Evvelen ıydiniz said olsun! Saniyen ömrünüz mezîd olsun! Salisen makamınız âlî olsun! Cümle sevdiklerinizle beraber nice bayramlara erişmenizi temenni ederim muhterem kâriler.
Söze başlamadan önce manasını kaybettiği iddia olunan bayramlar hakkında bir iki kelam etmek isterim.
Nerede o eski bayramlar? Hiçbir alternatifimiz olmadığı için birbirimize mecbur olduğumuz "güzel" bayramlar! Şimdi öyle mi? Çok alternatif var. Ama bazılarımız bunları bir kenara bırakıp yine de eski usul bayram kutluyor. Bence bunun kıymeti daha fazladır. Eskiyi yâd etmek ne kadar hoş bir davranışsa, onu olduğu gibi muhafaza etmek de o derece saçma ve zorlamadır. Dolayısıyla şikâyet etmekten vazgeçip alışmak daha faydalı bir tutum olacaktır.
Bayramlar, aynı zamanda, yaşadığımız hengâmenin ortasında nefes alma işlevi görürler. Bu işi gören bir başka nesne de kitaplardır.
Bildiğiniz gibi sene başından beri öz dilimizde okuduğum kitapları yazıyorum. Bir tanesini "ayın kitabı" olarak tespit ediyor ve daha genişçe değerlendiriyorum. Diğerlerini de boş geçmiyor, birer paragrafla haklarından geliyorum.
Bu ay okuduğum kitapların sayısı yalnızca dörttür ve listesi aşağıdadır.
Bu Ay Okuduklarım
1- Fotoğrafın Kısa Tarihi - Walter Benjamin (Agora Kitaplığı, 2012, Çeviren: Osman Akınhay)
2- Azâb-ı Mukaddes - Neyzen Tevfik (Kapı Yayınları, 2020)
3- Yarının Tarihi - Stefan Zweig (Can Yayınları, 2018, Çeviren: Ahmet Cemal)
4- Deliliğe Övgü - Erasmus (Kabalcı Yayınevi, 2002, Çeviren: Nusret Hızır)
Ayın Kitabı: Azâb-ı Mukaddes - Neyzen Tevfik
"Ölmüşlerle uğraşılmaz demişler,
Hikmetini bize soran olmadı.
Bu bir rüya altı bin yıl görüldü,
Uyanıp da daha yoran olmadı."
(s. 92)
Neyzen'in hayattayken şiirlerini topladığı iki kitap vardır: Hiç ve Azâb-ı Mukaddes.
Hem ikinci oluşu (malûm ilk kitaplar genelde pek iyi değildir) hem de içinde Neyzen'in her döneminden mısralar barındırması itibariyle Azâb-ı Mukaddes daha kıymetlidir.
Kitabı Neyzen'in dostu İhsan Ada hazırlamış. Neyzen'in dillere destan "müşkülpesentliğinin" yanı sıra, daha evvel yayıncılar tarafından kandırılması da eserlerini toplama işini dostuna bırakmasında etkili olmuştur zannederim.
Kitabın içeriğine gelince; kuvvetli hatta fazla kuvvetli mısralara tesadüf ediyoruz. Fakat Neyzen bir şair miydi sorusuna gelince şöyle bir duraksayıp "Hayır" demek mecburiyetindeyiz.
Şiirlerin bir kısmında, zamanında Mehmed Akif'ten öğrendiği, Arapça ve Farsça'yı tercih ettiğini görüyoruz. En meşhurları taşlamalar olsa da tasavvufi yönü ağır basan mısraları da var. Bir de hangi konudan bahsederse etsin ağzından düşürmediği içkisi var elbette...
Yoğun Arapça-Farsça ve içki övgüsünü biraraya getirince onu Divan Edebiyatı etkisinde bir sanatçı kabul edebilirdik. Ama önümüzde bir engel bulunuyor: Divan Edebiyatı, saray edebiyatıydı. Neyzen halkın adamıydı. Halkın içinde değildi onun ayrılmaz bir parçasıydı. O kadar öyleydi ki; hakkında rivayetler üretilir, yazmadığı şiirler ona ithaf edilirdi. Devletin kuvvetli adamlarının karşısında o ve kimsenin üzerine alınmayı düşünemeyeceği küfürleri vardı.
Neyzen'e şair değildi dedik, ardından "sanatçı" sıfatıyla bahsettik. Sanat onun için ney demekti.
Neyzen ve ney deyince Hakkı Süha'dan alıntı yapmazsam olmayacak. Edebî portrelerin usta kalemi olan Gezgin bu Allah ve halk adamına ilk kez tesadüf edişini şöyle anlatıyor:
"Sazlı sözlü bir topluluktan dönüyordum. Kalamış koyunda sular henüz ağarıyor, yıldızlar soluyordu. Kuşlar da rüzgâr da
daha uyanmamıştı. Havada içli bir kubbe hassasiyeti vardı. O kadar ki, ben bile bu tatlı sessizliği bozmamak için, yerlere sert basamaz olmuştum.
Sabahı, çiçeklerle yaprakların nasıl gerinerek, gerginleşerek karşıladıklarını, ilk defa o gün gördüm. Her fidan bir buhurdandı. Kızıltoprak’la Kadıköy’ü birleştiren köprüden geçerken ansızın irkildim. Papazınbağı’ndan çok tatlı, derin manalı bir ney sesi geliyordu. Bu ses, yıldız akışlarını andıran kavislerle yükseliyor ve hava sanki onun etrafında pervaneleşiyordu.
Zaman mı ulvi, yer mi güzel, benim içim mi dertliydi? Bilmem! Şu kadar var ki düşünmeme, karar vermeme vakit kalmadan, uykusunda gezen bir hasta gibi, o sesin kıblesine doğruldum. Bahçe sümbül renkli bir tan aydınlığı içindeydi. Yapraklar altında, sağ omzu ile başı ağacın gövdesine dayalı bir gölge seçiliyordu. Parmaklarımın ucuna basa basa yürüdüm. Artık ta yanı başına varmıştım. Bilmediğim, tanımadığım hatta hiç görmediğim orta boylu, geniş omuzlu, kalın boyunlu bir adamdı. Büyük, yuvarlak başındaki saç yerine sanki şerareden bir yele vardı. Gözleri kapalıydı. Koyu renkli dudaklarından kamış parçasına dökülen nefes, perdelerden ateş olup fışkırıyordu. Bazen derin derin hıçkırıyor, bazen şimşeklenerek çaka çaka göklere yükseliyordu. Hele karara doğru, kabalara inerken, o kamış parçası içinden sanki Tanrı sesleniyor sandım ve bütün benliğim ürperdi. Gözlerini açınca da beni görmedi. Bakışları hâlâ biraz evvel nağmeden kanatlarla uçtuğu gönül arşının hayaliyle par par yanıyordu. Karşı dallarda bir bülbül uzun birkaç notla hıçkırdı, ney’de sanki gülün sesini dinlemişti. Yapraklar hışırdadı. Bir kanat çarpıntısı duyuldu. Sonra yine neyle bülbül karşı karşıya kaldılar.
Neyzen Tevfik’i ben işte böyle bir günde, böyle bir yerde şişesi, mansuru ve bülbülleriyle yan yanayken tanıdım." (s.285-86)
Sizi bilmem ama ben yazdıkça yazasım geldi.
Bu bahiste son sözü Neyzen'e bırakıyorum:
"Bana vicdan ile din, hubb-ı beşer şöyle dedi:
Menfaat nerde ise o tarafa yollanırız.
Sen şifabahş olacak sanma bu teşkilatı,
İlmi biz halkı uyuşturmak için kullanırız."
Fotoğrafın Kısa Tarihi: Fotoğraf bir sanat olarak kabul görüyorsa, bunda en büyük paylardan birisi Walter Benjamin'indir. Henüz ne olduğu yeni anlaşılan bu "eylemi" şumüllü bir şekilde kıymetlendirip sanat katına çıkardığı eserinin adı da kendisi gibi mütevazıdır: Fotoğrafın Kısa Tarihi.
Kitap iki bölümden oluşuyor. İlk bölüm fotoğraf üzerineyken ikinci bölüm sinema hakkında. İçinde Hegel de var, Marx da. Kronolojik olarak kendisinden sonra gelseler de Adorno da görüyorsunuz, Johann Hari de. Bu bir fotoğraf nasıl okunur kitabı değil, fotoğrafa nereden bakılır kitabı. Dolayısıyla zamanı geçmez bir eserle karşı karşıyayız. Bilhassa "fotoğraf çekinmenin" günlük itiyadlarımız arasına karıştığı şu günlerde Benjamin'in bu kitabını okumanızı öneririm. Hiç olmazsa "ne çektiğinizi" daha iyi anlayabilmek için...
Yarının Tarihi: Aslında Stefan Zweig'ın bu isimde bir kitabı yok fakat bu kadar çok deneme yazan bir adamın yazdıklarını basarken kimi çevirmenler böyle kitap isimleri icat edebiliyorlar. İçinde Balzac ve meşhur Montaigne denemelerini barındıran Yarının Tarihi'nin assolisti ise son yarısını kaplayan Rotterdam'lı Erasmus biyografisi. "Biyografik deneme" diye tarif edebileceğimiz türün kurucu ismi olan Zweig'ın "denemesi"; okurken sizi zorlamayan ama zihninizi açan kitaplardan. Meraklısına tavsiye ederim.
Deliliğe Övgü: Kitabı tek cümleyle özetleyecek olsam şöyle derim: Dünya'nın en çalışkan karıncası ağustos böceğini övüyor. Kendisi de bir din adamı olan Erasmus'un arkadaşı Thomas More'a ithaf ettiği ve ağırlıklı olarak din adamlarını eleştirdiği kitabı; Rönesans ve Reform'un tam kesişme noktasında duruyor. Ardından gelen Luther Rönesans'ın tozunu attıracak, "Reform" üstbaşlığıyla Avrupa'yı birbirine katacaktı. İşte Deliliğe Övgü henüz birbirine girmemiş cam kâse konumundaki Avrupa'nın o "güzel zamanlarının" son ve belki de en ehil eseridir. "Okumayan ne kaybeder?" diye sorarsanız ikna edici bir cevap vermekte zorlanırım. Fakat okuyanın bir şeyler kazanacağına eminim.
Umarım müstefid olmuşsunuzdur. Önümüzdeki ay, yeni kitaplarla, görüşmek dileğiyle...
0 Yorumlar