Belki bazı bitkiler bazı yerlerde uzun zaman yetişmez. Fakat
bu kısa dönem de olsa kök tutmayacakları anlamına gelmez.
Bazen en pesimistler bile umutlanırlar. İnsan, insandan
kaçmadığı müddetçe tesadüften de kaçamaz. İnsandan kaçarak yaşanacak on yıl,
insanlarla birlikte yaşanacak on dakikadan daha değersizdir.
Fakat fazla sayıda insanla yaşaması da zordur. Kimisi
çekemez hasettir; kimisi kuyu kazar plancıdır. Böyleleriyle dövüşemezsiniz
çünkü yumruk atmaya çalıştığınızda hedef olarak görünen bir yüzleri yoktur.
Bunlar sıfatsızlardır. Öylesine yaşarlar. Bunları ciddiye almadan yaşamayı
bilmek gerekir. Hakikaten… Yaşamayı… Bilmek gerekir.
Bu ay insanları okuyarak bunları öğrendim. Peki ya kitaplar?
Yine az sayıda kitap okudum. Bir tanesi hatırat diğer ikisi öykü türünde… Bir
Alman’ın gözünden yıkılmaya yüz tutmuş Türk imparatorluğunu izlerken; Latin
Amerikalı bir yazarın iki hikayesiyle edebiyatın kıtalar üstü gücüne tanıklık
ettim.
Lafı uzatmadan bu ay okuduğum kitapların isimlerini
sıralamak istiyorum.
Bu Ay Okuduklarım
1-Moltke’nin Türkiye Mektupları – Helmuth von Moltke
(Remzi Kitabevi, 1969, Çeviren: Hayrullah Örs)
2-Ayrıntılara Âşık Adam – Alberto Manguel (Kırmızı Kedi Yayınevi, 2018,
Çeviren: Ülker İnce)
3-Dönüş – Alberto Manguel (Kırmızı Kedi Yayınevi, 2018, Çeviren: Ülker
İnce)
Ayın Kitabı: Moltke’nin Türkiye Mektupları – Helmuth von
Moltke
Tarihte bazı güçler düşerken bazıları yükselir. 19. yüzyılın
başında savaşçı özellikleriyle meşhur Türklerin imparatorluğu düşerken; bir
başka savaşçı kavmin, Prusyalıların, yıldızı yükseliyordu. Tarihte bugünden
bakıldığında talih olarak adlandırılacak karşılaşmalar vardır. 2. Mahmud’un
orduya müşavir sıfatıyla Prusya’dan Moltke’yi getirtmesi böylesi bir
karşılaşmadır.
Sonraki yıllarda Prusya’nın Genelkurmay Başkanlığı’na kadar
yükselecek; ordusuyla Avusturya’dan tutun Fransa’ya kadar bütün Avrupa
güçlerini dize getirecek olan Moltke henüz meslek hayatının ortalarındayken
Türkiye’ye geldi. Moltke’nin mektuplarının kıymeti askerce yazılmış olmasındadır.
Tabii ki içinde yetiştiği Avrupa merkezli anlayış sebebiyle zaman zaman
Türklere karşı önyargılı şeyler yazmıştır fakat kaleme aldıklarının büyük
çoğunluğunda askeri bir ciddiyetle doğruya sadık kaldığı açıktır.
Gelelim mektuplara… Moltke Türkiye’ye geldiğinde
imparatorluğun içinde bulunduğu ahval ve şeraiti şöyle tarif ediyor:
“Paranın ayarının bozulması artık son haddine gelmiştir.
Daha on iki sene önce bir İspanyol taleri 7 kuruştu, şimdi 21 kuruşa alınıyor.
O zamanlar 100.000 Taler serveti olan bugün ancak 33.000 taleri olduğunu
görmektedir. Bu bela her memleketten ziyade Türkiye'de büyüktür, çünkü burada
toprağa pek az sermaye yatırılmaktadır ve servet çok defa paradan ibarettir.
Avrupa'nın medeni memleketlerinde servet, kıymetli metaların herhangi gerçek
bir üretiminden doğar, servetini bu yolda elde eden adam aynı zamanda devletin
servetini de artırır, para ise sadece onun sahip olduğu mallar için bir ifade
vasıtasından ibarettir. Türkiye'de ise para, malın kendisidir, servet de esasen
mevcut olan para miktarının tesadüfi olarak şu ya da bu fertte toplanmasından
ibarettir. Çok yüksek olan yüzde 20 nizami faiz, sermayelerin büyük faaliyeti
için bir delil olmaktan çok uzaktır. Bu, sadece parayı elden çıkarmanın bağlı
olduğu tehlikeyi ispat eder. Burada bütün zenginliklerin esas şartı onu
kurtarabilmektir. Reaya, bir fabrika, bir değirmen ya da bir çiftlik
kurmaktansa 100.000 kuruşa bir mücevher satın almayı tercih eder. Hiç bir yerde
buradakinden fazla süs eşyası merakı yoktur ve zengin ailelerde çocukların bile
taşıdıkları mücevherler memleketin fakirliği için parlak bir delildir.” (s.46-47)
“Bir zamanlar o kadar kuvvetli olan devlet bünyesinin dış
uzuvları kurumuş, bütün hayat kalbine çekilmiştir. Başşehrin sokaklarındaki bir
ayaklanma Osmanlı hükümdarlığının ölüm alayı olabilir. Bu devlet düşüşü
sırasında durabilir ve kendini organik bir tarzda yenileyebilir mi, yoksa
Müslüman -Bizans İmparatorluğu'na da Hıristiyan- Bizans İmparatorluğu gibi
kendi mali idaresi yüzünden mahvolmak mukadder midir, bunu istikbal
gösterecektir. Fakat Avrupa'nın huzurunu tehdit eden şey, yabancı bir devlet
tarafından Türkiye'nin zaptı olmaktan ziyade bu imparatorluğun son derece büyük
zaafı ve kendi içinden çökmesidir.” (s.47-48)
Devletin durumunu böylece çizen Moltke, milletin vaziyetini
de şöyle açıklıyor:
“Derli toplu Türklerin en önemli işlerinden biri de
(keyif etmek), yani asude ve rahat bir yerde kahve, tütün içmektir. Böyle bir
yeri mola verdiğimiz köyde buldum. Bir çınar düşün ki dev gibi kollarını hemen
hemen yüz ayak uzaklığa kadar dümdüz uzatmış olsun ve yakınındaki evler
bunların karanlık gölgeleri altına gömülmüş bulunsun. Ağacın kökünü taştan
küçük bir setle çevirmişler, bunun altındaki 27 lüleden kol kalınlığında su
fışkırıyor ve kuvvetli bir dere meydana getiriyor. Türkler işte orada bağdaş kurmuş
oturuyor ve ... susuyorlar.” (s.59)
Bir de çubuk meselesi var tabii…
“Bu büyük icattan, yani tütün çubuğunun bulunmasından
önce Türkler nasıl yaşarlardı acaba? İnsan bunu bir türlü düşünemiyor. Sahiden
Osman, Bayezıt ve Mehmet'in arkadaşları ele avuca sığmaz bir milletmiş, at
sırtından inmez, diyarlar ve şehirler zaptederlermiş. Süleyman'ın gününden
sonra yine de ara sıra komşularına musallat olmuşlar ama çoğu zaman oturan
insanlarmış; bugün ise çoğu zaman tütün içen bir millet haline gelmişler, çünkü
kadınları bile çubuk içiyor.” (s.109)
“İstanbul'da iki şey en mütekamil şeklini bulmuş,
bunlardan biri sana evvelce tarif etmiş olduğum kayık, öteki de çubuk.
Mükemmelliğin belirli bir derecesi monotonluğa götürüyor. Bir kayık tıpkı öteki
gibidir, çubuklar da böyledir. Sana sadece bir tanesini tarif etmem kafi,
böylece bütün bu 28 milyonluk (çünkü bu memlekette herkesin çubuğu var)
kategoriyi tanımış olursun.” (s.110)
Susup oturmanın iş zannedildiği memleketlerde kaht-ı rical
(yetişmiş insan yokluğu) hastalığı meydana gelir. Fakat imparatorluk yalnızca
kaht-ı ricalden değil, parasızlıktan da muzdariptir: “Sekiz gün İzmir'de
kaldıktan sonra, geri dönmek için demir aldık. Dönüşte başımızdan geçen bir
macera sana Türk denizciliği hakkında bir fikir verebilir: Limandan ayrıldıktan
bir saat sonra, akşamın yedisinde bir kere daha karaya oturduk. Geminin arkasından
demir attık ve kurtulmak için çalıştık, fakat boşuna. Kazanın suyunun
boşaltılması gerekti; bu sayede gemi çok hafifledi, gece yarısını az geçe
tekrar yüzdü. Bu sefer demir almak, kazanı doldurmak ve ocağı yakmak lazım
geldi. Sabaha karşı bütün bunlar tamamlanmıştı ve artık makinenin işletilmesine
sıra gelmişti. Burada şunu da söylemeliyim ki, deniz suyuyle doldurulan bir
buhar kazanının ömrü -her seferde biriken tuz yüzünden- ancak dört beş yıl
olarak hesaplanır. Bizim kazan ise dokuz yaşındaydı. Babıali, kaptanın bütün
müracaatlarına karşılık, kemali hikmetinden, kazanın birkaç yıl daha dayanmak
zorunda olduğuna karar vermişti. Ama kazanın niyeti başkaydı; daha İzmir'e
gelirken iki yerinden delinmişti; herkes pek hayırlı şeyler ummuyor ve tetikte
duruyordu. Bu sefer tam hareket etmek istediğimiz sırada kazan patladı;
kendisine, ihtiyarlığına hürmeten, ilk yapıldığı vakit hesaplanan basıncın
yarısından fazla basınç yükletilmiyordu. Bu sebeple patlama hiç de beklediğim
kadar büyük olmadı. Fakat yarılan yer kazanın alt tarafındaydı, bu yüzden ateş
hemen söndü ve makinelerin çalıştığı yer bir anda buhar ve kaynar suyla doldu.
Adamlar hemen makinelerin altlıklarına sıçradılar ve büyük bir talih eseri
olarak kimseye bir zarar gelmedi. Sadece kaptanın ayakları haşlandı.” (s.63)
Ekonomisi çökmüş, otoritesi belirsiz, milleti bezgin bu
memleketin insanları nasıl yerlerde yaşarlar?
“Memleketin en imtiyazlı sınıfı olan Türklerin evlerinin
dış görünüşü reayanınkilerden ayrılır. Müslüman, evini geniş cephesi Boğaz'a
doğru olarak yapar, kırmızı, mavi ya da sarı renge, fakat daha çok kırmızıya
boyar; halbuki Rumlar ve Ermeniler evlerinin dar tarafını, başşehrin ana
caddesi olan Boğaz'a çevirirler ve kurşuni renkle badana ederler. Bu evlerin
çoğu pek büyük olduğu için sokağın üstünden aşar ve ta arkadaki tepelere ve
setlere kadar tırmanır. Eğer buna rağmen ev yine de tamah uyandırıcı bir zenginlik
manzarası gösteriyorsa bunu, sanki iki ayrı ayrı mülkmüş gibi görünsün diye,
kurşuninin iki ayrı tonuyle boyarlar. Devletin mali usulleri bütün göze
çarpacak gibi güzel yerlerde bulunan büyük köşklerin padişahın, hiç değilse
onun damatlarının olmasını sağlar. Zevke uygun bir evin baş şartı onun tam
deniz kenarında olmasıdır; bu sebeple kara yolları böyle sık sık kapılardan ya
da çetin yokuşlardan geçer. Fakat halk iktidar sahibi kişilere karşı hakkını
asla arayamaz.” (s.79)
Peki Moltke’nin vazifesi nedir? Cihet-i askeriye hakkında
neler düşünüyordu?
“Fakat bizim işimiz eski, biraz paslanmış olan eğri
kılıcı, olur ki kullanılır diye, artık olabildiği kadar, alafranga bilemek.”
(s.164)
GATA’nın kapatılmasının ardından sıklıkla tartıştığımız bir
mesele, askeri doktorluk meselesi, bundan iki yüzyıl önce de başımızın belası
olmayı sürdürüyormuş: “Gerçekten 3000 kişiyi, yanlarında cerrah diye bir
cahil berber olduğu halde harbe yollamak çok ayıp bir şey. Ta sekiz gün önce
topçularımızdan biri çiğnendi, bugün bile hala kimse, acaba bacağı kırıldı mı,
çıktı mı, yoksa sadece biraz ezildi mi bilmiyor, adam çadırında çaresiz ve
zavallı yatıyor. Cerrahlığın bu durumunu Hafız Paşa'nın Seraskere anlatacağını
umuyorum. Frenklerin Türklere bu işten fazla hiç bir işte faydaları olacağını
zannetmem. Hekimlikte lisan ayrılığı zarar verir, fakat cerrah, gözüyle görür
ve soracağı pek az şey vardır. Türkler Galatasaray'da nebatat bahçesini ve
yüksek okulu kuruncaya kadar askerlerinin yüzlercesi ölecektir; hem de canla
başla savaşan en iyi askerleri.” (s.187)
Bir de ordudan firar meselesi var tabii: “Burada, bizim
taraflarda büyük bir asker topluluğunun vasfı olan babayiğitçe ve neşeli hayatı
hiç aramamalısın. Bu adamlar sanki dedelerinin cengâver ruhundan tamamıyle
sıyrılmış gibi.” (s.232)
Son alıntı eğlenceli olsun istiyorum. 2.Mahmud’un maiyetinde
Rumeli gezisine çıkan Moltke gezi esnasında yaşanan komik bir olayı naklediyor:
“Padişah pencerede otururken başkatibi onun adına avluda söz söylüyordu. Ama
hükümdarın aklına sık sık bir şeyler geldiği için padişahla konuşma organı
arasında bir çeşit diyalog oluyordu. Vassaf Efendi: “Hükümdarımız” diyordu
“emirlerinin tamamı tamamına yerine getirilmesini arzu buyurmaktadırlar;
ileride, her şeyin emir buyurdukları gibi yapılıp yapılmadığından emin olmak
için, daima sizlerin yanınıza geleceklerdir”. Hükümdar “Hey! hey! Efendi”, diye
söze karıştı “ama her sene olmaz bu!”. Sözcü “Şüphesiz!” diye sözüne devam
etti. “Fakat padişahımız ne zaman lüzum görürlerse!” Vassaf bundan sonra
efendimizin, hangi dinden olursa olsun bütün uyruklarına himaye ve adalet
vadettiğini tekrarladı, tam sözünü bitireceği sırada padişah “Bana bak!” diye
bağırdı ve ona rediflerden bahsetmeyi unuttuğunu hatırlattı. “Bu teşkilatın
yurdun korunması ve savunması maksadıyle kurulduğunu ve (bize doğru yan gözle
bakarak) başka memleketlerde de böyle olduğunu” söyledi.”(s.106)
Moltke’nin; Kavalalı İbrahim’le savaşmaktan, Ağa Hüseyin
Paşa’yla görüşmeye, Karacehennem Yusuf’la kahve içmekten; Sultan Mahmud’un
huzurunda bulunmaya, nihayet Hüsrev Paşa’yla hasbihal etmeye uzanan mektupları
“imparatorluğun en uzun yüzyılına” canlı bir bakış sunuyor. Meraklısına tavsiye
ederim.
Ayrıntılara Âşık Adam: Latin Amerika edebiyatı ilgi
alanıma girmiyor. Ne okusam derken kütüphanede bu ufak kitapla karşılaştım.
Uzun hikaye tarzında yazılmış bir eser. Fikir iyi olmakla birlikte, romandan
ziyade hikaye türünde yazıldığı için birçok ayrıntı dışarıda bırakılmış. Keşke
roman olarak yazılsaymış. Yine de bir boş vakit eğlencesi olarak
kıymetlendirilebilir.
Dönüş: İlkini ne kadar yavan ve kısa bulduysam bu
hikayeyi o kadar yerinde buldum. Dönüş usta bir alegoriyle çevrelenmiş, iç içe
geçen fazla sayıda hadiseyi bir adam üzerinden birbirine bağlayan bir hikaye.
İyi bir öykü okumak isteyenlere tavsiye ederim.
Umarım faydalı olmuştur. Önümüzdeki ay, yeni kitaplarla, buluşmak üzere…

0 Yorumlar