Eskiden Eylül beklenen bir aymış. Havaların soğuduğu, yaprakların döküldüğü, mevsimin güze döndüğü ve insanların – tabii ki iklimin zoruyla - daha bir insana dönüştüğü bir dönemeci temsil ediyormuş.
Artık Eylül böyle bir şeyi temsil etmiyor. Hatta o kadar içi
boşaldı ki, Ağustos’un uzantısı haline geldi. Kimliksiz, kişiliksiz bir nesneye
dönüştü. Bırakın yukarıda saydıklarımı hatıra getirmeyi kendi kendisini bile
temsil edemez bir hale düştü.
Bu derece vasıfsız bir ayda, her şeye rağmen, öğrenecek bir
hikmet buldum. Ataların çok basit bir tespitini bu ay içerisinde defalarca
doğrulama fırsatı edindim: Her bitki her toprakta bitmezmiş.
Evet efendim her bitki her toprakta bitmezmiş. Kaktüs ve çilek
yan yana yetişmeyeceği gibi; korkakla cesur, akıllıyla aptal, hesaplıyla
hesapsız da birlikte kalamazmış. Nasıl kaktüs çileğin suyuna göz koyarsa;
korkak cesurun, aptal akıllının, hesaplı hesapsızın hakkına konmaya çalışırmış.
Adına doğa dediğimiz nesne, istediğimiz kadar inkâr edelim, üzerimizde bu
derece tesirliymiş.
Mevsimler ve insanlar üzerine yeterince laf ettiysek sözü
kitaplara getirmek istiyorum. Eylül ayı içerisinde Sultan 2.Mahmud devrine
doğru bir yolculuğa çıktım. Önce Hâlet Efendi ardından Kavalalı Mehmed Ali
hakkında ufuk açıcı birer biyografi okudum. Ayın sonunda – zaman yolculuğundan
hızlıca bugüne dönüp bocalamamak için – Walter Benjamin’in Tek Yön denemesiyle
günümüze yaklaştım.
Neticede şu an bu yazıyı yazıyorsam, ama daha önemlisi, siz
bu yazıyı okuyorsanız “zamanımıza” dönmüş olmam gerekiyor. Zamanımız, yani,
mevsimsiz bir Eylül’e! Neyse ki biten bu kişiliksiz aya…
Eylül ayıyla kavgam bitecek gibi görünmüyor. Bu yüzden
okuduğum kitapların listesine ışınlanmak istiyorum.
Bu Ay Okuduklarım
1-Mehmed Said Hâlet Efendi – Süheyla Yenidünya Gürgen
(Dergâh Yayınları, 2018)
2-Kavalalı Mehmed Ali – Halid Fehmi (Vakıfbank Kültür Yayınları, 2021,
Çeviren: Abdullah Yılmaz)
3-Tek Yön – Walter Benjamin (Yapı Kredi Yayınları, 2022, Çeviren: Tevfik
Turan)
Ayın Kitabı: Kavalalı Mehmed Ali – Halid Fehmi (Khaled
Fahmy)
Kavala’da geçen “kavga ve sefalet, yalan dolan ve kan
revan” dolu yılların ardından; Napolyon’un Mısır’ı işgali üzerine
Rumeli’den gönderilen destek kuvvetlerine katılarak adım attığı Mısır’da önce
vali sonra mutlak hükümdar olan Mehmed Ali Paşa’nın hikayesi, bu dünyada anlatması
en zevkli hayatların başında gelmektedir.
Bu öyle bir hayattır ki; içinde bolca entrika, siyasi ayak
oyunu, ihanet, savaş barındırmaktadır. Mısır’a hakim olma yolunda herkesle
anlaşan ve anlaştığı herkesi satan Mehmed Ali, öldüğünde kendi Mısır’ını
yaratmayı başarmış bir adamdır.
Peki bunu nasıl başarmıştır? Oğlu Tosun’a yazdığı mektupta
cevabı kendisi veriyor:
“Ve hiçbir zaman şunu unutma ki, bizzat ben de kâh
muzaffer oldum, kâh düşman karşısında geçici başarısızlıklara uğradım. Bunlar
benim canımı sıktı; ama her zaman toparlanıp yeniden savaşa tutuştum ve düşmanı
mahvettim” (s.64)
1820’lerde “Mısır’da görülmeye değer şeylerden biri”
olarak ün yapan Mehmed Ali’nin doğru dürüst bir tahsili yoktu. Fakat başka bir konuda
ustalık kesbetmişti: “Okuduğum kitaplar yalnızca insan yüzleridir. Ve onları
da doğru okurum.” (s.79)
Her ne kadar okumadığını söylese de “Mısır tarihine gayet
aşina olduğu tartışma götürmez bir gerçektir ve yukarıda sözü edilen
kaynakların gösterdiği üzere, özellikle de Firavunlar ve Batlamyuslar dönemine
büyük ilgi duymuştur; ama Memlükler ile Osmanlılar dönemi için aynı şeyi
söylemek mümkün değildir. 1820’de kurduğu Bulak Matbaası tarafından basılan
kitapların listesinden, Paşaya ilham kaynağı olmuş tarihsel şahsiyetlerin
kimler olduğuna dair bir fikir edinebiliriz. Aralarında Büyük İskender, Çariçe
(2.) Katerina, 2.Friedrich ve elbette Napolyon gibi isimler bulunmaktadır ve
bütün bu tarihsel simalar onun ilgisini çekmiştir. Paşa, karşılaştığı benzer
sorunlarla onların nasıl başa çıktığını öğrenmek için bu simaların
biyografilerini okumuştur. Kendisine hiçbir şey katmayacağına inandığı için
Machiavelli’nin Prens adlı kitabının çevrilmesi ve basılması önerisini reddetme
hikâyesi meşhurdur; öte yandan, İbn Haldun’un onun için bu İtalyan politik
filozoftan daha öğretici olduğunu söylediği de pek bilinmez.” (s.133)
Farklı kaynaklardan beslenen, hırsını asla gemlemeyen,
iktidar aşkıyla yanan Kavalalı, Mısır’ı öyle bir şekilde yönetiyordu ki, bu da
kendine hastı. Şöyle ki: “[Mısır’ın] çıkarları ile yöneticisinin çıkarları o
denli tam bir biçimde özdeşleşmiştir ki,” diye yazar 1830’larda bir İngiliz
seyyah, “Mısır’ın hükümetinden, ticaretinden politikasından vs. bahsetmek
demek, en az onun kadar despot bir hükümdarın sözlerini haklı olarak
benimseyip, ‘Ben Mısır’ım’ [L’egypte, C’est mai] diyen Mehmed Ali’nin
karakterinden bahsetmek demektir.” (s.80)
Kendi devletinde etnik dengeye fazlasıyla dikkat eden Mehmed
Ali’nin Mısır’da yaptığı işi şöyle özetlediği rivayet edilir: “Ben Mısır’da,
İngilizlerin Hindistan’da yaptığından farklı bir şey yapmadım. Onlar Hintlerden
kurdukları ordunun komutasını İngiliz subaylara vermişlerdi; ben de Türk
subayların komutası altında Araplardan bir ordu kurdum… Türk daha iyi subay olur;
çünkü yönetmeye ehil olduğunu bilir. O Arap ise, Türkün bu bakımdan kendisinden
daha iyi olduğu hissiyatına sahiptir.” (s.86)
Başkalarının onu nasıl gördüğüyle fazlasıyla ilgili olan
Kavalalı kendisini şöyle tanımlamıştır: “Muhammed Ali, Paşa değildir, onun
hiçbir unvanı yoktur; o sadece Muhammed Ali’dir.” (s.149)
Kendi hırsları uğruna bütün bir Mısır’ı olanca
perişanlığıyla peşinden sürükleyen bu maceracı ve başarılı adam “nihayet
öldüğünde, Mısırlı tebaasından çok az insanın cenaze törenine katılmaya
tenezzül etmiş olması hiç de şaşırtıcı değildir.” (s.163)
Güzel bir biyografi okumak isteyenlere Kavalalı Mehmed
Ali’yi tavsiye ederim.
Mehmed Said Hâlet Efendi: Biyografi bizde yeni yeni
palazlanan bir türdür. Genellikle tezkirelerle idare edilen ve ölüye daima
“badem gözlü” muamelesi çekilen bir memlekette hakiki biyografi yazmak zordur.
Bir sefer arşive girmeyi gerektirir. İkincisi hayatı anlatılan kişiye hayran
olmamayı şart koşar. Üçüncüsü biyografiler genellikle akademi cenahınca kaleme
alındığı için akademik üslupsuzluktan uzak durmak da ayrı bir gerekliliktir.
Süheyla Hanım, ilk ikisini mükemmelen başarırken; üçüncü de biraz aksıyor. Kimi
yerlerde gereksiz tekrarların bulunması, başlığa çekilen bazı konuların
yeterince irdelenmeden geçilmesi bu eseri bir başyapıt seviyesine çıkmaktan
alıkoyuyor. Fakat yine de tarihimizin mühim şahsiyetlerinden Hâlet Efendi
hakkında önemli bir boşluğu dolduruyor. Osmanlı tarihi, ama özellikle Türk
modernleşmesi, meraklılarına bu kitabı okumalarını tavsiye ederim.
Tek Yön: Benjamin kitaba “Notlar” ismini verse
sırıtmazmış. Fakat bu kitapta sadece yazarın kimi notları değil ama aynı
zamanda birçok rüyaları, hayalleri ve teorileri de var. “Lafın tamamı aptala
anlatılır” düşüncesinin ete kemiğe bürünmüş hali olan Benjamin, aforizmalarla
derdini anlatmaya çalışıyor. Fakat Benjamin gibi beğendiğim bir yazar bile
olsa, bu derece hacimsiz bir kitaba bu kadar çok dert sığdırmaya gerek var
mıydı diye düşünmüyor değilim. Çünkü insan bir konudan öbürüne geçerken ister
istemez afallıyor. Kendisini hiçbir zaman fikir adamı olarak görmeyen Benjamin,
muhtemelen fikirleriyle değil yöntemsizliğiyle insanları afallatmayı tercih
ediyor. Benjamin hayranlarının zaten bu kitabı okuduğunu varsayarak Tek Yön’ü
pek de tavsiye etmediğimi not düşmem gerekiyor.
Umarım faydalı olmuştur. Önümüzdeki ay, yeni kitaplar
hakkında konuşmak amacıyla, görüşmek üzere…
0 Yorumlar