Harp ve Sulh'ta Tolstoy bir kısım Rusları şöyle betimliyordu: “Hiçbir şey bilmez, bir şey bilmek de istemez, herhangi bir şeyin öğrenilebileceğine de inanmaz zaten ve bu sebeple de kendinden çok emindir.”
Tanıdık geldi mi? Bana geldi. Hatta o kadar tanıdık geldi ki, oturup bu yazıyı yazma fikrini ilham etti.
Dünya'nın bütün memleketlerinde olduğu gibi bizim ülkemizde de her vatandaş gidip bir cemaate yazılır. Bu İslâmî bir cemaat olabileceği gibi; laik, milliyetçi, deist bir cemaat de olabilir. (Cemaat kelimesi cem olma yani toplanma anlamında.)
Sonra, Dünya'nın birçok memleketinde olmadığı gibi, yaşamını benzer cemaatlerin buluştuğu kamuda sürdürür. Ne zaman ki hayatında kontrol edemeyeceği bir durumla karşı karşıya gelir (evlilik, iş, tayin vb.) kendi kamusundan ayrı bir başka kamu daha olduğunu keşfeder.
Evliliklerin "suyu suyuna, boyu boyuna" yapılmasının, işyerlerinde hep "tanıdıkların" çalıştırılmasının, en temiz memurun bile tayin için araya adam sokmasının ve bunların normal karşılanmasının sebebi "öteki Türkiye'yle" karşılaşmak istemeyen vatandaşı bu telaştan kurtarmaktır. Çünkü içinde yalnızca ötekileri barındıran bir Türkiye vardır. Bu ötekisi kötüdür.
Öteki Türkiye tam olarak ne yaptığı veya nasıl yaşadığı bilinmeyen ama muhakkak korkulması gereken bir nesnedir. Neden? Çünkü bizim gibi değildir. Dolayısıyla bizden de değildir.
İki Tür Cemaat, Kaybolan Millet
Ait olma ihtiyacıyla meydana gelen cemaatleri kabaca ikiye ayırmak mümkündür: Hesaplılar ve hesapsızlar.
Hesapsız cemaatler; kendiliğinden oluşan, mensubiyet bağlarını gevşek tutan, girmenin zor çıkmanın kolay olduğu, içinde bulunanlara istikamet tayin etmekten ziyade onları mevcut halleriyle mutlu olmaya iten cemaatlerdir. (Hemşehricilik buna iyi bir örnektir.)
Hesaplı cemaatler ise; toplumdaki bir yarıktan beslenerek meydana gelen, mensubiyet bağını olabildiğince sıkı tutan, bir lidere, teşkilata, hiyerarşiye ve ideolojiye sahip, girmenin kolay çıkmanın zor olduğu, içinde bulunanları belirli bir amacı gerçek kılmakla görevlendiren cemaatlerdir. (Her türlü siyasî ve dinî cemaat bu tipe örnektir.)
Birinci kısım hesapsız cemaatler dünyanın sadece siyah ve beyazdan ibaret olduğu fikrini alttan alta ve hesapsızca işlerken; ikinci kısım cemaatler bu konsepti hesaplı bir biçimde mensuplarına kabul ettirirler. Böylece "biz" beyaz, "ötekiler" siyah olur.
Hesapsız cemaatlerin "üye" sayısı diğer türden çok fazla olmakla birlikte belirli bir plan dahilinde biraraya gelmedikleri için hesaplı cemaatlerin sesi daima daha gür çıkar.
Bu iki türün üzerinde modern zamanların faydalı bir toplanma biçimi olarak durması gereken meslek örgütleri ve sendikalar ise vakitlerini durdukları yerde tepinerek ve bol bol rüşvet yiyerek "değerlendirirler".
Kamuoyu?
Saydığım bütün unsurlar ülkemizde kamuyu meydana getirirler. Daha doğrusu birbirine benzeyen cemaatler kendi kamularını oluştururlar.
Bu aynı anda ve mekânda var olan kamuların iki eksiği vardır. Evvela kişilerden oluşmadıkları için kişilik, karakter gibi kavramlar bir şey ifade etmez. İkincisi herkes birbirine benzediği için diyalog kurmak yerine mırıldanırlar. Dertlerini anlatmak yerine başka şeyleri ima ederler.
Türkiye'de kurulan kamular, cemaatlerden daha fazla hesapçıdırlar. Bu dereceye kadar bir nebze samimiyet ve güven taşıyan kişiler buradan sonra artık bu özelliklerine elveda derler. Böylece insanî özelliklerinin belki de en önemli olanlarını "topluma karışma" sevdasıyla yolda bırakırlar.
Sanki kamu denilen nesneyi teşkil edebilmişiz gibi, bir de buna oy hakkı bahşedilir memleketimizde.
Halbuki Türkiye'de "kamuoyu" dediğimiz Yalova kaymakamıdır. Kalabalıklar devleti görünce Yalova'ya yeni atanan kaymakamı pek de önemsemezler. (Daha kibar yazamazdım.)
Çözüm bulması gereken siyaset müessesesi ise "değiştikçe aynılaşıyor" ve bu müessesesin her bir ferdi gittikçe birbine benziyor. Yanlış giden şeylerin var ettiği siyasî ortam, vasatı değiştirmeyi değil tutmayı hatta yüceltmeyi hedefliyor. Ortada çözülecek bir sorun görmeyenler çözüm bulamıyorlar.
Tel tel dökülen toplumumuzun istikameti kayboluyor, çözüm bulunamadıkça çözülme kaçınılmaz hâle geliyor.
Eğitim sistemimize gelince, biliyorsunuz, kendileri uzun zamandır çökmekle meşguller. Hani insanın bir anlık öfkeyle "Yok olsa da kurtulsak" diyesi geliyor. Öyle bir hantallık, öyle bir aptallık, öyle bir yamukluk var... Müfredat, sadece bu çağın değil, neredeyse her çağın dışında. Öğrencilerin disipline edilmesi tamamen terk edildi. Öğretmen yetiştiremiyoruz. Yetiştiremediğimiz öğretmenden disiplinsiz öğrenciyi çağdışı müfredatın "ışığında" adam etmesini bekliyoruz. Aslında biz de süzme salak değiliz, bu malzemeden bir şey çıkmayacağını biliyoruz. Fakat çare bulmak yerine umut etmeyi tercih ediyoruz. Fakirlik zihinlerimize işlemiş çünkü.
"Üst düzey" eğitim veren akademimiz hiçbir zaman toplumla bağ kuramamıştı. Fakat yakın zamanlarda kendi içindeki bağlantıyı da kopardı. Böylece hayali sorunlara gerçekçi çözümler arayan bir "şeye" dönüştü.
Neden her alanda tekliyoruz? Doğru dürüst iş yapabileceğimize evvela biz kendimiz inanmıyoruz.
Millet bir örüntüden yalnızca bir görüntüye evrildi. Bunun sebebi mensubu olduğumuz millete inanmamakta çocukça direnişimizde yatıyor. Herkes, üstelik çoğu farkında olmadan, daha küçük topluluklara çekiliyor. (Kendisini "büyük insanlık ailesinin" ferdi kabul eden bir tanıdığım hayatını yalnızca üç kişiyle düzenli diyalog kurarak geçiriyor. Büyük insanlık ailesi kaç kişiden oluşuyor bilmiyorum ama çekirdek aileden daha kalabalık olması gerektiğini düşünüyorum.)
Memleketimizin bazı sakinleri pek de sakin olamıyorlar. Sanki birilerinden borç almışlar da karşılığında muayyen bir sürede delirmeye söz vermişler, vade gününün gelmesini beklerken ağır ağır deliriyor gibiler...
Milliyetçilik denilen meslek bir kayıp aile arayışına evrildi. Liberalizm her türlü namussuzluğa perde, sosyalizm akıl tutulmasında ısrar, muhafazakarlık cehalete örtüye dönüştürüldü. İdeolojiler çağının kapanması başka bir şeydi, şimdi yaşadığımız ve her şeyi eriten süreç başka... Bunun toplumdaki yansıması ise çok daha başka ve vahim...
Gri bir fonda seyreden hayatı siyah ve beyazların net ayrımından ibaret saymak donuk fotoğraf karesinden gerçeğe ulaşmaya benzer. Tek bir karede, ışığın geliş açısı bize gerçeğe dair hiçbir şey söylemez, sadece anı verir. Hayat bir andan değil, anların peşpeşe dizilmesinden oluşur. Siyahın koyulaştığı yerde beyaz, beyazın göz aldığı noktada siyahlar gizlidir.
Can Yücel, "Neredeyse ışığa inanmaz olacaktık/ Öyle hızla büyüyordu içimizdeki karanlık…" diye yazmıştı bir zamanlar. Tam da oradayız.
Işığa inanmak için hep birlikte bakmalıyız. Çünkü cemaat cemaat keşfedilen ışığın gücü hepimizi aydınlatmaya yetmez. Yetmeyecek.
0 Yorumlar