Okuduklarım (Mayıs 2024)


Ne çok bölünüyoruz! Tam bir işin üzerine odaklanmışız ya telefon çalıyor ya bildirim geliyor ya planlanmamış bir ziyaret çıkıyor ya unuttuğumuz bir olay hatırımıza geliyor ve... bölünüyoruz. Neden bu kadar kolay? Yapay hâlini imal ettiğimiz zekânın kendisini ihmal ettiğimiz için henüz çözemedik. Çözebilirsek belki bir gün cevap verebiliriz. Şimdilik elimizde cevapsız sorular var. 

Diğer taraftan ne çok iş yapıyoruz! Bir iş bitir bitmez diğerine atlıyoruz, bir arkadaşla görüşürken başkasıyla buluşmak için plan yapıyoruz, hatta bir hobimizle ilgilenirken yekdigerine sıçrıyoruz. Gün bittiğinde yorgun argın yatağımıza girerken gün boyu neler yaptığımızı hatırlıyor, bütün bunları yetiştirmiş olmaktan memnuniyet duyuyoruz. Fakat bu memnuniyet çok kısa sürüyor. Yarın başka bir gün. Yeni şeyler yapmalıyız. 

İnsan yeter ki yapsın. Yalnız burada da kafamı kurcalayan bir soru var: Ne anlıyoruz? Başarılarımızdan, mağlubiyetlerimizden ne çıkarıyoruz? 

Sürekli bölündüğümüz ve hiçbir şeyini anlayamadığımız bir dünyayı terk ettiğimiz vakit hakikaten "yaşadım" diyebilecek miyiz? 

Bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa bu ay dört kitap okuduğumdur. 

***



Bu Ay Okuduklarım 

1- Büyük Taarruz - Selim Erdoğan (Kronik Kitap, 2023)
2- 27 Mayıs ve Türkeş - Muammer Taylak (Ayyıldız Matbaası, 1977)
3- Doğumunun 100. Yılında Nihâl Atsız - Yücel Hacaloğlu (Boyut Tan. Matbaacılık, 2005) 
4- Günlüklerin Işığında Tanpınar'la Baş Başa - İnci Enginün, Zeynep Kerman (Dergâh Yayınları, 2022)

***


Ayın Kitabı: Günlüklerin Işığında Tanpınar'la Baş Başa - İnci Enginün, Zeynep Kerman 

Yalnız bir adam Ahmed Hamdi Tanpınar. Çağının ötesinde eserler vermiş, verdiği eserler yeterince kıymetlendirilmemiş, kendisi de pek kıymet görmemiş, bu "sükût suikastı" neticesinde kendinden ve hatta eserinden bile şüphe etmiş fakat yine çalışmaya devam etmiş... yalnız bir adam. 

Ellisini geçmişken ilk defa Avrupa'ya çıkabilen Ahmed Hamdi'nin yayıncıların elindeki günlükleri bu zaman başlıyor. İki seyahat arasını bazı notlarla dolduruyor. İkinci seyahatini de günlük formunda tutuyor ve nihayet ölümüne az bir zaman kalana kadar yazıyor. 

Bu günlükler biraz da "tahammur etmiş", ekşimiş Ahmed Hamdi'yi anlatıyor. Gerçi bazı arkadaşları tarafından "kıtipiyoz" lakabı takılan bir adam ekşimeden önce nasıldır insan onu da tahmin edemiyor. 

Kitapta Yahya Kemal'den Sabahattin Eyüboğlu'na, Peyami Safa'dan Mehmet Kaplan'a kadar birçok edebiyatçı hakkında görüşleri mevcut. Açık konuşmak gerekirse kitabı okumadan hakkında duyduklarım beni korkutmuştu. Sanki Ahmed Hamdi dışarıdan yüzüne güldüğü arkadaşlarını günlüklerinde gömüyordu. Bu konuda olumlu anlamda bir hayal kırıklığına uğradığımı söylemeliyim. 

Evet bolca dedikodu yapıyor, çoğu zaman şahsî hislerini saklayamıyor fakat bunlar çok insanî şeylerdir. Hele esas gürültünün koparıldığı meselede, hocası Yahya Kemal bahsinde, Tanpınar koca şairi şiirinden bile büyük gövdesinden ayırarak âdeta ameliyat ediyor. Bazen hissî bazen de sakin bir üslûpla Yahya Kemal'i tarih önünde yerli yerine oturtmaya çalışıyor.  

Bu açıklamadan sonra Yahya Kemal bahsindeki notlarını iktibas etmeye gerek görmüyorum. Diğer konulardan, biraz da kitaptan tadımlık bir şeyler olması amacıyla, aşağıdaki alıntıları yapıyorum.  

Tanpınar, Valéry'den mülhem, şiir anlayışını "en uyanık bir gayret ve çalışma ile dilde rüya hâlini kurmak" (s.27) diye özetliyor. 

Ne dışında ne de içinde olamadığı hayatla ilgili şu tespiti yapıyor: "Korkunç keşif: İnsan nerede olursa olsun tek bir hayatı yapabiliyor." (s.65)

Şu satırlar dışarıya geç giden, gidebilen Ahmed Hamdi'nin geç kalmış olma hâlini mükemmelen veriyor: "20 [Temmuz 1953] Gecesi- Benim Paris seyahatim: Yirmi bir sene evvel gelmem lazım gelen yere şimdi geliyorum. Bugünkü Avrupa, fikirlerimin, itiyatlarımın (zihnî) ve ideallerimin hazin bir mezarlığıdır. Hakikatte ben Avrupa'da bir hortlak değilse bile, bir artık gibi dolaşıyorum." (s.86

Bu satırlardaki pişmanlık, zaman karşısındaki çaresizlik bana, Ahmed Hamdi'den yalnızca bir buçuk sene sonra Paris'e giden Cemil Meriç'in yazdığı şu acı paragrafı hatırlattı: "20 Ocak 1955... Bir elinde bavul, ötekinde baston. Bavulunda acıları, korkuları, ümitsizlikleri, bavulunda mazisi. Ve tek desteği Mahmutpaşa'dan iki buçuk lira mukabilinde alınan baston. Bir adam, bir vapurun ambar merdivenlerinden inmektedir. 'Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan', gemi meçhule değil, belde-i nura gidiyor. Sonra rüyaya benzeyen günler. Mânâsız ve mânâlı. Çirkin ve korkunç. Sonra bilmem kaç ay Paris. Kenzven geceleri. Kenzven'de her gün gecedir. Istırabı nükte ile yenmeye çalışan bir aciz. Paris, okuduğum romanların en tatsızı, en namussuzu, en kahpesi." 

Neden mi bu kadar öfkelidir Paris'e? "Reyhaniye'nin çamurlu sokaklarını, kerpiç kulübelerini ve maymun azmanı insanlarını, kötü yazılmış natüralist bir romanın esneten teferruatını okur gibi, yıllar yılı seyreden gözlerim, Paris'te kapalıydılar." (Bu Ülke, s.43-44

Cemil Meriç Paris'e indiğinde görme yetisini çoktan kaybetmişti. Ahmed Hamdi ise gözleri açık olmasına rağmen göremiyordu. Onlar için bu kadar beslendikleri bir beldeye gitmek neden bu kadar zordu? Bu hakikaten zor bir sorudur.  

Tarihçileri gülümsetecek bir alıntıyla devam edelim. Üstad İspanya'dan bahsederken şöyle diyor: "Muayyen bir payitahta ancak dört asır evvel kavuşuyorlar." (s.105)

Israrla üzerinde durduğu "devam fikrine" yakışan bir örnek de veriyor: "Avrupa kaosunun meyhanesi gibi bir şey, insanlar yalnız değişiyor, dekor, eşya hep yerli yerinde..." (s.134)

Parasızlığın insana hoş dualar ettireceğine bir örnek de buluyoruz günlüğün sayfalarında. 8 Ocak 1959'da şöyle yazıyor: "Yarabbim bana bir 5000 lira lutfet." (s.143)

Tanzimat'tan sonra Türkiye'yi şöyle tanımlıyor: "ihtiyaçlarla imkânların muvazenesizliği..." (s.144)

Zamanımızda da geçerli bir soru soruyor Tanpınar: "Teknik kendi hümanizmasını kurabilecek mi?" (s.180)

Çok sevdiği Baudelaire'le ilgili hoş bir tespiti var: "Baudelaire sefalete acımıyor, kızıyor. Fazla duymanın başka şekli değil mi?" (s.239

Meşhur alıntıyı yapmazsak olmaz, değil mi? "Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor. Bu itibarla bizim eve pek benziyor." (s.259)

Daha az hatırlanan ama bence geçerliliği daha yüksek olan bir başka kuvvetli sözü de şöyle: "Yarabbim kaç yıldır uzun yaşamış bir Türk'ün kendini inkâr etmeden ölümünü göremiyoruz." (s.271

Türkiye, çok nadiren de olsa evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olma imkânını veriyor fakat uzun yaşayıp da kendisini inkâr etmeden ölen Türk deyince aklıma hâlâ kimse gelmiyor. 

Son bir alıntıyla bitirelim. Milletin vaziyetinden bahseden Tanpınar şu yorumu yapıyor: "Biz beraber olmaya mecburuz." (s.294)

Yalnızsanız derdinizden anlayan bir yazarla dertleşmek, değilseniz yalnızın hâlinden anlamak; edebiyat tarihine meraklıysanız bir dönemin dedikodularına hakim olmak... Veyahut son senelerini yaşayan erken yaşlanmış bir adama refakat etmek, hepsinden önemlisi bir adam tanımak için Tanpınar'ın Günlükleri'ni hararetle öneriyorum. 

***



Büyük Taarruz: Selim Erdoğan temiz bir Türkçeyle, sıkı bir çalışmanın eseri olduğu görülen kitabında Türk'ün cehennemden çıkışını anlatıyor. Türk ordusunun Büyük Taarruz'a hazırlanışı, bu hazırlıklar esnasında yapılan diplomatik manevralar, Yunan ordusunun hâli, Büyük Taarruz'un planı ve nihayet muhteşem zaferimiz! Tarih bazen insanın içini umutla doldurmak için vardır. Bir asır evvel "dağlarda tek tek ateşler yanmaktadır." Yalnızca tarih meraklılarına değil, hayatının belirli bir alanında tökezleyip durarak ne yapacağını bilemeyenlere de bu kitabı ısrarla tavsiye ediyorum.

***



27 Mayıs ve Türkeş: Bu, aslında bir propaganda kitabı. 27 Mayıs'ın sesi Türkeş, hakkındaki suçlamalara Muammer Taylak üzerinden cevap veriyor. Kitapta ilginç bulduğum nokta ise Türkeş'in ordudaki cuntalardan bahsederken, ilk oluşumların tarihini 2. Dünya Savaşı yıllarına kadar götürmesi. Yine, 14'ler olarak anılan ve daha sonra yolları ayrılan cunta arkadaşlarının kendisinden sitayişle bahsetmeleri. Cumhuriyetin siyasi tarihi biraz da darbelerin tarihidir. 27 Mayıs gibi neresinden baksanız ilginç olan bir darbeyi, "kendi sesinden", takip etmek ayrıca ilginç bir deneyimdi. Meraklısına tavsiye ederim. 

***



Doğumunun 100. Yılında Nihâl Atsız: Kongre, toplantı, panel gibi organizasyonları genellikle sıkıcı bulurum. İstisnası, hakikaten ilgimi çeken konularda olanlarıdır. 2005'te Türk Ocakları Ankara Şubesi tarafından düzenlenen panel bu istisnalardan birisidir. Biyografi ve monografi gibi türlerin memleketimizde hiç icat edilmemişler gibi karşılanması düşünüldüğünde ayrıca önemlidir. Konuşmalar muhakkak duygusaldır fakat bazı ayrıntılar altın değerindedir. Meraklısına tavsiye ederim. 

***



Umarım faydalı olmuştur. Önümüzdeki ay, yeni kitaplarla, buluşmak dileğiyle...


Yorum Gönder

0 Yorumlar