Okuduklarım (Mayıs 2023)

Yoğun bir aydı. Neyse ki bitti. Dinmeyen yağmurlar, durulmayan ekonomik kriz, aşılamayan sosyal problemler… derken iki de seçim yapıverdik. İnsan neye göre seçiyor sorusunu feylesofların bireyci sorgulamalarına yem etmemek gerekiyor. Neden diye sorarsanız karşımızda 2023 seçimleri duruyor.

Bir kısım vatandaşımız şahsi çıkarlarını gözönüne alarak oy kullanırken; büyük çoğunluk bambaşka saiklerle sandığa gitti. Kimisi “demokrasinin yaşaması”, kimisi “devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü”, kimisi “yaşam tarzını korumak”, kimisi “din-i mübin-i İslam’ı yaşatmak” amacıyla reyini verdi. Sürpriz olmayan bir netice alındı.

Bu bir siyaset yazısı değil fakat yine de gündeme ufak bir temas ederek “ben de bu ülkede yaşıyorum” demek istedim. Çünkü Türkiye, en azından belirli aralıklarla, içinde yaşadığınızı hatırlatmanız gereken bir ülke. Yoksa kütükten düşürülme ihtimaliniz bulunuyor.

Yazıyı gündeme değinerek açmamın bir diğer sebebi de, geri kalan bölümde siyasetle uzaktan yakından bir ilişki kurmayacak olmamız. Hatta bugün herkesin içinde bunaldığı “sıcak gündeme” bile değinmeyeceğiz.

Geçen ay okuduğum kitapların sayısının düştüğünü yazmıştım. Bu ay da istikrarımı korudum ve sadece üç kitap okudum. Vakitsizlik, iş-güç gibi “mazeretlerin” yanında okuduğum kitaplardan zevk almam ve bitirmemek için çaba göstermem de bunda etkili oldu.

Önce okuduğum kitapların listesini sunacak, hemen peşine bunları bir güzel kritik edeceğim.

 

Bu Ay Okuduklarım

1-Walter Benjamin Üzerine – Theodor W. Adorno (Yapı Kredi Yayınları, 2012, Çeviren: Dilman Muradoğlu
2-Kıyamet Emeklisi (2.Cilt) – Şule Gürbüz (İletişim Yayınları, 2022)
3-Köylüler – Anton Çehov (Yaba Yayınları, 2001, Çeviren: Zeki Baştımar)

 

Ayın Kitabı: Kıyamet Emeklisi – Şule Gürbüz

Açılışı küçük bir alıntıyla yapmak istiyorum.

“Derdiyle etkilemeye çalışan elbet dertli değildir, olsa olsa hastadır, hatta hastalık bulaştırmaya çalışıyordur. Namuslu insan kederli olabilir ve mahzun, düşünceli olur ama mutsuz, meyus olamaz. O, ahlâksızıktan ve namussuzluktan gelen bir haldir.” (s.101)

Geçen ay Kıyamet Emeklisi romanının ilk cildini okumuş ve hakkında sadece bir paragraf yazarak, etraflıca konuşmayı bu aya bırakmıştım. Kendi kendime alıntı yapmayı pek sevmesem de geçen ayki bir tespitimi hatırlatmak istiyorum. “21. yüzyılda yazılmış en iyi Türk romanı”. İkinci cildi bitirdikten sonra bunu iyice emin olarak söylüyorum.

Neden? Bir sefer roman yazmak bir dünya kurmayı gerektirir. Bizde bir türlü istenilen sayıda iyi roman yazılamamasının nedeni roman yazmak üzere oturan kişilerin belirli formüllerle hareket etmelidir. Yirmi sayfa karakterin iç dünyasına ayırıyorsa peşine on sayfa manzara ekliyor, kimi paragrafları lüzumsuzca uzatırken bazı önemli konuları ima ile geçiyorlar. Kıyamet Emeklisi’nde bunların hiç birisi yok. Kimi yerlerde, karakterlerin iç dünyası takip etmeyi zorlaştıracak kadar iç içe geçse de, bunu yalnızca okurken dert ediyorsunuz. Kitabı bitirdikten sonra “Yazar bunu muhakkak bilerek yapmış” noktasına, üstelik koşarak, geliyorsunuz.

“Usta yazar” dili ustalıkla kullanan yazardır. Şule Hanımın dile hakimiyetini tartışacak değilim fakat üslup açısından, “Roman yayınlanmadan önce bir kez daha okunmalı mıydı?” diye düşünmeden edemiyorum. Bazı bölümlerde, sanki yazar işini yapmış ve yazmış, kitap da öylece yayınlanmış gibi bir his edindim. Üslup bütünlüğünü bozacak kadar büyük bir “hata” görmesem de bu eleştiriyi yapmak zorunda hissediyorum.

Roman “kıyamet emeklisi” Aziz’in bir türlü tam olamayan hayat hikâyesi aslında. Birinci ciltte; bu eksikliğini – üstelik eksikliğinin farkında bile olmadan- bir Melami şeyhi olan Hilmi Baba’yla kapatan Aziz; ikinci ciltte yalnızdır. Bir tezat olarak; bu ciltte evlenmiş, çocukları olmuş ve yeni bir mürşid olarak hemşerisi Nuhu’yu seçmiştir.

Nuhu ve Aziz. Topluma karışmayan, toplumu da kendisine karıştırmayan karakterler bunlar. Bazen isteseler bile kalabalığa dahil olamıyorlar. Buna rağmen Nuhu kalabalıkları yönetmek istiyor. Aziz ise tam tersine kalabalık olandan kaçmaya yer arıyor. İkisinin de sorumluluk duyguları yok denecek kadar az. Birbirlerine bile bağlanamıyorlar.

Köyden şehre gelmiş Aziz, yaşadığı zor hayatın etkisiyle, bocalıyor. Esas kavgayı kendi içinde vermekle beraber, bu kavganın tetikleyici unsurlarını daima dışarıda buluyor.

Bilhassa taşradan şehre gelmiş insanların hislerini yansıtması bakımından şu bölümü buraya almak istiyorum:

“Şeref ağırlığı, rengi ve akşamı incitmeden eğilerek, “Oğlum” diye başladı. Kendini, sözünü tarttığı belli bir ifade ile, “Hayata senin gibi incinerek ve hakları gasp edilmiş düşüncesiyle girenler öfkelerini dönüştürdükleri şeye taraftar toplarlar, ama o öfke gerçekten öfkelendiğine bir türlü yönelemediği için taraftarlarını da tam beğenmezler, taraftar da aslında neyin yanında olduğunu anlamaz, onlar da şaşkındır. Durmadan taraflarını ve taraftarlarını değiştirirler. Bu, derdin ne olduğunu açıkça söyleyememekten olur. Bu derdini aslında küçümsemek bu derdi kendine yakıştıramamak ama kündeye de getirememekten olur. Taraftarlar çırpınır da çırpınır beğenileceğiz, anlayacağız diye ama olmaz. Kendisi kaçar başka topluluk kurar, oradan da kaçar yani yalan insana kök tutturmaz, öfke kök saldırmaz, kin yine aynı şekilde. Bu memleketin anlaşılmaz adamları asıl dertlerini gizleyenlerden oluşur. Yani diyeceğim sen daha sade ol. Varsın taraftarın olmasın, buna alışmak belki zor ama yaşaması inan daha kolaydır,” deyip dalar gibi durdu.” (s.107)

Romanda insan ve beşerin farkına değiniliyor. Fakat kitap boyunca insan olmaya çabalayan Aziz, yine kitabın büyük çoğunluğunda beşer olmaktan çıkamıyor. Sürekli şaşıyor. Nuhu’nun çevresindeki beşerlerin maskelerinin ardına baktığı şu pasajı – uzun olmasına rağmen – olduğu gibi alıyorum:

“Malumatı ve aldığı yaş, etrafının gencelmesi ve gençleri en azından görünüşte hürmet sahibi görmek ona cesaret vermişti. Yaşla alınan cesaretin de yaşla teslim edilen korkuların da pek aslının olmadığı işaretini görmüştü. Hürmet görse bunun hürmet olmadığının, en başta muhatabının ona hürmet gösterecek gerçek kimse olmadığının, hakaret ya da istihza ile karşılaşsa muhatabının kendisinin temsil ettiğini düşündüğüne hazır cephanesinden bir ezberle saldırıda olduğunu biliyordu. Övgüde de yergide de kendisi aslında yoktu. Beğenen kendine ve durduğu yere hayranlığı onu beğenir gibi yaparak dile getiriyor, hücum eden nâbekâr onu böyle nâbekâr yapanın Nuhu gibiler olduğu zannı ile hem de kişiye değil, fikre, yaşam formuna saldırıyorum, demeyi hiç kendine cüret saymadan ücretini de ödemeden saydırıyordu. Bunlar bir soydan olana daha hiddetliydiler. Buradan Nuhu bunların bir hakikate gerçekten ama gerçekten ilişemeyen, dağınık, serpiştirilmiş, yüzeysel şeylerden müteşekkil ama günü, çağı her arsız gibi emmede ve yükseklik görmede mahir olduklarının farkındaydı. Ama Nuhu’nun korkusu hâlâ sağlamdı. Taş gibi bir korkusu vardı, taş başıma düşecek mi yoksa çok azmazsam Allah muhafaza edecek mi arasındaki, korku ile ümit arasındaki o yerde duruyordu. Ama dünya içinde duruyordu. Kendine hem şiddetli bir emniyeti hem korkusu vardı. Yavaş yavaş insanları tanır oldukça insandan korkunun bir strateji olduğunu, stratejik olarak ancak korkulacağını, insanın insan foyası dökmede mahir olamayacağını çünkü bildiğinin ve foya diye yapıştırdığının gerçeğin yüzde biri etmediğini artık görüyor, biliyordu. İnsan foya dökerken bile kendi foyası içindeydi. İnsanın foyasını anca Allah dökebilirdi, başka biri foya döktüğünü sanırken başka bir grup insan için yeni bir cila yapıyordu çünkü. Zilletlerin bile talibi hayranı vardı hem de şaşılacak olan şuydu ki irfandan çok çok daha fazla. Şimdi olduğundan beş beter bir insan olsa on beş kat fazla insana kavuşurdu, on beter olsa yirmi beş kat. Kötü, benzerini delice savunuyor, cahil cahile kanat oluyordu. Önyargı, olur ki azcık dökülür korkusu ile her gün aydınlar tarafından sıvası kontrol edilen ve eğitimli ustaların çalıştırıldığı bir duvardı. Ören ördüğüne bakıyordu sebebe bigâne, kendini faydalı ve çalışkan duyuyordu kalana bigâne. İnsan denen bu zorba cahil bildiklerini bilmediklerinden ördüğü duvarlar ile koruyordu. Yorgun ve boşa çalışan insan görmek artık alıştığı bir şey olmuştu. Nuhu’nun korkusu rahatsız edilmek korkusuydu artık, yanlışın bulunması değil. Yanlışın bulunmasının yanlışa sarılmış binlercesi için hazinenin aslında çöp olduğunu bulmaya eş değer olduğunu biliyordu artık. İnsanın korkusu ve nefreti gerçeğin bulunması değil, etrafında olsun dolanılmasıydı. Nasıl ki katil, polisler gelip de haltın işlendiği yerlerde dolaşırken korkuyu ve öfkeyi duyarsa ahmak ve yol arkadaşı ahlâksız yani dünyanın yerlisi de bunları yaparken değil, bunların etrafında dolanan görünce huzursuz oluyor ve, “Huzur gibisi yok,” diyorlardı.” (s.172-73)

Taşra demişken… Aziz yıllar sonra Baba’dan bir iz bulmak ümidiyle çocukluktan aşina olduğu köylere gider. Birisinde taşrayı mükemmelen çizen şu hadise yaşanır: “Aziz, “Nasıl olur söyleyin bari kaç kişisiniz şunun şurasında, hanginiz kime gider gelir, kimin elini eteğini tutar bilmez olur musunuz?” diye ateşlenince, elliliklerden biri, “Nerden bilelim, kimse ekini belli etmez ki, babanın yanına dedenin eteğine şen varan koyunu ile varan buradan kim bilir ne diyerek ayrılmıştır, koyunu nereye diye götürmüştür,” derken öbürü, “Sen şimdi hiç olmadık bir isimden bahset mesela ben hiç duymadım ama bir Celal Efendi de, bak bakalım köyde tanımayan var mı, olmayan bilinir olmayanı herkes tanır amma birisi varmışsa onu bilen olmaz!” deyince Aziz iyice donar gibi kaldı. Yani olmayanlar tanınıyor, olan bilinmezden geliyor birkaç nesle o da kayboluyor öyle mi, hele İsa aleyhisselamın köyünde ondan başka herkesin nüfus kaydı bulundu, bir o yok, Hz. İbrahim bilinmiyor, bütün firavunların mezarı bile duruyor, hayırlı kabir değil miydi kaybolan, hayırlı yaşayan da mı kaybolan?” diye der demez durunca başka biri, “Sen tanıyorsan o kadarla dur, zaten kimsenin tanıdığı kimseye benzemez, senin tanıdığın başkasının da tanıdığı değildir,” diye tüm doğallığı ile dedi, derken donar gibi sustu.” (s.272)

Kıyamet Emeklisi, insanı ve beşeri konu edinen, benlikleri dert eden bir eser; yazar yalnızca bir adamın hikâyesini anlatırken bile, o adamın içinde taşıdığı farklı kişilikleri de kitaba yedirmeyi başarıyor. İçinde köye ve şehre dair çokça şey barındıran, fakat günün sonunda Türkiye’nin bugün mutlak hakimi konumunda bulunan taşrayı anlatan bir roman aynı zamanda. Bunu taşralı olarak yapmaması onu hak ettiği seviyeye çıkaran birinci etmendir.

İyi bir roman okumak istiyorsanız, toplamda 900 sayfayı mütecaviz bu kitabı mutlaka okumalısınız.

 

Walter Benjamin Üzerine: Walter Benjamin edebiyattan felsefeye, fotoğraftan sosyolojiye kadar her işe bulaşmış ve daima özgün kalmayı başarmış bir adamdır. Bu özgünlük bazen o seviyeye gelir ki, okuyucu onu takip ederken yorulur. Çünkü bir nazariyeyi olanca teferruatıyla önünüze seren yazar, birazdan sanki hiç böyle bir şey olmamışçasına, bambaşka bir konuya kıvrılır. Bu tarz “zor” insanları okurken, biyografiler veya haklarında yazılmış parçalar işimize yarar. Arkadaşı Adorno da bu işi yapıyor. Adorno’nun Benjamin hakkında yazdığı yazıların haricinde ikilinin mektuplaşmalarından seçmeler de kitapta yer alıyor. Bütün kimliklerinden azade, geçen asrın en özgün adamlarından birisini yakından tanımak istiyorsanız bu kitabı okumanızı öneririm.

 

Köylüler: Çehov hikâye sahasında kendi ismiyle anılan bir tür yaratmış, kuvvetli bir yazardı. Sürekli sürekli klasikleri okumayı sevmesem de belirli aralıklarla “babaları” hatırlamak, eğer daha evvel okumamışsam açıkları kapatmak iyi oluyor. Tarihin daima ileriye doğru aktığına inansam “Nereden nereye geldiğimizi görmek için okuyorum” diyerek bu eylemi anlamlandırabilirdim. Fakat ben tarihin daima ileriye doğru gittiğine inanmıyorum. Klasikleri okuma sebebim ise kimi Adem evlatlarının ne kadar yükseğe çıktıklarını keşfetmek. Becerebilirsem bu işi nasıl yaptıklarına cevaplar bulmak. Kitaba gelirsek; Çehov’un bazı hikâyelerini toparlayan bu esere, onun ilk yayınlandığında Rusya’da kıyameti koparan “Köylüler” isimli öyküsünün ismi verilmiş. Köylüler Çehov’un o zamana kadar daima övülen köyü, bir de içeriden ve eleştirel bir bakışla ele aldığı hikâyesidir. Diğerleri zamana adı geçen kadar dayanamasa da bence Çehov tekniğini anlamak açısından muhakkak okunmalılar. Üstelik çeviri, bir zamanlar memleketin en Rusçu takımı olan komünist fırkanın şefi olan birisi tarafından yapılınca Rus edebiyatı hakkında olabildiğince “içeriden” bir fikir edinmenize fayda sağlıyor. Tavsiye ederim.

 

Umarım istifade etmişsinizdir. Önümüzdeki ay, yeni kitaplarla, buluşmak dileğiyle…


Yorum Gönder

0 Yorumlar