kaldırıp göğe baktı. Yukarıdan bir yardım bekliyordu. Sessizlikten başka cevap alamadı. Bilinçsizce evinin olduğu tarafa çevirdi bakışlarını, camdan kendisini izleyen Leyla’yla göz göze geldi. Gidebilecek bir evi olduğunu, bu meraklı ve sorgulayıcı nazarların altında, hatırladı.

İşe yaramadığı için sirke gönderilmiş, orada da tutunamayıp emekli edilmiş bir at gibi hissediyordu. Omuzları çökmüş bir adam olarak evine yöneldi. İçeri girdiğinde bütün ışıkları sönmüş, herkesi yatmış buldu. İlk duyduğu his rahatlama oldu. “Hesap vermekten kurtulduk”, diye düşündü. “En azından bu gecelik.”

Hemen peşine iliklerinde rahatsız edici, insanı hem öfkelendiren hem de çaresiz kılan bir şey hissetti. Fakat adını koyamadı.

Mezarlığın dış tarafında gördüğü, mor çiçekli elma ağacı canlandı gözünde. Ne kadar güzel ne kadar yalındı. Acaba bunca ölünün yanındaki tek canlı olduğunun farkında mıydı? Bitkiler yalnızlık nedir anlıyorlar mıydı? Hayır anlamazlardı. Elma ağacı tek başınaydı ama yalnız değildi. Hiç değilse kendi içinde bir bütün oluşturuyordu. Yaprakları, gövdesi ve kökü vardı. Elma mevsimi geçtiğinde yaprakları dökülecek, belki gövdesi zarar görecekti. Ama bir kökü vardı.

“Hayvanlar… Yalnızlık nedir bilir mi acaba?” Bilmezler çünkü onlar da birbirlerini tamam ederler. Rollerini ustalıkla oynarlar ve çeker giderler.

Yalnız olan insandır. Çünkü kökü olmadığı halde, kök ne demek bilen tek varlık odur. Nevzat, iliklerinde hissettiği şeyin adını sonunda koydu: Köksüzlük.

Önceleri ufaklığı sebebiyle ütü odası dedikleri, ama yakın zamanda Nevzat tarafından ismi “tefekkür odasına” çevrilen yere doğru yürümeye başladı. Arkasında yalnızlığını, arkasında yeni keşfettiği köksüzlüğünü, arkasında kırk seneyi sürüklüyordu.

Kök salmak amacıyla birleştiği ama bir türlü sevemediği fakat daima saygı duyduğu karısı Leyla yerine belki başkasıyla evlenebilirdi. Belki de hiç evlenmezdi. Yapmaktan büyük keyif aldığı ama kendisine çok az kazandıran nalburluktan başka bir iş tutabilirdi. Belki hiç çalışmazdı. Memleketten çıkıp büyükşehre, hatta yurtdışına gidebilirdi. Belki adımını köyden dışarı atmazdı.

Nevzat şu saatte hayatta hiç tatmadığı bir nesne olan özgürlüğü özlüyordu. Özgürce kurduğu bütün hayaller kafasında geçit resmi yapıyor, ardından karşısına dikiliyor ve onu eziyordu. Kurtulmalıydı. Ama nasıl?

***

Nasıl kurtulacağını düşünürken aklına lakabı geldi. “Katil Nevzat” derlerdi. Eline geçirdiği her teknolojik aleti en akılalmaz biçimde bozmayı başarması yüzünden bu lakabı kazanmıştı. Ama yine de bozuk bir cihaz gördüğünde dayanamaz, tamir için hazırlıklara başlarken “Katil Nevzat işbaşında” demekten kendisini alamazdı. Onun için katil olmak, sanki bir şeyler başarmak demekti. Bu hissini nalburda pinekledikleri bir gün, arkadaşlarından birisine de söylemişti. Arkadaşı boş boş bakmaktan bir cevap verememiş ama hiçbir şey anlamadığı bu konuşmayı herkese yayarak Nevzat’ı katil diye meşhur etmişti.

Şu saat değil katil, nalbur Nevzat bile değildi. Elinden gelse kocalıktan ve hatta babalıktan da istifa edecekti. Her zaman dövüşmüş, dövüşmek için kuvvet bulmuş adam şimdi sandalyesine çökmüş, kendi kendine şunu telkin ediyordu:

“Herkesle her zaman dövüşemezsin Nevzat Efendi. Bazen görmezden gelmek gerek. Her seferinde ite bulaşamazsın. Bazen çalıyı dolaşmayı bilmek gerek. Her zaman asi olunmaz. Bazen teslim olacağın zamanı anlaman gerek.”

Bir yandan özgürlük için savaşmak isterken; öbür taraftan itaat edip huzura kavuşmayı diliyordu. Daha fenası ikisini de yapacak gücü bulamıyor, sadece tefekkür etmekle yetiniyordu.

Saat ilerlemişti. Nevzat konudan konuya sıçrayarak, bazen zihnine bazen kalbine geç kalarak; kimi zaman bedenini kimi zaman ruhunu tutarak kendi kendisini parçalıyor, bütünü bir türlü göremiyor fakat yine de derin bir tefekkür haline bürünüyordu.

İki katlı evin önünde, Nevzat’ın odasının penceresinin tam altında, bir karaltı peydah oldu.

Nevzat tefekkür odasının ışıklarını kapatmış, kendisi için başka bir hayat düşlüyordu. Sıfırdan başlayacağı, ne baba ne eş olacağı bir hayat… Yeni hayatına başlamak için yeni bir mesleğe ihtiyacı olduğunu biliyordu. Az kazanan nalburlar kendilerine yeni hayat kuramazlardı. “Hangi mesleği yaparım” diye düşündü. İşe daha önce icra ettiklerini gözden geçirerek başladı. Hayatta ilk parasını nereden kazanmıştı?

“Tabii ya! Hayatta ilk paramı dedemin elini öpmek suretiyle kazandım. Demek ki ilk mesleğim torunlukmuş. Torunluk deyip geçme, ciddiye almazsan zor meslektir.”

Bir müddet duran Nevzat’ın gözleri parladı: “Ben iyi bir torundum.” Evet, iyi bir torundu ve yeni hayatına bir torun olarak başlayabilecek deneyime sahipti. Fakat sevinci kursağında kaldı çünkü dedesinin öldüğünü hatırladı.

Evin kapısında bir tıkırtı vardı. Fare desen değil, kedi desen değil, köpek desen değil… Sadece bir insanın çıkarabileceği türden bir tıkırtı…

Nevzat derin bir tefekkürün zevkini tadıyordu. Bir zamanlar devam ettiği ama daha sonra sertçe eleştirerek ayrıldığı tarikat toplantılarında sıkça edilen bir sözü hatırladı. “Özgürlük itaatle mümkündür.” Ne güzel ne harika ve … ne işe yaramaz bir söz! Yine sinirlendi. Sinirli insanların her şeyin kötüsünü elleriyle koymuşçasına bulma yeteneğini kullanarak (bu da insana has bir meziyettir) tarikattan neden ayrıldığını hatırladı.

Biraraya geldikleri vakitler Allah, din veya kültür yerine; hangi kanalı izledikleri, hangi gazeteyi okudukları, hangi partiye oy verdikleri ve kiminle görüştükleri gibi meseleler üzerine konuşuyorlardı. Bir gün, yine böyle bir toplantının orta yerinde, kükredi: “Sürekli birbirini ve çevresini denetleyen bir istihbarat örgütü müyüz yoksa Allah’ın yolunda hakikate ulaşmak isteyen mümin kardeşler miyiz? Bilemiyorum. Şüphe ediyorum ve biliyorum ki, “Şüphe imanı öldürür.”

Kelimesi kelimesine bunları söylemiş ve çıkıp gitmişti. Kimse “Katil Nevzat’ı” döndürmek için yerinden kımıldayamadı. Sonra birkaç sefer nalbura uğradılar ama aradıkları Nevzat’ı bulamadılar. Onlara karşı hep munis olan Nevzat gitmiş, yerine öfkeyle bakan, her sözünde iğneleyen bir Nevzat gelmişti. Bu yeni Nevzat tarikat ehlinin verebileceği bir sınav değildi. Allah’ı olmasa bile yarattıklarını iyi tanıyan ehl-i tarik derhal Nevzat’ı kendi haline bıraktı.

Evin içinde ayak sesleri duyuluyordu. Leyla kocasının zannettiği bu sesle uyanmıştı. Yarın soracağı hesabı şimdiye almış, bölünen uykusunun hırsıyla kapıyı açmıştı… Ki, kocasına hiç de benzemeyen biriyle burun buruna geldi.

Nevzat adeta kendinden geçerek tefekkür etmeyi sürdürüyordu. “Şiir, belki o derdimize derman olur.” diye inledi. Sonra kafasını hafif geriye atıp, profesyonel bir öksürükle boğazını temizledikten sonra okumaya başladı:

“Koptu evden acı bir vaveyla,

Odalar inledi: “Leyla, Leyla!”

İçeriden Leyla’nın çığlığı duyuldu.

***

Nevzat, ensesinden dökülen bir damla terin sırtını bir otoyol rahatlığıyla kullanıp aşağıya doğru inmesiyle ürpererek kendine geldi. Hayalinde öldürdüğü Leyla, bir polis gibi tepesinde dikiliyordu. Saat sabahın beşiydi. Karısını önce şaşkın sonra munis bir yüzle izledi. Leyla bir gecede saçlarının yarısı beyazlayan kocasına neye baktığını çok da bilmeden bakıyordu. Nevzat’taki değişikliğin farkındaydı ama bu “ciddi” bir şey miydi yoksa kocası ciddiyetten uzak bir deliliğin pençesine mi düşmüştü, çözemiyordu.

Nevzat ise, tam tersine olarak, karısına ilk defa neye baktığını bilerek bakıyordu. O, Nevzat’ın rüyasında bile öldürmeyi başaramadığı şeytanı, özgürlük hayallerinin bir numaralı tıkayanı, itaati de kabul etmeyen oyunbozanı, nihayetinde hayat arkadaşıydı. Bunu böylece bilmek onu biraz rahatlattı.

Ayağa kalktı ve banyoya gitti.

Aynaya baktı ve kendi kendisinin gözünün içine odaklanarak sordu: “Sen kimsin?” Gözlerini – adeta kaçırarak - hafifçe aşağıya indirdi ve söyleyeceği sözle arasına mesafe koymak istercesine vücudunu geriye atarak cevapladı: “Başkası olamam. Ben benim.”

Son

Yorum Gönder

0 Yorumlar