Hayat; dövüşmek, sevmek, nefret etmek, acı çekmek, anı biriktirmek, mutlu olmak velhasıl tecrübe edinmek için yeterli uzunlukta. Fakat pişman olmak, sırtında geçmişin bagajını taşımak, "öyle değil de böyle olsaydı" diye düşünmek için fazla uzun. Ağır yükü olan ilerleyemez. Geçmişe takılıp kalan ilerleyemez. Hata yapmayan, yaptığı hatadan ders almayan ilerleyemez.
Bazısı ilerlemek istemez. Benim düşüncem oldukça basittir: Bırakıldığımız yerde otlamaya devam edeceksek, neden yaşıyoruz ki? Dolayısıyla ileriye doğru hareket etmek iyidir.
Bu hareketin ileriye doğru nereden anlayacağız? Yolun tamamına bakarak... Nasıl? Görerek ve okuyarak. İlkinde nasılım bilmiyorum ama ikincisi için bu ay iki kitap okudum. Üstelik birisi hatırat...
Lafı uzatmadan bu ay okuduğum kitapları arz ediyor, ardından bunlar hakkında laklak etmeye geçiyorum.
***
Bu Ay Okuduklarım
1- Minelbab İlelmihrab - Refik Halid Karay (İnkılâp Kitabevi, 2009)
2- Osmanlı'da Seks - Murat Bardakçı (Gür Yayınları, 1992)
***
Ayın Kitabı: Minelbab İlelmihrab - Refik Halid Karay
Bu hatırat Türk tarihinde müstesna bir yeri işgal ediyor. Önemi içinde yazılanlardan gelmiyor. Hepimizin bildiği hikâyeyi, hepimizin bildiği şeklinden önce yazmasından da gelmiyor. Yazarının Türkçeyi vazıh bir şekilde kullanması da değil sebep. Bu kitabın önemi Nutuk'a ilham olmasıdır.
Hayli gümbürtü koparmış bir hatırattan bahsediyoruz. İşgal İstanbul'unun önde gelen simalarından Refik Halid, Anadolu merkezli direniş hareketinin aksine İstanbul'un boyun eğmişliğini sansürsüz anlatıyor.
Bunun yanında hem gazeteci hem bürokrat hem de müesses nizamın önemli bir aktörü olarak; 1918-22 arasında İstanbul'da tanıdığı şahsiyetleri tarihin penceresinden değerlendiriyor. Kitaptan, tadımlık, bazı alıntılar yaparak ilerlemek istiyorum.
Yaltaklanma, gücü görünce kendinden geçme, her yerden daha fazla Şark'ın sorunudur. Refik Halid eskilerin tabasbus dediği bu hâli şu örnekle kayda geçiyor:
"İlk Meclisi Mebusanda Akkâ mebusu olan Şeyh Esat Şukayri nekre bir adamdı. Bir gün Suriye'deki tabasbus illetinden bahsettiği sırada demiştir ki:
- Bizim memlekette âdettir; yeni bir valinin geleceği işitildi mi, bütün eşraf, muteberan, şüera, münşiler, kasidehanlar hepsi istikbal için istasyona koşarlar; vagon penceresinden yeni valinin başı görünür görünmez şairler hitap eder; "Ey veziri müfahham...", kasidehanlar teganni eder: "Ey müşiri muazzam..."
Şeyh Esat fıkrayı anlattıktan sonra derdi ki:
- Hay Allah müstahakını versin; durun bakalım, ferman okunsun, paşa mıdır, bey midir, efendi midir, bir defa öğreniniz." (s.19)
Dünya Savaşı'nı kaybettiğimiz haberini İttihad Terakki'nin Merkezi Umumi'sinde alan Refik Halid gazeteye geçer. İlk defa direniş fikrini duyması da burada olacaktır:
"İttihat ve Terakki merkezi umumisinden çözgün haberiyle perişan bir halde biraz ötede, Yeşildirek'teki "Zaman" idarehanesine düştüğüm vakit karşımda, kanepeye yaslanmış ve loşluğa gömülmüş bir iri adam gördüm, o kadar heyecanlı idim ki zaten ömrümde bir defa konuştuğum ve matbaada hiç rast gelmemeye çalıştığım bu zatı, şeker meselesinden beri arası hükümetle şekerrenk olan Şükrü Bey'i, birden tanıyamadım. Gazetenin müdürlüğünü ifa eden, Düyunu Umumiye müfettişlerinden Cevat Bey - pek nazik, pek sevimli bir gençti. Memur olduğuna bakmayarak, hükümetin davetlerine resmen gazeteci sıfatıyla gitmek gibi hareketler gösterir, yani zevahiri kurtarmaya bile tenezzül etmez, buna rağmen mezuniyeti boyuna uzatılırdı- bana vakayı duyup duymadığımı sordu.
"Evet", dedim, "şimdi orada idim..."
Bu, "Orada idim..." cümlesini, benden gizlenecek bir cihet olmadığı için kasten söyledim ve Şükrü Bey'in heyecansızlığından heyecana geldim. Akıbetin fena olduğunu, bize gayet ağır kayıtlar konulacağını, hercümerce, hakaret ve sefalete uğrayacağımızı acı acı anlattım. Mamafih karşımdakini rencide etmemek için mesullerin, muhtekirlerin tecziyesi cihetini hiç mevzubahis etmedim. Fakat o, müstakbel sahneleri hissediyordu. Benim "ne şartla olursa olsun derhal mütareke akdetmek" teklifime karşı dayanamadı; ille "Başka çare göremiyorum!" dememe büsbütün tutuldu.
"Çare vardır" dedi. "Anadolu'ya çekilip mukavemet etmek!" Gözlerim dört açıldı, ah bu İttihatçılar...
Ne yaman, ne yılmaz, ne maceraperest adamlardı! Almanya'yı, Avusturya'yı ve Bulgaristan'ı zirüzeber eden ve bir taraftan da Anadolu dediği yerin serhaddine, Halep'e yaklaşan İtilaf Devletlerine şimdi bu halde, hâlâ mukavemet edebileceklerini zannediyorlardı...
"Ne ile, nasıl?" diye sordum.
Şükrü Bey bir sırrı ifşa edip etmemekte mütereddit gibi bir an yutkundu, sonra şunu söyledi:
"Hükümet bu ciheti düşünerek tedbirlerini evvelce almıştı... Dağ ve çete muharebesi için silah, cephane, teşkilat hepsi hazırdır; elli sene dayanırız!"
Bilmem Şükrü Bey bunu hülyasında icat ederek mi söylemişti, yoksa hakikaten İttihat ve Terakki böyle hazırlık yapmış mıydı yoksa da Çanakkale hengâmesinde bir fikir olarak mı ortaya atılmıştı, bilmem, bildiğim bir şey varsa, o da bu mühim ifadeyi benim ilk defa, bin dokuz yüz on sekiz senesi Teşrinisanisinde zaptetmiş olduğumdur. Bin dokuz yüz on dokuz senesi Teşrinisanisinde ise, Anadolu'da Yunan ve İtilaf ordularına karşı Şükrü Bey'in bahsettiği çete mukavemeti, Kuvayı Milliye namıyla fiilen kurulmuştu!
O günden ta Sakarya muvaffakiyetine kadar, aklımın almadığı bu mukavemet meğerse kabili icra imiş ve yapılacak tek iş de o imiş. Bunu anlayıp tatbik edebilenlere ne mutlu!" (s.58-59)
Sürgün cezası hakkında şöyle yazıyor: "Genç politikacılara söylüyorum: Sakın İttihatçılar gibi siz de menfayı zararsız ve idari bir ceza addetmeyiniz. Ben ne şöhret, ne makam hırsı ile fırkacı oldum. Beni Hürriyet ve İtilaf'a sokan Damat Ferit Paşa değildir; aleyhimde, bila sual ve cevap sürgün kararını verdiği için Talat Paşa'dır, Cemal Paşa'dır." (s.65)
İşgal İstanbul'unun bir problemi de kaht-ı ricaldi. Yetişmiş insan yokluğu meşhur feylesof Rıza Tevfik'i bakanlığa taşımıştı. Devlet az sayıdaki yetişmiş insanını da yetişmedikleri alanlarda istihdam ediyordu. Nazırlığın Rıza Tevfik'e ne derece "yakıştığını", Refik Halid şöyle anlatıyor:
"Nihayet bir gün, Rıza Tevfik yine böyle elli kişi ortasında kalkıp "Meclisi Vükeladan bekliyorlar, bir işimiz zuhur etti!" itizarıyla Sadaret dairesine gitmeye hazırlanırken halkı iterek biri koşmuş ve beş dakika evvel Babıâli'de Hattı Hümayun okunup kendisinin yeni kabinede ismi olmadığını haber vermişti. O: "Pek iyi olmuş," demişti. "Kamusu Felsefenin üçüncü cildini bitirmeye bir türlü vakit kalmıyordu!" (s.97)
Damat Ferit'le ilk karşılaşmasını ise nefis betimliyor: "İlk bakışta şekli bana gülünç gelmişti: Kendimi, sırf meclisi şenlendirmek için, Franz Joseph'in gençlik devrine ait bir Avusturya kontu rolünü oynayan mahir bir salon aktörü karşısında zannediyordum ve zannediyordum ki Ferit Paşa, biraz sonra, yan odaya girecek, favoriye benzeyen o takma saçlarını atacak, yapma tırnaklarını çıkaracak ve içimize büsbütün başka bir şekilde, bana, size, herkese benzeyen bir sima, genç, sevimli, sade bir sima ile girecek... O zaman, hepimiz, mesela "Aferin Şadi Bey!" diye el çırpacağız." (s.99)
Memuriyet, daha doğrusu memur zihniyeti, hakkında şunu yazıyor: "Eski ricalden biri, bakmış ki kalem hülefasından biri işinde fazla gayretkeşlik gösteriyor, canı tez; istiyor ki her şey, derhal olup bitsin, evrak birikmesin, ashab-ı mesalih beklemesin, vakit kaybolmasın. Bu uğurda nefes nefese kalemden kaleme koşuyor, amirlerin başına dikiliyor, asabi ve telaşçı vücudunu umuru devlet için yiyor, tüketiyor ve bittabi dairenin bütün huzurunu, rahatını da bu yolda bozuyor. Bir gün dayanamamış, bu ateşli genci karşısına çağırmış: "Oğlum," demiş, "devlet umuruyla böyle uğraşılmaz. Önüne bir deste evrak mı getirdiler, şöyle bir göz gezdirirsin o işin yapılmasından sana, nefsine bir fayda var mı? Yok! Yapmadığın takdirde ise bir zarar gelecek mi? Hayır! O halde kâğıtları şöyle iter, bir kahve ısmarlar, sigaranı yakar, rahatına, keyfine bakarsın!"
Bence bu sözler memuriyet hayatının en doğru bir düsturudur; bu düstura riayet eden memurluğun zevkini sürmüş, faydasını görmüş ve huzur denilen keyfi herkesten fazla tatmıştır!" (s.181)
İşgal İstanbul'unun "fazla sivil" idare tarzını eleştiren Refik Halid, siyasî tarihimizin değişmez bir yasasını şöylece tespit ediyor: "Bu vesile ile şunu söylemek lazım: Politikayı ordunun ve askerin yaptığı henüz iptidaî devletlerde, hiçbir grup, başına kuvvetli bir şahsiyeti askeriye almaksızın hükümette duramaz. Otuz bir Mart isyanı o zamanki kabinenin içinde gözü pek bir kumandan olmamasından genişlemiş; Kâmil Paşa kabinesi, Nazım Paşa'nın aczi sabit olunca düşürülmüştü; İttihatçılar ise uzun müddet Mahmut Şevket Paşa'nın himayesinde yaşayabilmişlerdi. Şayet Paşa nüfuzunu kaybetmemiş olsaydı Arnavutluk hadiseleri meydana gelmez, diğer taraftan Sadık Bey askerlikten yetişmemiş bulunsaydı hizipler işi o derece alevlenmez ve İttihat ve Terakki'yi mağlup edemezdi.
Bütün bunları hesap etmesi icap eden muhalefet rüesasının sırf sivil şekilde iktidara gelişi kadar manasız bir hareket olamaz. Belki düşündüler ki, Harbi Umumi memlekette askerliği öldürdü ve ecnebi işgali askerî tahakküme nihayet verdi... Mustafa Kemal Paşa son hareketiyle bu sakat kanaate müthiş bir darbe indirmiş oluyordu." (s.275-76)
Aradan geçen yüz yılda nelerin değiştiğinden çok nelerin aynı kaldığını merak ediyorsanız bu kitabı okumanızı tavsiye ederim.
***
Osmanlı'da Seks: Kitabın adını uzun süredir duyuyor, alakasız yerlerde yapılan alıntıları okuyor ama kendisini bir türlü tedarik edemiyordum. Geçenlerde tesadüfen elime geçirince okudum ve sonuç olarak sadece merakımı gidermiş oldum. Yazarının bazen kabul edip bazen yokmuş muamelesi yaptığı işbu kitap, en iyi ihtimalle, bir boş vakit eğlencesidir. Zaten kitabın dayandığı metinler de aynı ruhla yazılmışlar. Yine de "el değmemiş" bir konu olduğu için hâlen merak gıcıklamayı sürdürüyor. Yoğun olduğum bir ayda okumak benim hatam olabilir. Dolayısıyla bu kitabı, boş vakti olanlara, önerebilirim.
(Murat Bardakçı'nın kitapla ilgili bilgi veren yazısı.)
***
Umarım faydalı olmuştur. Önümüzdeki ay, yeni kitaplarla, buluşmak dileğiyle...
0 Yorumlar