Neredeyse bir ay olacak bu blogda yazı yayımlamayalı…
Sağolsunlar bazıları sorma nezaketinde bulunuyorlar neden yazmadığımı. Aslında
net bir cevabım yok. Çünkü üzerine düşünecek kadar zamanım yok, şimdilik.
Bizleri “konsantre edilmiş” hayatlar yaşamaya zorlayan bu sistemle barışma
ihtimalimiz ise bulunmuyor.
Bu ay insanlara haddinden fazla zaman ayırdım. Bir de üstüne
yabancı dillerde okumaya hız verince, dilimize çevrilmiş yalnızca iki kitap
okuyarak ayı tamamladım.
Fakat talih yine bir ilginçlikte bulundu. Kissinger’ın
Liderlik kitabının kapağını kapatmamla, yazarının ölüm haberini almam arasında
yalnızca on dakika geçmişti. Tesadüf kelimesi bu durumu açıklamaya yeterse de
bence daha fazlası vardı.
Kissinger hakkında yakın zamanda ayrı bir yazı yazacağım
için bu bahsi uzatmıyorum.
Diğer taraftan Venedik Taciri ne zamandır okumak istediğim
bir klasik eserdi. Okudum ve başım göğe erdi.
Bol alıntılı bir yazıya hazırlanın ama önce bu ay
okuduklarımın bir listesini (yalnızca iki maddelik de olsa) sunmama izin verin.
Bu Ay Okuduklarım
1-Liderlik – Henry Kissinger (Runik Kitap, 2022,
Çeviren: Ebru Kılıç)
2-Venedik Taciri – William Shakespeare (Remzi Kitabevi, 2013, Çeviren:
Bülent Bozkurt)
Ayın Kitabı: Liderlik – Henry Kissinger
100 yıllık ömrünün büyük bir kısmını liderlerle iç içe;
liderlik üzerine öğrenerek, düşünerek ve yazarak geçiren Kissinger bu kitapta
şahsen tanıştığı altı şahsiyet üzerinden liderliği tartışıyor. Kim mi bu
altılı? Konrad Adenauer, Charles De Gaulle, Richard Nixon, Enver Sedat, Lee
Kuan Yew ve Margaret Thatcher. Tamamı Kissinger’ı etkilemiş, bir kısmı ondan
etkilenmiş insanlar bunlar. Aşağıda onlarla ilgili de alıntılar okuyacaksınız
ama kitabın hülasasını veren yerler giriş ve sonuç bölümleri.
Peki liderliğin önemi nedir?
“Siyasal sistemi ne olursa olsun her toplum, hafızasını
oluşturan geçmiş ile gelişimine ilham veren gelecek hayali arasında sürekli
geçiş hâlindedir. Liderlik bu yolda vazgeçilmez öneme sahiptir: Kararlar
alınmalı, güven kazanılmalı, verilen sözler tutulmalı, ileriye doğru rota
önerilmelidir. Devletler, dinler, ordular, şirketler ve okullar gibi beşeri
kurumlarda insanların mevcut konumlarından daha önce hiç bulunmadıkları ve
belki de hiç ulaşamayacaklarını düşündükleri yerlere yükselmelerine yardımcı olmak
için liderliğe ihtiyaç vardır. Liderlik olmazsa kurumlar yoldan çıkar, uluslar
giderek oyun dışında kalmaya başlar ve nihayet felaket kaçınılmaz olur.” (s.13)
Kissinger, tarih felsefecisi Oswald Spengler’den alıntıyla
lideri ise şöyle tarif ediyor: “Her şeyden önce değer veren biri –
insanlara, durumlara ve şeylere değer veren -, “bilmeden” doğru şeyi yapma
[kabiliyetine] sahip biri” (s.17)
Liderlere ve liderliğe bu derece bir önem bahşetmek şu
soruyu doğuruyor: “Tarihte bireyler önemli midir? Böyle bir soru sormak,
Sezar ya da Muhammed’in, Luther ya da Gandhi’nin, Churchill ya da Franklin
Delano Roosevelt’in bir çağdaşının aklına bile gelmezdi. Bu kitapta, iradeye
bağlı olan ile kaçınılmaz olan arasındaki sonsuz çekişmede kaçınılmaz görünen
şeyin insanların yapıp ettikleri sayesinde böyle olduğunu anlayan liderler ele
alınıyor. Bu liderler önemliydi çünkü miras aldıkları koşulları aşmış ve böylece
toplumlarını mümkün olanın sınırlarına taşımışlardı.” (s.27)
Adenauer
Almanya doğumlu olan ve ailesinin birçok üyesi Holokost’ta
katledilen Kissinger’ın, yıkılmış Almanya’yı toparlayan Adenauer’le ilgili
gözlemleri şahsi olmaktan ziyade soğukkanlıdır: “Karşısındakinin karakterini
anlayan keskin bir gözü vardı ve gözlemlerini de zaman zaman alaycı bir üslupla
dile getirirdi. Güçlü liderliğin vasıflarıyla ilgili bir sohbetimizde bana
“Enerjiyi asla güçle karıştırmayın” uyarısında bulunmuştu. Bir başka seferinde
tam başka bir misafiri – kısa süre önce ona saldırarak medyanın dikkatini
çekmiş biri – yanından ayrılacağı sırada beni ofisine kabul etmişti. Onların
samimi ayrılık sahnesi karşısındaki şaşkınlığım bariz olsa gerekti ki Adenauer
sohbete şu sözlerle başlamıştı: “Sevgili Profesör, siyasette soğukkanlılıkla
intikam almak mühimdir.” (s.63)
“Nasıl hatırlanmak istediği sorusuna sadece şu karşılığı
vermişti: “Görevini yaptı.” (s.84) Gorbaçov “Denedik” yazılmasını
istemişti. Acaba çok yeni ölen Kissinger ne yazılmasını isterdi?
De Gaulle
İyi bir tarih okuyucusu olan De Gaulle Napolyon’u bin yılda
bir çıkan bir dahi olarak görüyordu ama Fransa’nın gücünü ve saygınlığını yerle
yeksan etmekle de suçluyordu: “Fransa’yı aldığından küçük bıraktı.” (s.98)
Büyüklük takıntısı olan De Gaulle’ün İkinci Dünya Savaşı’nda
ülkesinin işgal altında kaldığı dönemi değerlendirmesi de ilginçtir: “Aradan
geçen dört yılı, Fransız tarihindeki bir silinme olarak ele aldı. Hatıralarında
“Devlet dışında hiçbir şey eksik değildi. Benim görevim, devleti yeniden tesis
etmekti.” diye yazacaktı.” (s.117)
Peki De Gaulle’ün devlet anlayışı nerelerden sorumluydu? “Başkanlık
yıllarını anlattığı hatıratında De Gaulle “Fransa’dan sorumlu olan devlet, aynı
anda hem dünün mirasından hem bugünün çıkarlarından hem de yarının umutlarından
sorumludur.” diye yazmıştı. (s.124)
Yalnızca tarihle, direnişle, devletle değil kelimelerle de
arası iyiydi Fransız liderin: “De Gaulle ustalıklı muğlaklığını devlet
başkanı olmasından kısa bir süre sonra, Haziran 1958’de Cezayir’e yaptığı
ziyarette tam anlamıyla ortaya koydu. Onu kurtarıcıları olarak gören, coşkuyla
kendinden geçmiş bir pieds-noirs kalabalığına “Je vous ai compris” (“Sizi
anladım”) diye seslendi. Bu cümle, Fransız hâkimiyetindeki Cezayir’e
bağlılıklarıyla onu göreve getirenlerin inancını güçlendirirken De Gaulle’ün
tercihlerini hiçbir şekilde sınırlamıyordu. Hatta sözcük seçimi belki de
hayatını kurtarmıştı: Konuşmasını yaptığı sırada yakındaki bir binada bulunan
suikastçı onun bu sözleri üstüne yivli tüfeğini bırakmıştı.” (s.143)
Bush da 11 Eylül’den hemen sonra İkiz Kuleler’in enkazının önünde elinde
megafonla konuşurken arkadan bağıran bir “vatandaşın” “Seni duyamıyoruz” demesi
üzerine “Ben sizi duyuyorum” demişti. Ne tesadüf, hasletleri arasında
hazırcevaplık bulunmayan Bush’un o dönemki akıl hocalarından birisi Kissinger’dı.
De Gaulle ülkesinin nükleer silah sahibi olmasıyla ilgili
tartışmaların tam ortasında şöyle haykıracaktı: “Üstelik yaşadığımız bu
gerilimli ve tehlikeli dünyada başlıca görevimiz, güçlü ve kendimiz olmaktır.”
(s.158)
Enver Sedat
Liderliğin şartlarını sayarken daima derin düşünme ve
fikirlerinde esnemeyi başa yazan Kissinger’ın, Enver Sedat’la ilgili şu
alıntıyı yapması şaşırtıcı değildir: “Ama onunkisi hareketsizliğe meyleden
bir sükûnet değildi. Daha ziyade “bir değişim yetisi”ydi. Hatıralarında şu
düşünceleri kaleme alacaktı: “Bu inziva ortamında hayat ve insan doğası
hakkında tefekkürüm, düşünce yapısını değiştiremeyen kişinin gerçekliği asla
değiştiremeyeceğini, bu nedenle asla ilerleme kaydedemeyeceğini öğretti bana.”
(s.280)
Bize de bir yerlerden tanıdık gelen şu tespiti sadece Sedat
değil herhangi bir doğulu lider yapsa şaşırmayız: “Sedat “Mısır’da kişiler
her zaman siyasal programlardan daha önemli olmuştur” inancındaydı.” (s.294)
Lee Kuan Yew
Kissinger’a göre: “Devlet adamının temel niteliklerinden
biri, mevcut anın ruh hâline kapılıp gitmeye direnme kabiliyetidir.” (s.361)
Singapur gibi küçük bir ada ülkesinde dünyanın en müreffeh
toplumlarından birini meydana getiren Lee Kuan Yew başarısının sırlarını
anlatırken şöyle diyordu: “İnsanlar kaybeden bir davaya yatırım yapmaz,
kazanan bir dava gibi görünmek gerekir.” (s.384)
Lee Kuan Yew’dan başka bir alıntı: “Hiçbir zaman herhangi
bir kuramın esiri olmadım. Bana kılavuzluk eden şey akıl ve gerçeklikti. Bütün
kuramlar ya da bilimlere uyguladığım turnusol testi, “İşe yarayacak mı?”
sorusuydu.” (s.404)
Kissinger liderliğin doğal şartlarından birisi olarak mevcut
durumu kabul etmemeyi görüyordu: “Sadece gerçekçiyseniz yavan olursunuz,
avam olursunuz, başarısız olursunuz. Bu nedenle realiteyi aşıp “Bu da mümkün”
demeniz gerekir.” (s.408)
Margaret Thatcher
Imperial Chemical Industries’e başvurusu reddedilen
Thatcher’ın başvurusuyla ilgili değerlendirmede şöyle yazıyormuş: “Bu kadın
dik başlı, inatçı ve tehlikeli denecek derecede kendini beğenmiş.” (s.420)
Kissinger arkadaşının liderlik anlayışını tanımlarken şöyle
diyor: “Ona göre kutsal dokunulmazlar yoktu, aşılamaz engeller bunlardan da
azdı.” (s.425)
“Onun gücü, fevkalade cazibesiyle etkili kıldığı yılmaz
irade gücünde yatıyordu. Bir lider olarak dehasının bir kısmı, daha geniş çaplı
hayalinden vazgeçmeksizin gerçekliğin buyruklarına ayak uydurma becerisinden
geliyordu. O değişiklik yaratma kararlılığı çerçevesinde, sonuçları kendi
başlarına, daha uzun soluklu bir sürecin sadece birer aşaması kabul ediyordu.
Charles Powell’ın gözlemlediği üzere: “Akıllı ve duyarlı bir donanma subayı
gibi, taktik yenilgilerden kaçınmak için ne zaman sis perdesi yaratıp geri
çekileceğini bilirdi ama nihai amacını hep korur ve ona ulaşmak için savaşmayı
sürdürürdü.” Hiçbir şey yapmamaktansa hata yapmak daima evlaydı ona göre.”
(s.428-29)
Kissinger’a göre: “Liderin en büyük görevlerinden biri,
birlikte çalıştığı kişilere, mümkün bildiklerinin ötesine dair ilham vermesidir.”
(s.436)
(Thatcher’ın) “Yaptığı konuşmalar, onu destekleyenlerde,
Churchill’in İkinci Dünya Savaşı sırasında toplumu heyecanlandıran sözleri
hakkında Isaiah Berlin’in yaptığı tanımı hatırlatan bir etki uyandırırdı:
”Sözcükleri o kadar hipnotize edici, inancı o kadar güçlüydü ki belagatinin
yoğunluğuyla toplumu büyülerdi. Öyle ki aslında kalplerinde hissettikleri,
zihinlerinde düşündükleri dile getiriliyormuş gibi gelirdi. Hissettikleri,
düşündükleri kuşkusuz oradaydı ama o uyandırıncaya dek büyük ölçüde uykuda
kalmıştı.” (s.494-5)
Bugünkü Liderlik Üzerine
Bugünkü liderlik üzerine laf etmeden evvel, yukarıda sayılan
liderleri de etkileyen ve bugüne gelmemize derinden tesir eden yakın geçmişi
etüt etmek gerekmektedir. Kissinger bu geçmişi şöyle değerlendiriyor: “On
dokuzuncu asırda ve yirminci asrın başında dini inançların zayıflaması, Fransız
İhtilali’nin siyasi eşitliğe yönelen pek çok hareket doğurması ve palazlanan
piyasa ekonomisinin servet ve mevki değişiklikleri meydana getirmesi nedeniyle,
soylu aristokrasinin dayandığı kabuller ortadan kalktı. Sonra birden ve hiç
beklenmedik biçimde Birinci Dünya Savaşı, bir yanda sönmekte olan aristokratik
siyasal değerler ile diğer yanda doğmakta olan teknolojik gerçeklikler
arasındaki uyumsuzluğu gözler önüne serdi. Aristokratik siyasal değerler itidal
ve barışçı değişim zorunluluğunu vurgularken dahi teknolojik gerçeklikler
savaşın yıkıcılığını kat be kat artırıyordu. Yükselen ulusal heveslerin önceki
koruma kalkanlarını bir kenara itip teknolojinin sürekli tırmanan çatışmayı
sürdürmesini mümkün kılmasıyla 1914’te sistem çöktü ve dört yılı aşkın bir süre
devam eden yıpratıcı savaş mevcut kurumların altını oydu.” (s.502)
Deneme yazarı Adam Garfinkle’dan “derin okuryazarlık”
kavramını alan Kissinger şöyle diyor: “Derin okuryazarlık siyasetle
ilgilenenlere Max Weber’in “ölçülü olma” dediği niteliği, yani “gerçekliklerin
sizi etkilemesine izin verirken iç sükûnetinizi ve duruşunuzu koruma
becerisini” kazandırır. Yoğun okuma bir liderin kendisi ile dış uyarıcılar ve
kişilikler arasında, ölçülülük hissini koruyan zihinsel bir mesafe
geliştirmesine yardımcı olabilir. Yoğun okuma tefekkür ve hafızanın
eğitilmesiyle birleştiğinde liderlerin benzetmelerle akıl yürütebileceği
ayrıntılı ve incelikli bilgilerin bulunduğu bir depo oluşturur. Daha da
önemlisi kitaplar akla yatkın, ardışık ve düzenli bir gerçeklik sunar; tefekkür
ve planlamayla hâkim olunabilecek, en azından idare edilebilecek bir gerçeklik.
Liderlik açısından belki daha da önemlisi, okumak bir perspektif duygusuyla
öğrenmeyi teşvik ederek “kuşaklararası bir sohbet ağı” yaratır. Son olarak
okumak esin kaynağıdır. Kitaplar bir zamanlar büyük cesaret göstermiş
liderlerin yanısıra fazlasıyla cüretkâr davranmış kişilerin de yapıp
ettiklerini bir uyarı olarak kaydeder.” (s.513)
Doktora tezinin başlığı Tarihin Anlamı olan ama sonraları bu
anlamı bulmanın imkansızlığını kavrayan Kissinger şu tespiti yapıyor: “Teknolojik
devrime siyasal dönüşüm eşlik ederken tarih hâlâ dur durak bilmez buyurucu
olmayı sürdürüyor.” (s.519)
Bugünün liderlerini hangi tehditler bekliyor, neler
yapmaları gerekiyor? “Bugünün dünyasının ironilerinden bir diğeri, görkemli
yönlerinden birinin – teknolojinin devrimci patlamasının- çok hızlı ve çok
büyük bir iyimserlikle ortaya çıkmış olmasıdır; öyle ki hız ve iyimserliğin
eşlik ettiği bu yükseliş muhtemel tehlikelerinin düşünülmesinin önüne geçmiş,
teknolojinin yeterliliklerinin anlaşılmasına yönelik sistematik çabalar
yetersiz kalmıştır. Teknoloji üretenler akıl almaz cihazlar geliştiriyor ama bu
aygıtların karşılaştırmalı içerimlerini tarihsel çerçevede inceleyip
değerlendirmeye pek az fırsatları oluyor. Siyasi liderlerse kullandıkları
makinelerin ve algoritmaların stratejik ve felsefi içerimlerini yeterince
kavrayabilen anlayıştan çoğu zaman yoksunlar. Teknolojik devrim bir yandan da
insan bilincine ve gerçekliğin niteliğiyle ilgili algılara el uzatıyor. Bu
çağla karşılaştırılabilir son büyük dönüşüm olan Aydınlanma, inanç çağının
yerine tekrarlanabilir deneyler ve mantıksal çıkarımları getirmişti. Şimdiyse
Aydınlanma’nın yerini algoritmalara bağımlılık alıyor; tam aksi yönde işleyen
bir süreç bu, sonuçları açıklanmayı bekliyor. Bu yeni cephelerin keşfedilmesi,
liderlerin teknoloji, siyaset, tarih ve felsefe dünyaları arasında mevcut
uçurumları daraltma ve aslında en ideal seçenek olan kapatma yönünde
kararlılıkla çaba göstermelerini gerektirecek.” (s.523)
Son ders: “Bir toplum kendine inancını yitirirse ya da
kendi kendisiyle ilgili algısını mütemadiyen kötülerse büyük kalamaz.” (s.526)
Felsefi bir tartışma bekleyenler veya hap bilgiyi yutup kaçıp gidenler Liderlik’ten aradıklarını bulamayacaklardır. Sade ve vurucu bir dille yazılan bir eser üzerinden liderlik üzerine düşünmek isteyenlereyse bu kitabı okumalarını tavsiye ederim.
Venedik Taciri: Düzenbaz Shylock şöyle seslenir: “Etimizi
kesince bizim de kanımız akmaz mı? Gıdıklanınca gülmez miyiz? Zehirlenirsek
ölmez miyiz? Peki ya bize haksızlık ederseniz öcümüzü almaz mıyız?” Klasikleri
okumayı seviyorum. Özellikle tiyatro metinlerindeki canlılığa hayranım. Bu
ikisinin birleşiminde yer alan Shakespeare’in Venedik Taciri ise – aradan
asırlar geçmesine rağmen – sahnede izlemesi de, okuması da keyifli bir metin
olarak ortada duruyor. Ölümsüzlük nedir sorusuna cevap arayanlar Venedik
Taciri’ni muhakkak okumalılar. Cevabı kitabın içeriğinde bulamazlarsa,
kendisinde bulacaklardır.
Umarım istifade etmişsinizdir. Önümüzdeki ay, yeni
kitaplarla, görüşmek dileğiyle…
0 Yorumlar