Blog Notlar - 13

Blog notlar ismini verdiğim seriye devam etmeyeli uzun zaman oldu. Kısa bir hatırlatma kaabilinden şunu söylemeliyim: Bu serideki yazıların bütünlük iddiası olmadığı gibi, birbirleriyle de alakası yoktur. Hepsinin toplam üç adet ortak noktası mevcuttur: Hayata dair olmaları, Tetebbûlar'da yayınlanmaları ve benim kalemimden çıkmaları.

Serinin bu sayısında; seçimlere, yakından izlediğim bir greve ve onunla da bağlantılı olan yapay zekâ soruşturmasına, Engin Ardıç'a,  gençliğe ve yaşlılığa değinecek; İsmail Hakkı Okday'ın Vahdettin tanımlamasını iktibas edecek ve İbn-i Arabi'nin nefis bir sözünü paylaşacağım.

Artık her ay kitap yazdığım için, başından beri serimizde kendisine yer bulan, "kitap tavsiyesi" bölümünü tasfiye ettim. Fakat "görsel" köşemiz yerini koruyor. Mafyaya dair harika bir fotoğrafla bu köşeyi süsleyeceğiz.

Başlayalım.


1
"Kendini bilmeyen kâfirdir." İbn-i Arabi


2
"Arenella Sahilinde Parti Bitti"

Letizia Battaglia "sarı saçları, takunyaları ve çiçekli eteğiyle" suç mahalline girmek için fazla naif bulunsa da, ülkesinin en meşhur "mafya fotoğrafçısı" olmayı başardı. Uzmanları daha iyi bilir fakat benim gördüğüm fotoğraflarında iki tema ön plana çıkıyor: Mafya ve doğa. Sicilya adasını gösteren muhteşem fotoğraflarından birisini buraya alıyorum.


Letizia Battaglia, On the Arenella beach the party is over, Palermo, 1986


Battaglia'nın objektifinden çıkan bu fotoğraf, geçtiğimiz aylarda açılan bir "mafya fotoğrafları" sergisinde gösterime sunuldu. Battaglia'nın birden fazla çalışması sergide yer bulsa da, o en çok bu fotoğrafı sevdiğini söylemiş. Hikayesini ise şöyle anlatıyor: "Bir şeyler çekmek için deniz kenarına gittiğimde çok garip bir masa gördüm. Birisi bir ziyafet vermişti ve nedendir bilinmez geriye sadece bu tavuk kalmıştı. Şiirseldi."

Benimse aklıma Attila İlhan'ın meşhur mısraları geldi: "Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız / O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız".

Diğer taraftan şimdilerde "moda" olsa da siyah ve beyazın kuvvetini göstermesi açısından da bu fotoğrafı etkileyici buldum. Deniz mavi, tavuk muhtemeldir ki en az iki renkli, masa kahverengi, şişeler yeşil... Ama bu fotoğrafta bunların bir kıymeti yok: Çünkü sadece siyah ve beyaz var.

Bakmayı öğrenenler için güzel bir fotoğraf kadar keyif veren az şey vardır.


3
Hollywood Yazarlar Grevi, Senato'nun Yapay Zekâ Soruşturması

2 Mayıs'ta başlayan ve halen de süren bir grevi yakından izlemeye çalışıyorum: Hollywood Yazarlar Grevi.

"Entertainment'in" yani eğlencenin başlıbaşına bir sektör, bir din veya yaşam tarzı olduğu Batı dünyasında; bu kadar içeriği üretmekle mükellef olan yazarlar en sonunda isyan ettiler. Bu isyanın sebebi de yabancımız değil: Yapay Zekâ.

Yapay zekânın yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanması yüzünden birçok yazar ve senarist işsiz kalma tehlikesiyle yüzleşiyor. Patronların düşüncesine göre; insanın yaptığı işi yapan ve karşılığında para istemeyen bu makinalar yazarlardan daha kıymetli. Yazarlar ise insanlar için üretimi yine en iyi insanların yapacağını, bunun karşılığında da para kazanmayı hak ettiklerini söylüyorlar.

Yazarlar kabaca yaptıkları işin hakkının verilmesini talep ediyorlar. Hem maddi hem de manevi olarak... Şu anlık herkes onlara sempatiyle bakıyor ama hiç kimse istediklerini vermiş değil. Bakalım yeni bir çağ açacağı düşünülen yapay zekânın da işin içinde olduğu bu grev nasıl sonuçlanacak?

Bir taraftan yazarlar yapay zekânın onları işlerinden etmesinden şekvacı olup greve giderken; öteki taraftan Amerikan Senatosu da yapay zekâyı konu edinen bir soruşturma başlattı. Daha önce Avrupalılar belirli yasal düzenlemeler yapmıştı fakat ABD bu işte yavaş kaldı. Bütün büyük oyuncuların Amerika'da bulunması sebebiyle senato soruşturması ayrıca kıymet kazandı. Bildiğim kadarıyla ilk kez yapılan soruşturmanın "konukları" arasında meşhur ChatGPT'nin sahibi OpenAI şirketinin kurucusu da vardı. Tamamını şu linkten izleyebileceğiniz soruşturma ilginç anlara sahne oldu.

Mesela grevde olmasalar Hollywood yazarlarının yazacağı türden bir sahne yaşandı. Sam Altman, yani OpenAI'ın kurucusu, yapay zekâda "işler kötü giderse, boka sarabiliriz" dedi.

Bir taraftan yapay zekâ şirketlerinin tekelleşmesi tehlikesi görülürken; diğer taraftan siyaset müessesi henüz bu yeni aygıta nasıl müdahale edeceğini bilmiyor. Bu soruşturma vasıtasıyla, çok değil 10 sene sonra, belki de gülerek hatırlayacağımız bir hatıra bırakıldı. Yönetici sınıf ile yapay zekânın bu ilk karşılaşmasında sorulan soruların bir kısmı, pek muhtemeldir ki, aradan biraz zaman geçince bize çok saçma gelecek. (Bir kısmı bugün için bile saçma.) Çünkü çoktan "o aşamayı" geçmiş olacağız.

Yine de demokrasi güzel şey. Saçma da olsa soru sorulabiliyor...


4
Damadı İsmail Hakkı Okday Vahideddin'den bahsederken Schiller'in şu sözünü hatırlatır: "Tarafların lûtuf ve nefretiyle altüst olan karakterinin görüntüsü tarih içinde bir yerden bir yere gidip geliyor."


5
Seçimler: İki Türkiye'nin Hikayesi

İlk etkisi ortadan kaybolsa bile sonuçları itibarıyla uzun yıllara tesir edecek bir seçim yaptık. Seçim sonucunun bize bir kez daha gösterdiği şudur ki: Türkiye karpuz gibi ortadan ikiye bölünmüş durumdadır.

Bazen birle birin toplamı iki etmez. Bugün herkesin bir Türkiye'si bir de öteki Türkiye'si vardır. Üstünkörü bir bakış bile bunları toplayınca iki etmediğini görmeye yeter. Biz yine de şöyle bir bakalım istiyorum. Kısa kısa notlarla seçimin görünümünü kafamızda oturtmak geleceğe dair perspektif oluşturmakta muhakkak fayda sağlayacaktır.

İlk önce şu hakikat meydana çıktı ki; Türkiye değişim istemiyormuş. Türkiye'de zaten iktidarın değişmesini isteyenlerin bu istekleri "yükselmiş" yoksa vatandaşın kahir ekseriyetinde böyle bir hava yokmuş.

İkinci mesele "seçimin kritik unsuru"nun kim olduğudur. Bu unsur başından beri milliyetçilerdi. Fakat sanki HDP/YSP imiş gibi davranıldı. Neden? Çünkü "akıllı bıdık" kadrosundan kendi kendilerini entelektüel atayanlar öyle olsun istiyorlardı. Akıllanırlar mı? Mümkün değil. Şimdi "Kürt oylarıyla Ankara'yı almanın" derdindeler. Bunlar... Entelektüeller!

Milliyetçiler tabii ki MHP'den ibaret değiller. Fakat tarihi konumu düşünüldüğünde siyasi milliyetçiliğin sembol partisinden bahsediyoruz. Peki bu parti sahiden hiçbir şey yapmadan mı %10 aldı? Yoksa ideolojik olarak Türk siyasetine kendi gerçeklerini dayattığı için mi bu kadar rey topladı? Cevap şüphesiz ikincisidir. MHP için kullanılabilecek bir sıfat da "Sorumsuz iktidar"dır.

Diğer taraftan memlekette solun bir İsa'ya muhtaç olduğu da meydana çıktı. Kendilerinden beklenen hiç olmazsa işçi hakları konusunda ses çıkarmalarıyken, sosyal medyanın gazıyla hareket edip popülizme teslim olanların "solcu" sıfatını taşımaları ülke için üzücüdür. Şov yapmak ve siyaset etmek arasındaki farkı bilmeyenler kocaman kafalarını sandığa sokmuşlar fakat çıkarmayı başaramamışlardır.

CHP... Bu kadarı kâfi.

Fakat esas kötü olan kimsenin yenilgiyi sahiplenmemesi, adeta herkesin seçimi kazandığını iddia etmesidir. Halbuki seçimin bir tane kazananı vardır, o da mevcut cumhurbaşkanıdır. Son cümleyi anlamak bize bir şey kazandırmaz ama sindirmek çok şey kazandırır.


6
Yapılanları beğenmemek bir gençlik hastalığıdır. Yapılacak olanları hakir görmek ise yaşlılık belirtisidir.


7
Ucuza Giden Bir Adam: Engin Ardıç

Engin Ardıç, kullanmayı pek sevdiği deyimle, "nalları dikti". Türk medyasının bir şey kaybettiğini düşünmüyorum çünkü ortada bir medya yok.

Kuvvetli bir medyada Engin Ardıç var olabilecek adamdı, nitekim olmuştu da. Her şeyini okunarak kazanan bu adam, insanların artık okumadıklarını (ya da hiçbir zaman okumadıklarını) anladığında suya yazı yazmaya başladı.

Oysa yazarlık mesleğinde yeni palazlandığı vakitler yalnızca son kısmını alıntılıyacağım şöyle yazılar kaleme almıştı:

"Yoksa benim için de mi günün birinde gazetelerde “Elim bir ziya” başlıklı ilanlar çıkacak? Salihat-ı nisvandan olamayacağımıza göre adımızın yanında parantez içinde “Beyefendi” yazan da bulunmaz. Filmin sonunda çocuk ölüyor işte, muharrir, Oğuz abisi gibi en verimli çağında, kendisinden henüz çok şey beklenen bir yaşta aramızdan ayrılmıştır… Babana yazdığın bir mektupta “Ne yani, babacığım,” demiştin, “ben de senin gibi ölecek miyim?”

Ne yani Oğuz, ben de senin gibi ölecek miyim?” - Doğru Söyleyeni Dokuz Köyden… (s.219-20)

Oğuz Atay'ın ölümünün 10. yıldönümünde, yaşça kendisinden epeyce küçük de olsa, yine de "arkadaşı" kabul ettiği yazarın ardından böyle yazmıştı.

Oğuz Atay'ın babası gibi, Oğuz Atay gibi, dünyaya gelen her canlı gibi, o da öldü. En verimli çağında değil artık "karta çektiği" bir vakit, üstelik tam da hararetli cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turunun önü sıra, öldü.

Bir zamanlar mensubu olduğu sol mahalle onu çoktan aforoz etmişti. Sağcılara göre değildi, onlar onu hiç benimsemedi. Fakat bir şekilde okundu. Çünkü kalemi kuvvetliydi.

Ne yazarsa yazsın okunan adamlar vardır. Bunlar insana yazmanın sihirli bir güç olduğu fikrini aşılarlar. Zor şeyleri sadece bir ifadeyle tanımlarlar ve... işte oldu bitti.

Birçok insan eksiklerini kapatmak için yazar. Kimisi yalnızdır arkadaş arar. Engin Ardıç eksiklerini parlatmak için yazıyordu. Bu kadar kötü hatırlanmasının sebebi zamanında ne derece olduğu bilinmeyen solculuğundan istifa etmesi değil, kötülüğü kaleminin ucunda çevirip çevirip övmesidir.

Kim ne derse desin büyük bir kalemdi. Kim nasıl düşünürse düşünsün bence o iki kelimede özetlenecek bir adamdı: Ucuza gitti.


Yorum Gönder

0 Yorumlar