Okuduklarım (Temmuz 2023)

Soğuk insanı ne kadar hareket etmeye zorluyorsa sıcak da o kadar hareketsiz kılıyor. Soğuk havalarda önceliği ısınmak olan insan, sıcaklarda gevşiyor. Soğuk havada herkes çalışkan olabilir ama sıcak havada çalışanlar özel bir tebriği hak ediyor.

Sıcak havada çalışmak deyince birçoklarının aklına – haklı olarak- beden gücü gerektiren işler gelmiş olabilir. Açıkçası ben de yazarken ilk bu meslekleri düşündüm. Fakat yalnız onlar değil, yapılması için zihnin yorulduğu işler de bu gruba girer. Çünkü akıl teslim olursa bedenin yapacağı pek bir şey kalmaz. Sıcak havalarda zihin kapasitesini harekete geçirebilmek büyük bir dirayet gerektirir.

Ben de dirayetli olmaya gayret ederek, bu ayın içinde birçok şey öğrendim. Öğrendiklerimin mühim kısmını yine kitaplardan edindim. Yalnızca dört kitap bitirdiğim bu ayı – biraz da bilinçsizce-  “Almanlara” ayırdım.

Aynı dönemde yaşamış, üstelik aynı kökenden gelen ama birbirleriyle pek de temas kurmayan iki adam, bu ayki okumalarımın öznelerini teşkil ediyor: Zweig ve Benjamin. Birisi ne kadar basit yazıyorsa ötekisi o kadar karışık yazmış; birisi ne kadar kişileri merkeze almışsa öbürü o kadar genelleşmeye çalışmış; birisi ne kadar şöhretliyse yekdiğeri o derece gölgede kalmış iki adam…

Haklarında neler mi öğrendim? Bu soruya cevap vermeden önce bu yazı serisinin usulünü hatırlatmak istiyorum. Her ay okuduğum kitapları toparladığım bu seride; eserlerden birini “Ayın Kitabı” olarak seçiyorum. Ayın kitabı üzerine biraz genişçe gevezelik ettikten sonradır ki, üşenmiyor ve diğer kitaplar hakkında da birer paragraflık gıyl ü gal (dedikodu) ediyorum.

Kitapları kıymaya başlamadan evvel temmuz ayında bitirdiklerimin listesini sunmak istiyorum:

 

Bu Ay Okuduklarım

1-Benjamin – Besim F. Dellaloğlu (Say Yayınları, 2005)
2-Moskova Günlüğü – Walter Benjamin (Metis Yayınları, 2006, Çeviren: Cemal Ener)
3-Stefan Zweig – Hartmut Müller (Kavram Yayınları, 2000, Çeviren: Mahmure Kahraman)
4-Amerigo – Stefan Zweig (Can Yayınları, 2013, Çeviren: Ogün Duman)

 

Ayın Kitabı: Stefan Zweig – Hartmut Müller

Biyografi yazarının biyografisini yazmak zordur. Çünkü fazla bir alternatifiniz yoktur. Oysa her yaşam farklıdır ve kağıda geçirilmeyi hak ediyorsa özeldir. Yani yüzlerce farklı seçeneğiniz vardır bir yaşamı anlatırken… Fakat dediğim gibi biyografi yazarının hayatını yazarken bu alternatifler azalır. Hatta ikiye kadar düşer. Ya onu taklit edersiniz veyahut da olabildiğince objektif bir şekilde işin içinden çıkmaya çalışırsınız. Müller ikincisini tercih etmiş.

Zweig az buçuk bildiğimi düşündüğüm bir yazardı. Fakat hayat hikayesine toplu bir bakış atınca aslında tam olarak bilmediğimi fark ettim. Mesela Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Berliner Tageblatt’ta “Yabancı Ülkelerdeki Dostlara” başlığıyla yazdığı şu satırlar, pasifist Zweig’la taban tabana zıt bir profil ortaya çıkarıyor:

Benim dilimi konuşanlar ve sizinkini konuşanlar, silahlı olduğu sürece, gücünü bize tehlike olarak gösteren o beraberlikler tehlikede olduğu sürece, sizin sevginiz geçmişte, artık geride kaldı… Şimdilerde sizinle beraber olmuş kişi değilim artık, sanki karakterim değişti, ruhumda Alman olan ne varsa, bütün duygularımı etkisi altına alıyor… adil olma iradesini gösteremiyorum artık. Bugün ölçüler değişti ve her insan ancak kendi ulusu sayesinde gerçek”.

Savaşın kötü yönünü Galiçya’da müşahede eden Zweig, çok geçmeden “yabancı ülkelerdeki dostlarıyla” barışacak ve onlarla birlikte savaş karşıtı çalışmalarda bulunacaktı.

İflah olmaz bir anti-politik olsa da, belki de içgüdüleriyle, Nazilerin yükselişindeki tehlikeyi sezen Zweig, Thomas Mann’a yazdığı bir mektupta durumu dosdoğru çizecektir: “Gerçek dışı ne varsa yüzsüzce kanatlarını açmış havalanıyor, gerçeğin kendisi ise yasa dışı; kanalizasyonlar açıkta akıyor ve insanlara onun kokusu çok güzelmiş gibi geliyor.

Son cümleler Zweig’ın düşüncesi ve inancını anlatıyor. Tabii bu düşünce/inancın, yani Avrupa merkezli insanlık idealinin, çöküşüne daha fazla dayanamayarak aldığı intihar kararını da…

Onun dini insana inanmaktı. İnsana yakışır iyimser düşüncelerle inşa ettiği Düşlerdeki Saray yıkıntıların arasında kalınca, Stefan Zweig en son barınağı olan ölüme sığınmıştır.”

Zweig’ın pek sevdiği psikolojik tahlillerden uzak da dursa, kısa hacmine rağmen, onun hayatını anlatmayı başaran bu kitabı Stefan Zweig okumayı sevenlere salık veririm.

 

Benjamin: Bazı eylemler insanı o kadar heyecanlandırır ki, bitmesin istenir. Bu his uzun süreli olursa, o iş her neyse, hakikaten bitmez. Bu da bitmemiş bir kitaptır. Walter Benjamin gibi bir karmaşayı “seçme yazılarla” tanıtmak dünyanın en zor işidir. Fakat bu tarz seçme yazılar biraraya getirilmezse bu sefer de yazar tanınmaz. Hele bir de bu yazar kendi dilini bile “kendince” kullanan ve Baudelaire üzerine yazmaya doğrudan “çevirinin başlıbaşına yetersiz bir meslek” olduğunu söyleyerek girişen bir adamsa yazıları seçmek kadar çevirmek de bir mesele halini alır. Besim Bey’in uzun yıllarını verdiği bu kitabı bitirir bitirmez “galiba daha devam edecekti ama yer kalmadı” diye düşündüm. Kitabın bana bu düşünceyi neden ilham ettiğini araştırırken bir vahiy netliğiyle aklıma bunlar geldi. Yine de Walter Benjamin okumak kendi başına bir problemken bunu eldeki imkanlarla kolaylaştırmaya gayret eden bu eseri ilgilisine önermeden bu paragrafı bitirmeyeceğim.

 

Moskova Günlüğü: Kafası karışık bir adam, politik olarak asla teslim olmadığı bir görüşün uğruna neler yapabileceğini düşünürken aşık olursa ne yaşar? İnsanın halleri ilginizi çekiyorsa, yazdığı metinlerde kendisinden hatta neredeyse bir özneden ısrarla bahsetmeyen Benjamin’in Moskova Günlüğü’nü okumalısınız. Çünkü burada insan Benjamin var. Edebiyat, felsefe, sosyoloji vs üzerine halen altından kalkamadığımız laflar eden bu adamın, Asja Lacis’in karşısında nasıl ezildiğini – üstelik kendi kaleminden – okumak insanı hakikaten düşündürüyor. Diğer taraftan şehirlere ama özellikle pasajlara hayranlığı bilinen Benjamin’in gözünden Moskova’yı izlemek insana keyif veriyor. Son olarak, bugün haklı bir biçimde saygıyla anılan ismini “özgürlüğüne” borçlu olan Walter Benjamin gidip de Alman Komünist Partisi’ne katılsaydı ismini tarihe bu kadar büyük yazdırabilir miydi diye sormak da hoş bir düşünce zevzekliği olarak okuyucuyu gıcıklıyor. Moskova Günlüğü’nü meraklısına gönül rahatlığıyla tavsiye ederim.

 

Amerigo: Zweig biyografik roman türünün kurucu babası, malum. Burada hayatının son yıllarını geçirdiği Amerika kıtasına borcunu, kıtaya ismini veren adamın yaşamı ve ölümünün ardından etrafında dolaşan tartışmalara dalarak ödüyor. Garip bir borç ödeme biçimi olduğu muhakkak. Fakat Stefan Zweig’dan bahsediyoruz. Zweig’ın biyografisini yazacağı insanları seçerken “okunabilir” olmasına dikkat ettiği açıktır. Yaşarken Kolomb’un arkadaşı olan, daha sonra ise tarihçilerin elinde bir anti-teze dönüşen Amerigo Vespucci’nin hikayesi de böylesi bir biyografidir. Biyografik roman sevenler bu küçük kitabı mutlaka okumalılar.

 

Umarım faydalı olmuştur. Önümüzdeki ay – eğer eyyam-ı bahurda buharlaşmazsak – yeni kitaplarla görüşmek üzere… 

 

Yorum Gönder

0 Yorumlar