Tarih, olaylar olup bittikten sonra serinkanlı şekilde değerlendirilmesi işidir. Ülkemizde bilhassa yakın dönem tarihçiliği için bu durum maalesef geçerli değildir. Çünkü bazı olaylar başlar ve biter fakat etkileri sürmeye devam eder.
1839 yılı etkisi hâlen süren birçok olayın yaşandığı bir sene olması itibariyle bu duruma iyi bir örnektir.
Aynı yıl içinde yaşanan olayların bir kısmının etkisi, kimisi açıktan kimisi alttan alta, hâlâ devam etmektedir. Önce 1839'da yaşanan olayları hızlıca hatırlatmak istiyorum: Ticaret Nezareti'nin kurulması, Yunanistan'ın bağımsızlığını kabul eden Edirne Antlaşması'nın imzalanması, Nizip yenilgisi, 2. Mahmud'un ölümü ve
Abdülmecid'in tahta çıkışı, Tanzimat Fermanı'nın ilanı, ilk özel gazete olan Ceride-i Havadis'in yayınlanması ve nihayet Meclis-i Âli-i Umûmi'nin kurulması.
Ticaret Nezareti artık iki asra yaklaşan bir kurum oldu. Allah'a şükür saltanatı kaldırdığımız için padişahların hangisinin ölüp hangisinin tahta çıktığı bugünden bakınca pek bir şey ifade etmiyor. Meclis-i Âli-i Umûmi reformları denetlemesi için kurulmuştu. Düz hesap bakınca bugün bir yere oturmuyor fakat biraz kurcalarsak bu meclisin aynı anda iki karar verici bloğun atası olduğunu saptayabiliriz: bürokrasi ve siyaset. Bildiğiniz üzere iki asırlık tarihimiz - Abdülaziz ve Abdülhamid istibdatlarını saymazsak - bunların tepişmesinden ibarettir. Neden? Bu soruya biraz aşağıda Tanzimat Fermanı ve Ceride-i Havadis'e temas ederken gireceğiz.
Nizip'te Mısır valimiz Mehmed Ali'nin oğlu İbrahim'e yenilmemiz reformların yalnızca orduyla sınırlı tutulmaması gerektiğini öğrettiği için - tabii ki bugünden bakınca - faydalı bile oldu. Çünkü Nizip'te İbrahim'in askerlerine karşı savaşan ordumuzun teçhizat, sayı, subay yönünden eksiği yoktu. Fakat "Batılı tarzda" tanzim edilen bu ordulardan birisi işi özümseyen Kavalalılara ötekisi sathi kaçan Osmanoğullarına aitti. Reform gerektiğini Batılı kuvvetler karşısında yenilgiler alınca aklımıza sokmuştuk fakat valinin ordusu karşısında perişan olunca idrak ettik.
Yunan İsyanı imparatorluğun çöküşünde özel bir fazı işaret eder. İngiltere, Fransa ve Rusya'nın fiilen desteklediği ve bu uğurda donanmamızı düşmanlık hukukunu bile çiğneyerek yakmaktan çekinmediği bu hadisede Avusturya ve Prusya sessizce Yunanistan'ın kurulmasını izlemişler, imparatorluğu yalnız bırakmışlardı. Yunan İsyanı "bir şeyler yapılmazsa devletin çökeceği" fikrinin Türkiye'de iktidara geldiği olaydır. İki asırdır bu fikir tek başına iktidarını sürdürüyor. Türk dış politikası açısından realizme yeniden merhaba dediğimiz hadise ise Edirne Antlaşması'dır. Zaten bağımsız olan Yunanistan'ı tanıyarak "güç dengesi" kavramına utangaç bir bakış fırlatıyorduk. Çok geçmeden hızlıca flört edecek ve nihayetinde "dengeleri kollamak"la Katolik nikahı kıyıp dış politikamızın değişmez düsturu ilan edecektik. Bu düstur bugün de geçerlidir.
Tanzimat ve Ceride-i Havadis
Uzun zamandır hazırlığı yapılan Tanzimat Fermanı 1839'a notunu veren hadisedir. Handiyse modern Türkiye'nin kuruluşu kabul edebileceğimiz bu olay, murad ettiklerinin çok azını başarabilmiş, çoğu zaman planladığı işlerin tam tersine sebep olmuştur. "Devlete istikamet çizmek" diye kabul edebileceğimiz ilke ilk kez Tanzimat'la gündeme gelmiş, önce Bab-ı Ali'de oturan yüksek bürokratlar ondan sonra alt seviye bürokratlar "memleketi kurtarma" derdine düşmüştür. Memurun devleti kurtarması yakın tarihimizin değişmez perişanlığıdır. Bunu dengelemesi gereken şeyse oldukça basittir: kamunun da oy sahibi olduğu fikrinin yerleşmesi.
Ceride-i Havadis efkâr-ı umumiyi aydınlatmak gayesiyle çıkan ilk özel teşebbüs gazeteydi. Türkiye'nin ilk gazetesinin bugün Resmî Gazete adıyla yayınını devam ettiren Takvim-i Vekayi olması devletin kamudan önce geldiği anlamına gelir mi? Bilmiyorum. Fakat Ceride-i Havadis ve ardılları bekleneni veremedi. Muhakkak bir atılımdı ve vatandaşı eğitti. Ama bu eğitim keşke olmasa dediğimiz türden bir şeye dönüştü. Yüzeysel eğitilmiş, yarı cahil bir kitle yetişti. Okuma yazma bilmenin bir ayrıcalık olduğu dönemlerde bunun yol açacağı şey belliydi: kaht-ı rical. Yani, yetişmiş adam yoksunluğu. Bu sıkıntıyı hâlen çekiyor olmamız 1839'un tek başına yaşanıp biten bir yıl değil, bir başlangıç olarak görülmesi gerektiğini gösterir. Sorunların sürekliliğinden bahsetmiyorum, onlar daha da geriye gidiyor. Fakat koyduğumuz teşhislerin tamamı 1839'a dayanıyor.
150 sene sonra hâlâ aynı şeyleri konuşuyorsak ortada iki ihtimal vardır: Ya teşhisi yanlış koyduk yahut tedavi edemiyoruz. Muhafazakâr klik teşhisi yanlış koyduk deyip işin içinden çıkıyor. Bana sorarsanız sorun teşhiste değil, tedavide. Neden tedavi edemiyoruz? Ülkeyi hâlâ Meclis-i Âli-i Umûmi yönetiyor da ondan!
1839'u artık nihayet aşmanın yolu Türk kamuoyunu inşa etmekten geçer. Tedavi yöntemleri arasında sayıp da, hiç uygulamadığımız yerden yani...
0 Yorumlar