Soğuk insanı ne kadar hareket etmeye zorluyorsa sıcak da o kadar hareketsiz kılıyor. Soğuk havalarda önceliği ısınmak olan insan, sıcaklarda gevşiyor. Soğuk havada herkes çalışkan olabilir ama sıcak havada çalışanlar özel bir tebriği hak ediyor.
Sıcak havada çalışmak deyince birçoklarının aklına – haklı
olarak- beden gücü gerektiren işler gelmiş olabilir. Açıkçası ben de yazarken
ilk bu meslekleri düşündüm. Fakat yalnız onlar değil, yapılması için zihnin
yorulduğu işler de bu gruba girer. Çünkü akıl teslim olursa bedenin yapacağı
pek bir şey kalmaz. Sıcak havalarda zihin kapasitesini harekete geçirebilmek
büyük bir dirayet gerektirir.
Ben de dirayetli olmaya gayret ederek, bu ayın içinde birçok
şey öğrendim. Öğrendiklerimin mühim kısmını yine kitaplardan edindim. Yalnızca
dört kitap bitirdiğim bu ayı – biraz da bilinçsizce- “Almanlara” ayırdım.
Aynı dönemde yaşamış, üstelik aynı kökenden gelen ama
birbirleriyle pek de temas kurmayan iki adam, bu ayki okumalarımın öznelerini
teşkil ediyor: Zweig ve Benjamin. Birisi ne kadar basit yazıyorsa ötekisi o
kadar karışık yazmış; birisi ne kadar kişileri merkeze almışsa öbürü o kadar
genelleşmeye çalışmış; birisi ne kadar şöhretliyse yekdiğeri o derece gölgede
kalmış iki adam…
Haklarında neler mi öğrendim? Bu soruya cevap vermeden önce bu
yazı serisinin usulünü hatırlatmak istiyorum. Her ay okuduğum kitapları
toparladığım bu seride; eserlerden birini “Ayın Kitabı” olarak seçiyorum. Ayın
kitabı üzerine biraz genişçe gevezelik ettikten sonradır ki, üşenmiyor ve diğer
kitaplar hakkında da birer paragraflık gıyl ü gal (dedikodu) ediyorum.
Kitapları kıymaya başlamadan evvel temmuz ayında
bitirdiklerimin listesini sunmak istiyorum:
Bu Ay Okuduklarım
1-Benjamin – Besim F. Dellaloğlu (Say Yayınları,
2005)
2-Moskova Günlüğü – Walter Benjamin (Metis Yayınları,
2006, Çeviren: Cemal Ener)
3-Stefan Zweig – Hartmut Müller (Kavram Yayınları,
2000, Çeviren: Mahmure Kahraman)
4-Amerigo – Stefan Zweig (Can Yayınları, 2013,
Çeviren: Ogün Duman)
Ayın Kitabı: Stefan Zweig – Hartmut Müller
Biyografi yazarının biyografisini yazmak zordur. Çünkü fazla
bir alternatifiniz yoktur. Oysa her yaşam farklıdır ve kağıda geçirilmeyi hak
ediyorsa özeldir. Yani yüzlerce farklı seçeneğiniz vardır bir yaşamı
anlatırken… Fakat dediğim gibi biyografi yazarının hayatını yazarken bu
alternatifler azalır. Hatta ikiye kadar düşer. Ya onu taklit edersiniz veyahut
da olabildiğince objektif bir şekilde işin içinden çıkmaya çalışırsınız. Müller
ikincisini tercih etmiş.
Zweig az buçuk bildiğimi düşündüğüm bir yazardı. Fakat hayat
hikayesine toplu bir bakış atınca aslında tam olarak bilmediğimi fark ettim.
Mesela Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Berliner Tageblatt’ta “Yabancı
Ülkelerdeki Dostlara” başlığıyla yazdığı şu satırlar, pasifist Zweig’la taban
tabana zıt bir profil ortaya çıkarıyor:
“Benim dilimi konuşanlar ve sizinkini konuşanlar, silahlı
olduğu sürece, gücünü bize tehlike olarak gösteren o beraberlikler tehlikede
olduğu sürece, sizin sevginiz geçmişte, artık geride kaldı… Şimdilerde sizinle
beraber olmuş kişi değilim artık, sanki karakterim değişti, ruhumda Alman olan
ne varsa, bütün duygularımı etkisi altına alıyor… adil olma iradesini
gösteremiyorum artık. Bugün ölçüler değişti ve her insan ancak kendi ulusu
sayesinde gerçek”.
Savaşın kötü yönünü Galiçya’da müşahede eden Zweig, çok
geçmeden “yabancı ülkelerdeki dostlarıyla” barışacak ve onlarla birlikte savaş
karşıtı çalışmalarda bulunacaktı.
İflah olmaz bir anti-politik olsa da, belki de
içgüdüleriyle, Nazilerin yükselişindeki tehlikeyi sezen Zweig, Thomas Mann’a
yazdığı bir mektupta durumu dosdoğru çizecektir: “Gerçek dışı ne varsa
yüzsüzce kanatlarını açmış havalanıyor, gerçeğin kendisi ise yasa dışı; kanalizasyonlar
açıkta akıyor ve insanlara onun kokusu çok güzelmiş gibi geliyor.”
Son cümleler Zweig’ın düşüncesi ve inancını anlatıyor. Tabii
bu düşünce/inancın, yani Avrupa merkezli insanlık idealinin, çöküşüne daha
fazla dayanamayarak aldığı intihar kararını da…
“Onun dini insana inanmaktı. İnsana yakışır iyimser
düşüncelerle inşa ettiği Düşlerdeki Saray yıkıntıların arasında kalınca, Stefan
Zweig en son barınağı olan ölüme sığınmıştır.”
Zweig’ın pek sevdiği psikolojik tahlillerden uzak da dursa,
kısa hacmine rağmen, onun hayatını anlatmayı başaran bu kitabı Stefan Zweig
okumayı sevenlere salık veririm.
Benjamin: Bazı eylemler insanı o kadar
heyecanlandırır ki, bitmesin istenir. Bu his uzun süreli olursa, o iş her
neyse, hakikaten bitmez. Bu da bitmemiş bir kitaptır. Walter Benjamin gibi bir
karmaşayı “seçme yazılarla” tanıtmak dünyanın en zor işidir. Fakat bu tarz
seçme yazılar biraraya getirilmezse bu sefer de yazar tanınmaz. Hele bir de bu
yazar kendi dilini bile “kendince” kullanan ve Baudelaire üzerine yazmaya
doğrudan “çevirinin başlıbaşına yetersiz bir meslek” olduğunu söyleyerek
girişen bir adamsa yazıları seçmek kadar çevirmek de bir mesele halini alır.
Besim Bey’in uzun yıllarını verdiği bu kitabı bitirir bitirmez “galiba daha
devam edecekti ama yer kalmadı” diye düşündüm. Kitabın bana bu düşünceyi neden
ilham ettiğini araştırırken bir vahiy netliğiyle aklıma bunlar geldi. Yine de
Walter Benjamin okumak kendi başına bir problemken bunu eldeki imkanlarla
kolaylaştırmaya gayret eden bu eseri ilgilisine önermeden bu paragrafı
bitirmeyeceğim.
Moskova Günlüğü: Kafası karışık bir adam, politik
olarak asla teslim olmadığı bir görüşün uğruna neler yapabileceğini düşünürken
aşık olursa ne yaşar? İnsanın halleri ilginizi çekiyorsa, yazdığı metinlerde
kendisinden hatta neredeyse bir özneden ısrarla bahsetmeyen Benjamin’in Moskova
Günlüğü’nü okumalısınız. Çünkü burada insan Benjamin var. Edebiyat, felsefe,
sosyoloji vs üzerine halen altından kalkamadığımız laflar eden bu adamın, Asja
Lacis’in karşısında nasıl ezildiğini – üstelik kendi kaleminden – okumak insanı
hakikaten düşündürüyor. Diğer taraftan şehirlere ama özellikle pasajlara
hayranlığı bilinen Benjamin’in gözünden Moskova’yı izlemek insana keyif
veriyor. Son olarak, bugün haklı bir biçimde saygıyla anılan ismini
“özgürlüğüne” borçlu olan Walter Benjamin gidip de Alman Komünist Partisi’ne
katılsaydı ismini tarihe bu kadar büyük yazdırabilir miydi diye sormak da hoş
bir düşünce zevzekliği olarak okuyucuyu gıcıklıyor. Moskova Günlüğü’nü meraklısına
gönül rahatlığıyla tavsiye ederim.
Amerigo: Zweig biyografik roman türünün kurucu
babası, malum. Burada hayatının son yıllarını geçirdiği Amerika kıtasına
borcunu, kıtaya ismini veren adamın yaşamı ve ölümünün ardından etrafında
dolaşan tartışmalara dalarak ödüyor. Garip bir borç ödeme biçimi olduğu
muhakkak. Fakat Stefan Zweig’dan bahsediyoruz. Zweig’ın biyografisini yazacağı
insanları seçerken “okunabilir” olmasına dikkat ettiği açıktır. Yaşarken
Kolomb’un arkadaşı olan, daha sonra ise tarihçilerin elinde bir anti-teze
dönüşen Amerigo Vespucci’nin hikayesi de böylesi bir biyografidir. Biyografik
roman sevenler bu küçük kitabı mutlaka okumalılar.
Umarım faydalı olmuştur. Önümüzdeki ay – eğer eyyam-ı
bahurda buharlaşmazsak – yeni kitaplarla görüşmek üzere…
0 Yorumlar