Yoğun bir aydı. Neyse ki bitti. Dinmeyen yağmurlar,
durulmayan ekonomik kriz, aşılamayan sosyal problemler… derken iki de seçim
yapıverdik. İnsan neye göre seçiyor sorusunu feylesofların bireyci
sorgulamalarına yem etmemek gerekiyor. Neden diye sorarsanız karşımızda 2023
seçimleri duruyor.
Bir kısım vatandaşımız şahsi çıkarlarını gözönüne alarak oy
kullanırken; büyük çoğunluk bambaşka saiklerle sandığa gitti. Kimisi
“demokrasinin yaşaması”, kimisi “devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü”,
kimisi “yaşam tarzını korumak”, kimisi “din-i mübin-i İslam’ı yaşatmak”
amacıyla reyini verdi. Sürpriz olmayan bir netice alındı.
Bu bir siyaset yazısı değil fakat yine de gündeme ufak bir
temas ederek “ben de bu ülkede yaşıyorum” demek istedim. Çünkü Türkiye, en
azından belirli aralıklarla, içinde yaşadığınızı hatırlatmanız gereken bir
ülke. Yoksa kütükten düşürülme ihtimaliniz bulunuyor.
Yazıyı gündeme değinerek açmamın bir diğer sebebi de, geri
kalan bölümde siyasetle uzaktan yakından bir ilişki kurmayacak olmamız. Hatta
bugün herkesin içinde bunaldığı “sıcak gündeme” bile değinmeyeceğiz.
Geçen ay okuduğum kitapların sayısının düştüğünü yazmıştım.
Bu ay da istikrarımı korudum ve sadece üç kitap okudum. Vakitsizlik, iş-güç
gibi “mazeretlerin” yanında okuduğum kitaplardan zevk almam ve bitirmemek için
çaba göstermem de bunda etkili oldu.
Önce okuduğum kitapların listesini sunacak, hemen peşine
bunları bir güzel kritik edeceğim.
Bu Ay Okuduklarım
1-Walter Benjamin Üzerine – Theodor W. Adorno (Yapı
Kredi Yayınları, 2012, Çeviren: Dilman Muradoğlu
2-Kıyamet Emeklisi (2.Cilt) – Şule Gürbüz (İletişim Yayınları, 2022)
3-Köylüler – Anton Çehov (Yaba Yayınları, 2001, Çeviren: Zeki Baştımar)
Ayın Kitabı: Kıyamet Emeklisi – Şule Gürbüz
Açılışı küçük bir alıntıyla yapmak istiyorum.
“Derdiyle etkilemeye çalışan elbet dertli değildir, olsa
olsa hastadır, hatta hastalık bulaştırmaya çalışıyordur. Namuslu insan kederli
olabilir ve mahzun, düşünceli olur ama mutsuz, meyus olamaz. O, ahlâksızıktan
ve namussuzluktan gelen bir haldir.” (s.101)
Geçen ay Kıyamet Emeklisi romanının ilk cildini okumuş ve
hakkında sadece bir paragraf yazarak, etraflıca konuşmayı bu aya bırakmıştım.
Kendi kendime alıntı yapmayı pek sevmesem de geçen ayki bir tespitimi
hatırlatmak istiyorum. “21. yüzyılda yazılmış en iyi Türk romanı”. İkinci cildi
bitirdikten sonra bunu iyice emin olarak söylüyorum.
Neden? Bir sefer roman yazmak bir dünya kurmayı gerektirir.
Bizde bir türlü istenilen sayıda iyi roman yazılamamasının nedeni roman yazmak
üzere oturan kişilerin belirli formüllerle hareket etmelidir. Yirmi sayfa
karakterin iç dünyasına ayırıyorsa peşine on sayfa manzara ekliyor, kimi
paragrafları lüzumsuzca uzatırken bazı önemli konuları ima ile geçiyorlar.
Kıyamet Emeklisi’nde bunların hiç birisi yok. Kimi yerlerde, karakterlerin iç
dünyası takip etmeyi zorlaştıracak kadar iç içe geçse de, bunu yalnızca okurken
dert ediyorsunuz. Kitabı bitirdikten sonra “Yazar bunu muhakkak bilerek yapmış”
noktasına, üstelik koşarak, geliyorsunuz.
“Usta yazar” dili ustalıkla kullanan yazardır. Şule Hanımın
dile hakimiyetini tartışacak değilim fakat üslup açısından, “Roman
yayınlanmadan önce bir kez daha okunmalı mıydı?” diye düşünmeden edemiyorum.
Bazı bölümlerde, sanki yazar işini yapmış ve yazmış, kitap da öylece
yayınlanmış gibi bir his edindim. Üslup bütünlüğünü bozacak kadar büyük bir
“hata” görmesem de bu eleştiriyi yapmak zorunda hissediyorum.
Roman “kıyamet emeklisi” Aziz’in bir türlü tam olamayan
hayat hikâyesi aslında. Birinci ciltte; bu eksikliğini – üstelik eksikliğinin
farkında bile olmadan- bir Melami şeyhi olan Hilmi Baba’yla kapatan Aziz;
ikinci ciltte yalnızdır. Bir tezat olarak; bu ciltte evlenmiş, çocukları olmuş
ve yeni bir mürşid olarak hemşerisi Nuhu’yu seçmiştir.
Nuhu ve Aziz. Topluma karışmayan, toplumu da kendisine
karıştırmayan karakterler bunlar. Bazen isteseler bile kalabalığa dahil
olamıyorlar. Buna rağmen Nuhu kalabalıkları yönetmek istiyor. Aziz ise tam
tersine kalabalık olandan kaçmaya yer arıyor. İkisinin de sorumluluk duyguları
yok denecek kadar az. Birbirlerine bile bağlanamıyorlar.
Köyden şehre gelmiş Aziz, yaşadığı zor hayatın etkisiyle,
bocalıyor. Esas kavgayı kendi içinde vermekle beraber, bu kavganın tetikleyici
unsurlarını daima dışarıda buluyor.
Bilhassa taşradan şehre gelmiş insanların hislerini
yansıtması bakımından şu bölümü buraya almak istiyorum:
“Şeref ağırlığı, rengi ve akşamı incitmeden eğilerek,
“Oğlum” diye başladı. Kendini, sözünü tarttığı belli bir ifade ile, “Hayata
senin gibi incinerek ve hakları gasp edilmiş düşüncesiyle girenler öfkelerini
dönüştürdükleri şeye taraftar toplarlar, ama o öfke gerçekten öfkelendiğine bir
türlü yönelemediği için taraftarlarını da tam beğenmezler, taraftar da aslında
neyin yanında olduğunu anlamaz, onlar da şaşkındır. Durmadan taraflarını ve
taraftarlarını değiştirirler. Bu, derdin ne olduğunu açıkça söyleyememekten
olur. Bu derdini aslında küçümsemek bu derdi kendine yakıştıramamak ama kündeye
de getirememekten olur. Taraftarlar çırpınır da çırpınır beğenileceğiz,
anlayacağız diye ama olmaz. Kendisi kaçar başka topluluk kurar, oradan da kaçar
yani yalan insana kök tutturmaz, öfke kök saldırmaz, kin yine aynı şekilde. Bu
memleketin anlaşılmaz adamları asıl dertlerini gizleyenlerden oluşur. Yani
diyeceğim sen daha sade ol. Varsın taraftarın olmasın, buna alışmak belki zor
ama yaşaması inan daha kolaydır,” deyip dalar gibi durdu.” (s.107)
Romanda insan ve beşerin farkına değiniliyor. Fakat kitap
boyunca insan olmaya çabalayan Aziz, yine kitabın büyük çoğunluğunda beşer
olmaktan çıkamıyor. Sürekli şaşıyor. Nuhu’nun çevresindeki beşerlerin
maskelerinin ardına baktığı şu pasajı – uzun olmasına rağmen – olduğu gibi
alıyorum:
“Malumatı ve aldığı yaş, etrafının gencelmesi ve gençleri
en azından görünüşte hürmet sahibi görmek ona cesaret vermişti. Yaşla alınan
cesaretin de yaşla teslim edilen korkuların da pek aslının olmadığı işaretini
görmüştü. Hürmet görse bunun hürmet olmadığının, en başta muhatabının ona
hürmet gösterecek gerçek kimse olmadığının, hakaret ya da istihza ile
karşılaşsa muhatabının kendisinin temsil ettiğini düşündüğüne hazır
cephanesinden bir ezberle saldırıda olduğunu biliyordu. Övgüde de yergide de
kendisi aslında yoktu. Beğenen kendine ve durduğu yere hayranlığı onu beğenir
gibi yaparak dile getiriyor, hücum eden nâbekâr onu böyle nâbekâr yapanın Nuhu
gibiler olduğu zannı ile hem de kişiye değil, fikre, yaşam formuna
saldırıyorum, demeyi hiç kendine cüret saymadan ücretini de ödemeden
saydırıyordu. Bunlar bir soydan olana daha hiddetliydiler. Buradan Nuhu
bunların bir hakikate gerçekten ama gerçekten ilişemeyen, dağınık,
serpiştirilmiş, yüzeysel şeylerden müteşekkil ama günü, çağı her arsız gibi
emmede ve yükseklik görmede mahir olduklarının farkındaydı. Ama Nuhu’nun
korkusu hâlâ sağlamdı. Taş gibi bir korkusu vardı, taş başıma düşecek mi yoksa
çok azmazsam Allah muhafaza edecek mi arasındaki, korku ile ümit arasındaki o
yerde duruyordu. Ama dünya içinde duruyordu. Kendine hem şiddetli bir emniyeti
hem korkusu vardı. Yavaş yavaş insanları tanır oldukça insandan korkunun bir
strateji olduğunu, stratejik olarak ancak korkulacağını, insanın insan foyası
dökmede mahir olamayacağını çünkü bildiğinin ve foya diye yapıştırdığının
gerçeğin yüzde biri etmediğini artık görüyor, biliyordu. İnsan foya dökerken
bile kendi foyası içindeydi. İnsanın foyasını anca Allah dökebilirdi, başka
biri foya döktüğünü sanırken başka bir grup insan için yeni bir cila yapıyordu
çünkü. Zilletlerin bile talibi hayranı vardı hem de şaşılacak olan şuydu ki
irfandan çok çok daha fazla. Şimdi olduğundan beş beter bir insan olsa on beş
kat fazla insana kavuşurdu, on beter olsa yirmi beş kat. Kötü, benzerini delice
savunuyor, cahil cahile kanat oluyordu. Önyargı, olur ki azcık dökülür korkusu
ile her gün aydınlar tarafından sıvası kontrol edilen ve eğitimli ustaların
çalıştırıldığı bir duvardı. Ören ördüğüne bakıyordu sebebe bigâne, kendini
faydalı ve çalışkan duyuyordu kalana bigâne. İnsan denen bu zorba cahil
bildiklerini bilmediklerinden ördüğü duvarlar ile koruyordu. Yorgun ve boşa
çalışan insan görmek artık alıştığı bir şey olmuştu. Nuhu’nun korkusu rahatsız
edilmek korkusuydu artık, yanlışın bulunması değil. Yanlışın bulunmasının
yanlışa sarılmış binlercesi için hazinenin aslında çöp olduğunu bulmaya eş
değer olduğunu biliyordu artık. İnsanın korkusu ve nefreti gerçeğin bulunması
değil, etrafında olsun dolanılmasıydı. Nasıl ki katil, polisler gelip de haltın
işlendiği yerlerde dolaşırken korkuyu ve öfkeyi duyarsa ahmak ve yol arkadaşı
ahlâksız yani dünyanın yerlisi de bunları yaparken değil, bunların etrafında
dolanan görünce huzursuz oluyor ve, “Huzur gibisi yok,” diyorlardı.” (s.172-73)
Taşra demişken… Aziz yıllar sonra Baba’dan bir iz bulmak
ümidiyle çocukluktan aşina olduğu köylere gider. Birisinde taşrayı mükemmelen
çizen şu hadise yaşanır: “Aziz, “Nasıl olur söyleyin bari kaç kişisiniz
şunun şurasında, hanginiz kime gider gelir, kimin elini eteğini tutar bilmez
olur musunuz?” diye ateşlenince, elliliklerden biri, “Nerden bilelim, kimse
ekini belli etmez ki, babanın yanına dedenin eteğine şen varan koyunu ile varan
buradan kim bilir ne diyerek ayrılmıştır, koyunu nereye diye götürmüştür,”
derken öbürü, “Sen şimdi hiç olmadık bir isimden bahset mesela ben hiç duymadım
ama bir Celal Efendi de, bak bakalım köyde tanımayan var mı, olmayan bilinir
olmayanı herkes tanır amma birisi varmışsa onu bilen olmaz!” deyince Aziz iyice
donar gibi kaldı. Yani olmayanlar tanınıyor, olan bilinmezden geliyor birkaç
nesle o da kayboluyor öyle mi, hele İsa aleyhisselamın köyünde ondan başka
herkesin nüfus kaydı bulundu, bir o yok, Hz. İbrahim bilinmiyor, bütün
firavunların mezarı bile duruyor, hayırlı kabir değil miydi kaybolan, hayırlı
yaşayan da mı kaybolan?” diye der demez durunca başka biri, “Sen tanıyorsan o
kadarla dur, zaten kimsenin tanıdığı kimseye benzemez, senin tanıdığın
başkasının da tanıdığı değildir,” diye tüm doğallığı ile dedi, derken donar
gibi sustu.” (s.272)
Kıyamet Emeklisi, insanı ve beşeri konu edinen, benlikleri
dert eden bir eser; yazar yalnızca bir adamın hikâyesini anlatırken bile, o
adamın içinde taşıdığı farklı kişilikleri de kitaba yedirmeyi başarıyor. İçinde
köye ve şehre dair çokça şey barındıran, fakat günün sonunda Türkiye’nin bugün
mutlak hakimi konumunda bulunan taşrayı anlatan bir roman aynı zamanda. Bunu
taşralı olarak yapmaması onu hak ettiği seviyeye çıkaran birinci etmendir.
İyi bir roman okumak istiyorsanız, toplamda 900 sayfayı
mütecaviz bu kitabı mutlaka okumalısınız.
Walter Benjamin Üzerine: Walter Benjamin edebiyattan
felsefeye, fotoğraftan sosyolojiye kadar her işe bulaşmış ve daima özgün
kalmayı başarmış bir adamdır. Bu özgünlük bazen o seviyeye gelir ki, okuyucu
onu takip ederken yorulur. Çünkü bir nazariyeyi olanca teferruatıyla önünüze
seren yazar, birazdan sanki hiç böyle bir şey olmamışçasına, bambaşka bir
konuya kıvrılır. Bu tarz “zor” insanları okurken, biyografiler veya haklarında
yazılmış parçalar işimize yarar. Arkadaşı Adorno da bu işi yapıyor. Adorno’nun
Benjamin hakkında yazdığı yazıların haricinde ikilinin mektuplaşmalarından
seçmeler de kitapta yer alıyor. Bütün kimliklerinden azade, geçen asrın en
özgün adamlarından birisini yakından tanımak istiyorsanız bu kitabı okumanızı
öneririm.
Köylüler: Çehov hikâye sahasında kendi ismiyle anılan
bir tür yaratmış, kuvvetli bir yazardı. Sürekli sürekli klasikleri okumayı
sevmesem de belirli aralıklarla “babaları” hatırlamak, eğer daha evvel
okumamışsam açıkları kapatmak iyi oluyor. Tarihin daima ileriye doğru aktığına
inansam “Nereden nereye geldiğimizi görmek için okuyorum” diyerek bu eylemi
anlamlandırabilirdim. Fakat ben tarihin daima ileriye doğru gittiğine
inanmıyorum. Klasikleri okuma sebebim ise kimi Adem evlatlarının ne kadar
yükseğe çıktıklarını keşfetmek. Becerebilirsem bu işi nasıl yaptıklarına
cevaplar bulmak. Kitaba gelirsek; Çehov’un bazı hikâyelerini toparlayan bu
esere, onun ilk yayınlandığında Rusya’da kıyameti koparan “Köylüler” isimli
öyküsünün ismi verilmiş. Köylüler Çehov’un o zamana kadar daima övülen köyü,
bir de içeriden ve eleştirel bir bakışla ele aldığı hikâyesidir. Diğerleri
zamana adı geçen kadar dayanamasa da bence Çehov tekniğini anlamak açısından
muhakkak okunmalılar. Üstelik çeviri, bir zamanlar memleketin en Rusçu takımı
olan komünist fırkanın şefi olan birisi tarafından yapılınca Rus edebiyatı
hakkında olabildiğince “içeriden” bir fikir edinmenize fayda sağlıyor. Tavsiye
ederim.
Umarım istifade etmişsinizdir. Önümüzdeki ay, yeni
kitaplarla, buluşmak dileğiyle…
0 Yorumlar