Attila İlhan'ın yurda dönüş hikâyesi meşhurdur. Çok sevdiğim bu hikâyeyi, kısaca, hatırlatacağım.
Üstad Fransa'ya taşınmıştır. İlk etapta yalnızca dışarıda Fransızca konuşmaktadır. Ardından evin içinde Fransızca konuşmaya başlar. Çok geçmeden notlarını Fransızca tutar, şiirlerini Fransızca yazar. Nihayetinde bir gün rüyasını Fransızca görür ve... Ve ilk uçağa atlayarak Türkiye'ye döner. Çünkü çok iyi bilmektedir ki, rüyanızı hangi dilde görürseniz o dilde düşünürsünüz. Attila İlhan Türkçe'nin şairidir. Rüyasını başka bir dilde görürse Türkçe şiir yazamaz.
Bu blog, benim fiziksel olarak hiç terk etmediğim, ülkeme dönüşümdür. Tetebbûlar, ki derinlemesine araştırma anlamına gelir, dışarıdan gelen ve Türkiye'yi açıklama kudretinden yoksun bulunan fikirleri reddetme girişimimdir. İşler fena gitmemektedir. Bu kadar sene ve iki yüz yazının ardından, Türkçe kavram üretmeye ihtiyacımızın mesela petrole olandan daha fazla olduğu benim açımdan net bir şekilde meydana çıkmıştır. Başkasının düşüncesiyle kendi memleketini anlamaya çalışmanın aptallık olduğu da aşikardır. Dolayısıyla Türkiye "açıklanamaz" değil "mevcut kavram setiyle açıklanamaz" bir ülkedir. Ülkemizi anlamak, açıklamak ve doğru bir yere oturtmak istiyorsak kendi kavram setimizi üretmemiz şart olmaktan daha da öte bir yerdedir.
Tetebbûlar bloğunun amacı böylesine imkansız bir görevi tek başına başarmak değil, böyle bir görevin olduğunu, bilhassa genç düşünür adaylarına, hatırlatmaktır. Türkiye göründüğünden büyük bir ülkedir. Neden? Nedenini Allah bilir. Fakat bizim de bir şeyler bilmemiz fena olmaz.
Bilmek... Ne muhteşem şey! Fakat neyi, nasıl bileceğiz? Burası kilit noktadır. Peş peşe sıralanan malûmatlar, tepemize yağan "bilgiselleri" bir şeyi tanımlamıyor ya da açıklamıyorsa veyahut öngörü oluşturmamıza hizmet etmiyorsa boş vakit eğlencesinin ötesine geçmez. Eğlence olarak entelektüel gevezelik yapmak hoş fakat boş bir aktivitedir. İnsana dokunmayan hiçbir şey faydalı değildir. Müteselsil krizlerin elinde sallanıp duran ülkemizin entelektüele ihtiyacı vardır. Türk entelektüelinin ise gevezelikle kaybedecek vakti yoktur. Çünkü, eğer bir alanda geri kalmışsak, bu ne ekonomi ne siyaset ne de askerliktir. Bu alanın ismi entelektüel eksikliğidir. Kaht-ı rical problemini derinden, pek derinden hissettiğimiz alan da burasıdır.
Olabilir, biz de yapabiliriz. Bu bloğu açma amaçlarımdan birisi de yapabileceğimizi göstermektir. Fikir üretmek sancılıdır, sonuçta çırak çıkma ihtimali her zaman masadadır. Fakat usta olmak kimin umurunda? Madem ki, yazıyorlar ve okuyoruz; madem ki yazıyorum ve okuyorsunuz bir amacı olmalı, değil mi? Tartışmak kötü bir şey değildir. Yeter ki, hak edecek konular etrafında olsun...
Bloğumuz yaşlıdır arkadaşlar! Bu mecraya yazmaya başladığımda yapay zekâ henüz bu derece demokratik değildi. Mesela ChatGPT daha vitamin bile olmamıştı. Diğerlerini hiç saymıyorum... Burayı açtığımda blogların zamanı geçmişti. Öyle söylüyorlardı en azından. Şimdi kurumsal bloglar diriliyor, şahsi olanlar hâlen ölü taklidi yapıyor. Fakat ben varım, buradayım ve yazıyorum. Üstelik okunuyor! Demek ki, tam ölmemiş. Ya da son nefesini benim kollarımda verecek, bilmiyorum. Umursamıyorum da. Çünkü ben blogger mediumuna uygun "içerikler" yazmıyorum. Benim kitlem benimle aynı şeyleri merak eden insanlardan müteşekkildir. Dolayısıyla ben sadece yazıyorum, kalanı okuyucuya kalmış. Blogger'ın sunduğu birçok "avantajı" öğrenmek bile istemiyorum. Teknoloji düşmanı olduğum için değil,
sadece beni ilgilendirmediği için...
İki yüzüncü yazı... Şaka gibi ama gerçek. Bugün bu blogda tam iki yüzüncü yazımı yazıyorum. Müsaade ederseniz bundan sonra kendime yazar payesi vererek konuşacağım.
Yazar, bu işe ilk başladığında ifrat ile tefrit arasında gidip gelmektedir. Ona göre ya herkes yazardır yahut da memlekette bir yazar problemi bulunmaktadır. Bugün anladım ki ne herkes yazardır ne de memleketin bir yazar problemi vardır. Fakat Türk okuyucusu kalitenin peşinde koşmaktadır. Sonuna kadar haklıdır.
Buraya yazmaya başladığımda sekter olduğumu zannediyordum. Esasen şimdi her zamankinden daha sert düşünceleri savunuyorum çünkü beni frenleyebilecek pek bir şey yok. İntelijansiyası olmayan memleket freni patlamış kamyona benzer. Madem fikre kıymet verilmiyor, madem köşe başını tutan öküzler geviş getirirken başını tuttukları sudan içmeyi ihmal etmiyor, madem vasatın iktidarı her sahaya nüfuz ediyor, madem ki bağımıza destursuz giriliyor, o zaman birisinin de çıkıp "Oha!" veya "Çüşşş!" demesi iktiza eder.
Ben yaptıysam herkes de yapmalı diye düşünüyorum. Benim öğrendiğimi herkes öğrenebilir. Öyleyse, mazeret kabul etmiyoruz. Savrulmak, çabucak taraf olup asker yazılmak, kolay yoldan köşeyi dönmek, etekleyerek önemli insan olmak diye bir şey yok! Üretmek, çalışmak, çabalamak, tartışmak, derinine araştırmak, yükselmek ve düşmek... Bunlar tadını çıkararak yapılması gereken işlerdir. Hayat ancak böyle anlam kazanır.
İki yüz yazının ardından okuyucuya teşekkür ederken şunu eklemeliyim: Tartışmaları Türkçe yapmaya, Türkçe kavramlar üretmeye çalışmaya ve esas önemlisi rüyalarımı Türkçe görmeye devam edeceğim.
Tavsiye ederim.
0 Yorumlar