Okuduklarım (Temmuz 2024)


Cehennem provasını nispeten zararsız atlattığımız bu ay benim açımdan hayli yoğun geçti. 

Konuşan, sadece konuşan, hep konuşan ama hiçbir şey yapmayan insanlarla da vakit geçirmek zorunda kaldım. Bunlar basit hesapları olan, yalnızca kendilerini düşünen, küçük insanlardı. 

Küçük insanlarla tartışmanın bir faydası yok. Onlardan kaçmak ise mümkün değil. Öyleyse ne yapacağız? Çevremizi yeniden gözden geçirirken küçük olmayan insanların kitaplarına müracaat edeceğiz. Ben, şahsen, böyle yaptım. 

Bu ayı dilimizde yazılmış iki kitabı okuyarak geçirdim. Önce isimlerini arz ediyor, peşine her ikisi hakkında laklak etmeye geçiyorum.


***


Bu Ay Okuduklarım

1- Gündeste - Ferhan Şensoy (Ortaoyuncular Yayınları, 2018)
2- Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi - İlber Ortaylı (Kronik Kitap, 2021)


***


Ayın Kitabı: Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi - İlber Ortaylı 

Uzun zamandır tele-tarihçilik yaparak popüler kültürün çokbilen dedesine dönüşen İlber Ortaylı, bir zamanlar hakikî bir tarihçiydi. Bakmayın son yıllarda birbirinin aynısı kitaplar yazdığına, gençken "Osmanlı İmparatorluğu'nda Alman Nüfuzu", "İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı" gibi okuyanın ufkunu açan eserler kaleme almıştı.

Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi ise Ortaylı'nın şaheseridir. 

"Üçüncü Roma İmparatorluğu'nun" tarihi bütün bu halkların, bazen felâketlerle, bazen onurlu olaylarla ördükleri ortak geçmişlerinin anıtıdır. Osmanlı ülkelerindeki halkların her biri modern dünyada yerlerini aldıkça bu ortak mirastan edindikleri özelliklerini ve hastalıkları birlikte gözden geçirip tedbirini arayacaklardır." (s.16) diyen yazar "Üçüncü Roma'nın" tarihî konumunu şöyle belirliyor:

"Yenidünyanın ortaya çıkardığı şartlara karşı Osmanlılar, eski Akdeniz ve Ortadoğu dünyasının direnişini temsil ederler. Bu direnişin ortadan kalkmasıyla doğan boşluğu Ortadoğu, Balkan ve Akdeniz devletleri ve ulusları bugüne kadar hâlâ dolduramamış, henüz eski zamanlardaki kültürel, iktisadî birliğin benzerini yeni dünya şartları içinde yaratamamışlardır." (s.83)

Belirli aralıklarla harlanan tartışmalarımızdan birisi de hilafet meselesidir. Ortaylı bu meseleyle ilgili önemli şeyler yazıyor:

"Hilâfet unvanının kullanılması 1789 Aynalı Kavak Tenkihnamesi ile başlar. Kırım'ın Rusya tarafından ilhakı tanınmakla beraber, Osmanlı Hükümdarı bu Müslüman ülke üzerinde hilâfetin kendisine bahşettiği ruhanî haklardan yararlanmak istiyordu ve bunun Rusya tarafından tanınmasını sağladı. Böylece artık hilâfet adeta beynelmilel bir ruhanî kurum halini aldı." (s.151)

İmparatorlukta mimarlığın durumuyla ilgili şu pasajın da üzerinde durmaya değer:

"16. yüzyıldan beri, ülkemize gelen seyyahlar Türk evlerini tenkit edegelmişlerdir. Mimarlık sanat olarak kendini ancak, toplumsal artı ürünün kanalize edildiği mabet, hamam, imaret gibi kamusal binalarda gösterebilmiştir. Feodal toplumun merkantil toplumdan ayrıldığı bir yön, özel mimariden çok kamusal binalara para harcanmasıdır." (s.234)

Yazar, pek tabii, mimarlığa gelene kadar Sadaret, İçişleri, Dışişleri, Diyanet İşleri gibi kurumların tarihi serencamını veriyor. Vakıf konusuna ayrı bir başlıkta değiniyor. 

İşin ekonomik yönü ise hikâyenin fonunu oluşturuyor. Timar sisteminin yıkılıp yerine iltizama geçmek zorunda kalmanın imparatorluğun içişlerini nasıl sarstığı sarahaten anlatılıyor. Bu konuları kısa alıntılarla vermek kitabın ruhuna aykırı düşeceğinden sadece değinmekle yetiniyorum. Yoksa, eserin esas ağırlığı buradadır. 

Diğer taraftan bürokrasinin uzun mazisinde, belirli bir tarihten sonra, kapıkullarından daha etkin hâle gelen kurucu unsura da temas ediyor:

"Gerçekten de 18. yüzyılın ünlü grandvizir'leri, komutanları daha çok Türk kökenlidir. İmparatorluğun reform devri sayılan Lale Devri'nin (Tulip Age) ünlü veziriazamı İbrahim Paşa ve gene reformcu Sadrazam Halil Hamid Paşa bu yeni idareci zümrenin tipik temsilcileridir. İdaredeki bu Türkleşme sanat ve kültür alanına da yansımakta gecikmedi." (s.292) Öyle ki, bürokraside artık daha sade bir Türkçeyle yazılmaya başlanacaktır. 

İdari makamlara geçen Türklerin belki de ilk keşfettiği şey imparatorluğun hâlihazırda çökmekle meşgul olduğudur. Bu inhilâle dur diyebilmek için Osmanlı bürokrasisi devreye girer ve Tanzimat-ı Hayriye ilan edilir. Tanzimatçı bürokratlar neye güvenerek böyle bir işe kalkışır? "Tanzimat liderlerinin dış tehlikenin (!) yardımından başka güvenceleri yoktu." (s.305)

Tanzimat yukarıda karışıklık, idarede ikilik yaratmakla kalmadı âdeta Türk köylüsünün başına patladı:

"Esasen iltizamın kalkması bir anlam ifade etmedi. Çünkü devlet dış borçlar almaya başladı. Bu arada gayrimüslim sermaye sahibi ve tefecilerden türeyen Galata bankerleri dediğimiz zümre de devlete verdiği borca karşı muayyen vergi gelirlerini satın almaya başladılar. Bu da iltizamın yeniden yerleşmesi ve köylünün soyulması demekti. Aşar gene adaletsizce alınıyordu. Göçebelerin toprağa yerleştirilmesi de adaletsiz bir sistem içinde cereyan ediyordu. Böylelikle imparatorluğun maliyesi iflas edip Düyun-u Umumiye kurulduğunda, Türk Köyü tapulu mütegallibenin, dışa dönük ticaret burjuvazisinin ve merkezî idare memurlarının zulüm ve soygunundan kan kusuyordu." (s.339)

Tarihimizin kırılma noktalarından olan Tanzimat'ın olumlu yönleri de vardı:

"(...) Maarif, Nâfia, giderek Sıhhiye ve Defter-i Hâkanî gibi nezâretler ayrı binalara kavuştular. Taşrada vilâyet, mutasarrıflık, kaymakamlık ve mahkeme binaları için resmî konak veya binalar ihdas edildi. Bu yönüyle Tanzimat devri, bürokrasinin âbideleştiği ve ticarî binalar yanında resmî ofislerin devamlılık ve şahsiyet kazandığı ve bu dalda ayrı bir mimarinin geliştirildiği devir oldu." (s.368)

Sistem merkezîleştikçe muhalefetin de merkezîleşmesi kaçınılmazdı:

"Merkeziyetçi bürokrasinin gelişmesi, aynı alt yapı üzerinde etkili ve yaygın biçimde teşkilatlanabilen bir muhalefeti de yaratmıştır. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kısa zamanda Rumeli vilâyetleri başta olmak üzere geniş bir alanda gizlice teşkilâtlanabilmesinde bu temeli aramak lazımdır." (s.398)

Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi, Türkiye üzerine lâf söyleyecek her münevverin mutlaka okuması gereken bir eserdir. Hararetle tavsiye ediyorum.


***


Gündeste: Denizle birlikte büyüyen, bereketli ovalara, yüksek bir potansiyele sahip olan Samsun kültürel olarak kurak bir memlekettir. En azından biz büyürken öyleydi, sonrasında bir şeyin değiştiğine şahit olmadım. Bu kadar kurak bir memleketten çıkmasıyla övündüğümüz nadir insanlardan birisi Ferhan Şensoy'du. Türk tiyatrosunun, daha özelde hem kabare geleneği hem de modern tiyatronun tam ortasında duran Şensoy velûd bir yazardı. Gündeste; hiçbir şekilde kronolojiyi ciddiye almayan, nesiri nazımla kıran Ferhangi bir günlük denemesidir. Bu vesileyle Şensoy'a saygılardan bir demet sunarken, okunması değil ama anlaşılması zaman zaman zor olan, bu kitabı meraklısına tavsiye ederim. 


***


Umarım faydalı olmuştur. Önümüzdeki ay, yeni kitaplarla, buluşmak dileğiyle... 


Yorum Gönder

0 Yorumlar