Birinci tekil şahıs hariç, bütün karakterler gerçektir. Olay aslına uygun olarak hikâye edilmiştir.
Kahvehanede oturuyoruz. Telefonum çaldı, arayan Neşet. Kısa kestiği selamlaşma faslından sonra sordu:
- Bir araba bulabilir miyiz?
Ne arabam var ne de ehliyetim. Tam bulamam deyip başımdan savacakken sıkılgan bir ses tonuyla ekledi:
- Birkaç kişiye sordum, yok dediler. Acil iş olmasa neyse de...
Sesinde sadece mahçup değil aynı zamanda çaresiz bir adamın tonlaması vardı. Birkaç yere sorup haber vereceğimi söyledim.
Telefonu kapattığımda yüzümdeki hayreti gören arkadaşım ne olduğunu anlamaya çalışarak "Kimdi?" dedi. "Neşet... Çocukluk arkadaşım."
"Ben adını hiç duymadım" dedi diğeri. Normaldi duymaması. Çünkü Neşet'i liseye gitmek üzere dağılmamızın ardından toplamda iki sefer görmüştüm.
Birinde köyün berberinde karşılaşıp numara değiş tokuşu yapmıştık. Havadan sudan konuşmuştuk. Liseyi yarıda bırakıp inşaatlarda çalışmaya başlamış. Yeni kalfa olmuş, yakın zamanda bir araba almış. Böyle giderse usta olup kendi evini alması, biraz da köyden arazi kapatması çok sürmezmiş. Neden ortaokuldan sonra hemen inşaata gitmediğine yanıyordu. İki seneyi boşa harcamıştı. Bitirse ne olacaktı? Verecekleri kağıt parçası, kağıt paranın sıcaklığını tutar mıydı hiç? İtiraz etmedim, sadece dinledim. "Hakkında hayırlısı neyse o olsun" dedikten sonra müsaade istedim. Eve doğru dönerken de telefonuma gelen "Neşet" mesajını görüp, numarasını kaydettim.
İkinci görüşmemiz kahvehanede oldu. Bayram için memleketteydim, hava alıp üç-beş tanıdık görürüm diye köy kahvesine uğradım. Dükkanın hemen dışında sokağa bakan masaya oturdum. Sırtımı cama dayamış, büyüklü küçüklü masadaki sohbete katılırken Neşet'i gördüm. Selam verdi, aldım. Elinde davetiyeler vardı.
- Hayrolsun Neşet?
- Hayırdır. Evleniyorum.
- Ne zaman?
- Haftaya. Eğer gitmemiş olursan mutlaka bekliyorum.
Önümüzdeki haftada memleketteydim ama Neşet'in düğününe gitmedim. Niye gitmedim? Hatırlamıyorum. Belki düğün sevmediğim için. Belki köyün diğer tarafına gitmeye üşendiğimden. Belki de tanıdık kimseye rastlamazsam sıkılırım korkusuyla...
Telefon gelene kadar Neşet'i son görüşüm buydu. Elinde davetiyelerle görüşmemizden bu yana üç bayram geçmişti. Şimdi dördüncü bayramın arifesinde beni arayıp araba istiyordu.
Birkaç kişiye sordum. Kimse arabasını vermeye yanaşmadı. Karşımda oturan arkadaş babasından istemeye karar verdi. Babası arabayı vermeyi kabul edince, diğer arkadaşı kahvede bırakıp, hemen yola çıktık.
Neşet köyün dışında yeni açılan tekstilde çalışıyormuş. Konumunu attı. Beş dakika geçmeden fabrikanın önündeydik. Etrafı tellerle çevrili, kapısında iri kıyım bir köpeğin beklediği iki katlı biçimsiz bir binaydı. Neşet binanın dışındaki demir kapıyı açmaya çalışırken neden inşaatı bırakıp burada çalışmaya başladığını düşünüyordum.
Tam o anda binanın içinden gelen bir bağırış duyduk. Bu ses uzun boylu, dar omuzlu Neşet'le tıknaz ama kuvvetli olduğu her hâlinden belli olan köpeği aynı anda hazır ola geçirdi. Şoför mahallinde oturan arkadaşım:
- Ben de Gestapo subayı ne zaman çıkacak diye bekliyordum, dedi.
- Kim bu kadın?
- Fabrika müdiresi. Patron devletten teşviği alıp İstanbul'a döndü. Bunu da sorumlu olarak bıraktı.
Arkadaşım plastik şişeden bir yudum sıcak su içtikten sonra devam etti:
- İnsan belirli bir yaştan sonra yükselmemeli. Yıllarca fabrikalarda işçi olarak çalışan kadını müdire yaparsan ne olur?
- Ne olur?
- Yıllarca ona yapılanı başkalarına yapar. Burada garibanları azarlar, bağırır çağırır, mesaiye bırakır, paralarını vermez. Verse de eksik verir.
- Patronun haberi yok mu bunlardan?
- Olsa ne olacak? Umurunda mı garibanın başına gelenler?
Biz sohbetimizi bitirirken Neşet zor bela müdiresine derdini anlatmış, arabaya doğru geliyordu.
- Selamun aleyküm.
- Aleyküm selam.
- Size de zahmet verdik kusura bakmayın.
- Estağfurullah.
- Benim hanım biraz ilerideki ikinci fabrikada çalışıyor. Rahatsızlanmış. Hastaneye götürebilir miyiz?
- Götürürüz. Sen yolu tarif et yeter.
Götürürüz tabii de bana neden telefonda ne işi olduğunu söylememişti? Daha önemlisi ben neden sormamıştım? İnsan birisinin çocukluğunu bilince ondan kötülük gelmeyeceğini zannediyor demek ki. Sanki hep çocuk kalıyor insanlar. Ya da bütün çocuklar iyi sanki...
Asfalt yolun bozulmuş olması bizi biraz yavaşlatınca gayet insanî bir şeyi yapmayı unuttuğum aklıma geldi. Arkadaşıma nasıl olduğunu sormamıştım!
- Nasılsın Neşet? Nasıl gidiyor?
- Şükür.
Tek kelimelik cevabı verirken arabanın arka koltuğunun tam ortasına iki büklüm oturmuş, ön cama kilitlenmiş, neredeyse nefes almadan yola bakıyordu.
Cevabını yeterli bulmadığımı anlamış olacak ki, ekledi:
- Karım gebe... Karnım ağrıyor deyince telaş ettim biraz.
- Ulan Neşet gebe kelimesini kullanan bir sen kaldın herhalde (!)
Büyükşehre okumaya gitmiş bu arkadaşın kendisiyle dalga geçtiğini anlayan Neşet kalan yol boyunca ağzını açmadı. Hâlbuki ben dalga geçmemiştim, - yanlış da olsa - bir tespit yapmıştım. Demek ki, taşrada tespit küfür yerine geçiyordu.
Neyse ki yolumuz uzun değildi. İki dakikaya Neşet'in karısının çalıştığı fabrikanın önüne geldik. Neşet, daha araba durmadan, karısını almak için atladı.
Köydeki doktorlara güvenen yok. İlçe hastahanesi yaklaşık yarım saatlik mesafede. Çoğunlukla sessiz, düşünceli, radyodan çalan her tür müziğin en kısık tonlarda ve kesik kesik eşlik ettiği bir yolculuk yaptık.
Neşet neden inşaat işini bırakıp da köyde tekstile başlamıştı? İnşaatta usta olup kendine evler alacakken şimdi benden araba bulmamı rica ediyordu. Muhakkak çok daha az kazanıyordu. Bunu ona soracaktım.
Ayrıca yıllarca beni aramayıp karısının karnı ağrıyınca aklına gelmem de canımı sıkıyordu. Kullanılmış hissediyordum. Herhalde bu çağda iyilik yapmanın en güç yanı burada. Hakikaten bir yaraya mı derman oluyoruz yoksa kullan at yara bandına mı dönüşüyoruz belli değil.
Hem az kazanmasına rağmen köyde çalışmasını hem de beni işi düşünce aramasını kılıbık olmasına bağladım. Böylece birçok problem çözüldü. Hamile yerine gebe kelimesini kullandı diye laf atmama alınmasaydı, şimdi kılıbıklığıyla nasıl dalga geçerdim. Neyse, acele etmenin gereği yok. Yarım saat gidişin yarım saat dönüşü var. Dönüşte, doktoru görmenin rahatlığıyla, nasılsa gevşerler ben de bütün yolu eski arkadaşla uğraşarak geçiririm.
Şoför mahallinde oturan arkadaşın lüzumsuz derecede kısık sesle çalan müziğin ritmine uygun şekilde direksiyona vurmasıyla hastaneye geldiğimizi idrak etmem bir oldu. Neşet hızla kapıyı açtı, karısı ağır hareketlerle inmeye hazırlanıyordu. İçimden Neşet'in hızına mı daha çok sinirleniyorum yoksa karısının yavaşlığına mı diye düşünürken ikisinin de indiğini ve hastaneye doğru yürüdüklerini gördüm.
Onların hastaneye girmesiyle bizim bekleme eylemimiz başladı. Beklemek kadar yoran çok az iş vardır. Beden veya kafa gerektiren bütün işleri aklınıza getirin, bunların en ağırı bile yarım saat beklemek kadar yormaz insanı. Hâlbuki beklemek için ne kuvvetli kaslara ne de doğaüstü bir zekâya ihtiyaç vardır. Fakat ikisine birden sahip olsanız da beklerken yorulmayacağınızın garantisi yoktur. Beklemek ömrümüzün yarısıdır.
Bekleme sürecini keyifli geçirmek amacıyla çeşitli şeyler yapmadık değil. Arabayı getiren arkadaşla biraz sohbet ettik. Sohbeti kesip müzik dinledik. Müziği bırakıp telefonla uğraştık. Ne yaptıksa zamanı öldüremedik. Neden bu kadar uzun sürdü? Arkadaşın babası arayıp ne zaman döneceğimizi soruyordu. Çünkü arabayı bir saate getireceğimizi söylemiştik. Halbuki biz çoktan iki saati devirmiştik.
Nihayetinde tam üç saat bekledik. Artık düşünecek kafa, hareket edecek enerjimiz kalmamıştı. İkimiz de fena hâlde acıkmıştık. "Neşet'in bize yemek borcu var. Hayatta hiçbir şey benim karnımı bu kadar aç bırakmaya değmez." dedim. Arkadaşım beni onayladı. Ardından başıyla hastaneden çıkan Neşet ve karısını gösterdi. Bizi arıyor gibiydiler. Hâlbuki bıraktıkları yerden bir milim bile ayrılmamıştık. İnsan geride birilerini bırakınca bırakılanların aynı yerde aynı şekilde kalabileceğini beklemiyor demek ki. Çoğunlukla kalmazlar zaten fakat biz şu saatte iki istisna teşkil ediyorduk.
Arabaya bindiler. İkisinin de ağzını bıçak açmıyor. Hasta sıfatını taşıyan insan kadın olduğu için, hastalığın adı, hastanın şikayetleri, doktorun ne dediği, sonucun ne olduğu hakkında bir şey soramıyoruz. Arka koltukta iki put oturuyor ve biz köye doğru dönüş yoluna çıkıyoruz.
Konuşmamaları daha iyi. Aç karnına boş laf çekemem. Radyoyu da kapattım. Böylece ölüm sessizliğinde ilerliyoruz.
Ne ruhsuz ne basit ne düşüncesiz yaratıklar bunlar! Sizin için araba buldum, teker teker işyerlerinizden alıp hastaneye getirdim! İnsan en azından yol parası vermeyi, yemek ısmarlamayı teklif eder. Kabul edeceğimden değil ya, yine de bekliyorum işte. Ama nerede o incelik! Arabanın arka koltuğuna Kadîm Mısır'dan kalma iki tane mumya oturtsam herhâlde daha fazla sohbet ederdik.
Köye yaklaştığımızda bu yolculuğa çoktan pişman olmuştum. Artık tek isteğim insaniyetten nasibini almamış şu iki varlığı bir an evvel aldığımız yere bırakmaktı. Sonra arabayı teslim eder, bir güzel yemek yerdik.
Açlık öfkemi arttırıyordu. Arka koltuğa tüneyen horozla tesadüfen birkaç sene birlikte okuduk diye neden ben yirmi sene sonra bugün aç kalıyordum? Arabadan inmeden bir daha Neşet'e veya Neşetlere böyle iyilikler yapmamaya söz verdim.
Köyün girişine doğru yaklaşırken, arkadaşım arkadakilere uzun zamandır konuşmayan insanların boğuk, bıkkın ve çatallı sesiyle sordu:
- Nereye bırakalım sizi?
Bu soru üzerine Tutankamon ve karısı bir müddet bakıştılar. Adam dünyanın en haklı sorusunu sormuş, arkadakiler Türk dizisi çeviriyormuş gibi bir yavaşlıkla birbirlerine kilitlenmişlerdi. İçimden onlara bir fon müziği seçmekle meşguldum. Bir taraftan da öfkem artıyordu. Ya hu yarım saattir ağzınızı bıçak açmamış, böyle bir soru geleceğini de biliyorsunuz. İnsan düşünmez mi?
Düşünmemişler. Abartısız 500 metreye yakın gittikten sonra Neşet:
- İşimizin başına gidelim. Sana zahmet karımı işyerine bırakalım, sonra beni fabrikaya atarız.
Öfkemi belli edecek şekilde:
- Tamam Neşet, dedim.
Dikiz aynasından bakıştık. Benim gözlerimde gizleme gereği duymadığım bir nefret vardı. Hani "dünya kadar işi olan" adamların duyacağı türden bir öfke. Eski arkadaşın bakışları ise... Boştu. Evet, bomboş bakıyordu. Bu adamın gözlerinde bu dünyaya dair hiçbir şey yoktu. Ben ondaki boşluğu, o bendeki öfkeyi seyrettik biraz. İkimizde birbirimizi anlayacak durumda değildik. Farklı dünyaların insanı olmak lafı ne manaya gelir şimdi anlıyordum.
Ben Neşet'in ebleh bakışlarını kafasının içinin boş olmasına bağlıyordum. Bunun üzerine "taşrada cehalet" konusu üzerine bir tez geliştiriyordum ki, karısının işyerine vardık. Neşet'in - yine boş boş bakarak - yaptığı yardımla arabadan inen kadın fabrika dedikleri atölyeye doğru yürürken biz çoktan gaza basmıştık.
Neşet biraz karısını seyretti fakat şoför arkadaş gaza dokununca gittikçe ufalarak arkamızda kalan kadının karınca boyutuna indiğini fark edince önüne döndü. Derin bir nefes çekti.
Nefesi vermesine müsaade etmeden, biraz öfke biraz merakla karışık, sordum:
- Neymiş sıkıntısı Neşet? Ne dedi doktor?
Eski arkadaş sanki son nefesiymiş gibi içindeki karbondioksiti havaya bıraktı. Fabrikanın önüne gelene kadar bir şey söyleyecekmiş gibi hazırlandı ama iki - üç dakikalık o devreyi sessiz geçirdi.
Ben bir cevap vereceğini anladığım için üstelemiyordum. Umursamaz bir tavırdaydım. Nasıl olsa bir şey söyleyecek, sonra da bir daha görüşmeyecektik.
Fabrikanın önüne geldik. Neşet ağır hareketlerle kapı kulbunu kavradı. Sonra biraz önce birbirimizi tanıyamadığımız dikiz aynasına, aynı boş gözlerle bakıp, konuştu:
- Karım... Bebek... Düşük olmuş.
Mutlak bir sessizlik oldu. Hiçbirimiz nefes alamadık. Kafamı arkaya çevirdim, aynı boş gözlerle bana bakıyordu.
Yüzümdeki aptallığı anlayıp teselli işini de üzerine aldı:
- Allah verdi, Allah aldı.
Peşine:
- Sağolun. Size de zahmet verdik, deyip arabadan indi.
Fabrikanın kapısındaki köpek kulaklarını dikip Neşet'e doğru yürürken biz arabanın içinde kulaklarımızı sağır edecek bir sessizlikte kalakaldık.
Çok sürmeden kendimize gelip arabayı teslim ettik. Fakat üç gün boyunca yemek yiyemedik.
0 Yorumlar