Okuduklarım (Mayıs 2025)


Bayram yoğunluğu sebebiyle neredeyse bir aydır blogda aktif olamadım. "Bayram yoğunluğu" mesela iş yoğunluğuna benzemeyen bir mesele. Bir sefer keyifli bir meşgale. Diğer taraftan size fazlasıyla bağımlı bir eylem. Bayramda ailenizle vakit geçirmezseniz bayram yoğunluğu sizin için bir şey ifade etmez. 

Bayramlaşma adını verdiğimiz eylemi şimdi bazıları hakir görüyor. Kimileri bunu bir tatil fırsatı olarak değerlendirirken, bazıları da kalabalık olduğunu ileri sürerek bayramları yalnız geçirmeye gayret ediyor. Ben bu usule taraftar değilim. Bayramlar sevdiklerimizle birlikte kutlanır. Bu vesileyle sizlerin de geçmiş kurban bayramını tebrik ederim. 

Bayramlaşmalarda sevdiğim bir husus insanın tanıdıklarını görmesiyse, bir diğeri de sür'atle bayramlaştıktan sonra iş-güç faslına geçilmesidir. Biz de usulü bozmayalım ve "işimize", yani kitaplara, geçelim. 

Biraz da aradaki bir aylık boşluğu kapatmak için Okuduklarım serisinin bu sayısında sizlere dört kitaptan bahsedeceğim. Ayın kitabından biraz daha geniş söz ettikten sonra, diğerlerine de hızlıca göz atacağız. 

Hazırsanız başlayalım. 

***

Ayın Kitabı: Henry Kissinger - Çin (Kaknüs Yayınları, 2015, Çeviren: Nalan Işık Çeper) 

Çin-ABD ilişkileri uluslararası gündemin ilk sırasını işgal ediyor. Öyle görünüyor ki daha on yıllar boyunca da edecek. Peki bu ilişkiler modern dönemde nasıl başladı? Hangi badireleri atlattı? Hangilerini atlatamadı ve krize dönüştü? ABD-Çin ilişkilerinin doğası nedir? 

Bu sorulara cevap verebilecek bir kişi varsa o da Henry Kissinger'dır. 1970'lerin başında ABD'nin Çin'e açılma stratejisinin hem planlayıcısı hem uygulayıcısı olan Kissinger hacimli kitabında pek çok noktaya değiniyor. 

Çin'in kendini nasıl gördüğünü anlatırken şöyle diyor: "Yerleşecek bir Yeni Dünya, uzak kıyılarda insanoğlunu bekleyen bir kurtuluş yoktu. Vaat edilmiş ülke Çin'di ve Çinliler zaten oradaydılar." (s.57) Bunu destekleyen bir ifadeyi dönemin İngiliz elçisi Macartney de kayda geçiriyor: "Ama Çin'in 
başkenti, yerkürenin geri kalanının etrafında döndüğü bir merkezdir." (s.70)

Peki, Çin uluslararası ilişkilere nasıl bakıyordu? "Çin, zorluklara göğüs germek için teknoloji ve askeri güce bel bağlamak yerine, iki geleneksel kaynağa güvenmekteydi: Diplomatlarının analitik yeteneklerine ve halkının kültürüne olan inancı ile dayanma gücüne." (s.90)

"Yüksek rütbeli Konfüçyüsçü bir bilgin ve Taiping seferlerinin deneyimli komutanı olan akıl hocası Zeng Guofan, 1862'de Li'ye temel Konfüçyüsçü değer olan "kendine hakim olma" unsurunu diplomatik bir araç olarak nasıl kullanacağını söylemişti: "Yabancılarla bir araya geldiğinde halin, tavrın ve duruşun fazla mağrur olmamalı; biraz müphem, sıradan bir görünüşün olmalı. Aşağılamalarını, sahtekarlıklarını ve her şeye tepeden bakmalarını bir yandan kavrıyormuş gibi görünürken, diğer yandan hiç anlamamış gibi görün, çünkü biraz aptal görünmekte fayda vardır." (s.106)

"Zaman tarafsız değildir." (s.94) Aleyhlerine ilerleyen durumlarda bile Çinliler her zaman en eski taktiklerine sarılırlar: "barbarlara karşı barbarları kullanmak". (s.94)

Nitekim kendini merkeze koyma ve barbarları birbirine kırdırma stratejisi asırlar sonra dahi uygulanacaktır: "Mao görece zayıf bir durumdayken, uzun vadeli hedeflerini hayata geçirme konusunda Çin devlet yönetiminin uzun bir tarihsel sürece dayanan geleneklerinden yararlanmıştır. (...) Çin Halk Cumhuriyeti'nin başlangıcından itibaren Çin, dünya üzerinde nesnel gücünü aşan bir rol oynamıştır." (s.141)

Bunun yanında bazı ince taktikler de geliştirmişlerdi: "Çinli devlet adamları misafirperverliği, törenleri ve özenle kurulmuş kişisel ilişkileri devlet işlerinde araç olarak kullanma konusunda tarihten gelen bir beceriye sahiptiler. Bu, Çin'in geleneksel güvenlik sorununa çok uyumlu bir diplomasiydi; yerleşik 
ve tarıma dayalı bir uygarlığın bir araya gelmeleri halinde askeri üstünlük sağlamaları muhtemel halklarla kuşatılmış vaziyette korunması." (s.301)

Çin kültürünün bazen yöneticilerini bile korkutan gücü hakkında Kissinger şöyle yazıyor: "Çin tarihi, başka bir yerde tasavvur dahi edilemez olan tahribatIarın üstesinden gelme ve görünüşte kendisini fetheden tarafa kültürünü ya da büyüklüğünü empoze ederek üstün gelme gücüne tanıklık etmişti. Kendi halkına ve kültürüne beslediği bu inanç, Mao'nun insanların gündelik işleri ile ilgili olarak onlara karşı hissettiği güvensizliğin diğer yüzüydü. Yani mesele sadece çok büyük bir Çinli nüfusunun olması değildi; aynı zamanda kültürlerine sıkı sıkıya sarılmış olmaları ve ilişkilerindeki bağlılıktı." (s.358)

1989'da yaşanan Tiananmen Olayları Çin ve "uygar dünya" arasındaki modern problemlerin başlangıç noktasını teşkil eder. Olaylardan hemen sonra Çin'e giden Kissinger'ın karar vericiler hakkındaki gözlemleri hakikaten enteresandır: "Dış dünyanın tepkileri ve kendi içlerindeki bölünmeler karşısında sersemlemiş olan Çinli liderler, uluslararası saygınlıklarını yeniden kazanmaya çalışıyorlardı. Çin'in yabancıları köşeye sıkıştırma konusundaki geleneksel becerilerine rağmen, muhataplarım gerçek bir sıkıntı içindeydiler; Amerika'nın herhangi bir maddi çıkarına zarar vermemiş olan ve Çin'in kendi toprakları dışında geçerliliği olmadığını ileri sürdüğü bir olay karşısında, ABD'nin neden gücendiğini anlayamıyorlardı." (s.511)

ABD-Çin ilişkilerindeki bir başka sorun bize de çok tanıdık gelecek cinsten: "Analistler tarafından liberal unsurlar içinde olduğu düşünülen bir parti ideoloğu olan Li Ruihuan'a göre, ilişkilerdeki en büyük engel "Amerikalıların Çin'i, Çin halkının kendini tanıdığından daha iyi tanıdığını düşünmeleriydi." (s.513)

ABD ise Çin'i şöyle görmektedir: "Maddeine Albright'ın da ifade ettiği gibi, Çin'in "göz ardı edilemeyecek kadar büyük, kabul edilemeyecek kadar baskıcı, etkilemesi güç ve 
aşırı derecede gururlu olmasıyla başlı başına bir kategori" (s.572)

Yaklaşık 15 sene evvel yazdığı kitabın sonuç bölümünde iki ülke arasındaki tırmanan gerginliğe değinen Kissinger bu tırmanışı Birinci Dünya Savaşı'na giden süreçle paralel değerlendiriyor. "Tarafları rekabete sürükleyen şey halihazırda yapmış oldukları değildi. Yapabilecek olduklarıydı." (s.622) diyen "Çin'in eski dostu" Henry Kissinger iki ülkenin alternatif yollar bulması gerektiğini kayda geçirerek bu uzun eserini noktalıyor. 

Sadece bugüne değil içinde bulunduğumuz yüz yıllık devreye damgasını vuracak ABD-Çin ilişkileri hakkında malûmat edinmek isteyenlere bu kitabı okumalarını tavsiye ederim.


Rahmet Yolları Kesti - Kemal Tahir (İthaki Yayınları, 2017)

Eşkıyalık, düzenin olmadığı dönemlerin âdetidir. Günümüzde şehirlerin "arka sokaklarında" görmeye alıştığımız eşkıyalar eskiden dağlara çıkarlardı. İnsanoğlunun bir şekilde düzen kurma isteğinin de yansıması olacak şekilde kendi düzenlerini kuran eşkıyaları konu edinen romanlar bizim edebiyatımızın da ilgisini çeken konular arasında yer alıyor. Fakat "suçlu" tipleri ele alırken suçu övme ya da kamu spotu tadında "bakın nasıl da yanlış yapıyor" yollu mesaj kaygısına sıkışmamak için büyük edebiyatçı olmak gerekiyor. Örneğin Amerikan edebiyatında Mario Puzo'nun Sicilyalı romanı bu türün nadide örnekleri arasında sayılabilir. Bizdeyse Kemal Tahir'in Rahmet Yolları Kesti'si türün tartışmasız zirvesinde bulunuyor. Güzel bir roman okumak isteyenlere tavsiye ederim. 


Dönüşüm - Franz Kafka (Can Yayınları, 2019, Çeviren: Ahmet Cemal) 

Hastalıklı ve zor bir hayat yaşayan Kafka her biri deve dişi gibi eserler bıraktı. Dönüşüm bunların içinde en kısa ve vurucu olanlarından. Zavallı Gregor Samsa'nın böceğe dönüşmesini anlatan bu uzun hikaye makineleşmiş dünyada insanın değerini sorguluyor. Daha 1. Dünya Savaşı çıkmadan yazılmasına rağmen, böceğe dönüşmüş Samsa'nın duvardaki askerlik resmine bakarak iç geçirmesi benim hikâyenin arka fonundan geçen faşizmin ayak seslerini duymama sebep oldu. Belki abartılı bir yorum ama edebiyatın gücünü göstermesi açısından bu tarz eserleri provokatif okumayı severim. Dönüşüm'ü her yaştan okuyucuya tavsiye ederim.


Savaş Sanatı - Sun Tzu (Kastaş Yayınları, 2008, Çeviren: Adil Demir) 

Çin'in bir iyi yönü varsa yazılı kültürüdür. Sun usta diye birisi yaşadı mı, yaşadıysa bu kitabı kendi mi yazdı kimse emin değil fakat bir şekilde günümüze kadar ulaşabilen "Savaş Sanatı" strateji oluşturmak isteyen herkes için temel bir başvuru kaynağı olmayı sürdürüyor. Üstelik sadece askerler için değil, iş dünyasında "savaş" verenler için de. 

"İnsan doğası gereği zora düşmedikçe yeteneklerini sonuna kadar kullanmaz" ya da "Savaşta zafer stratejisine sahip komutan çatışmaya ancak zaferi kazandıktan sonra girer. Yenilgiye mahkum komutan ise önce çatışmaya girer; zafere sonra yönelir" gibi sözler hakikaten hayatın her alanında kullanılabilecek, engin bir tecrübenin ürünleri. 

Bu kitabı her yaştan okura tavsiye ederim. Fakat karar verici mevkilerdekilere ya da oralara gelmeyi hedefleyenlere kesinlikle öneriyorum. 

***

Umarım faydalı olmuştur. Önümüzdeki ay, yeni kitaplarla, buluşmak dileğiyle... 

Yorum Gönder

0 Yorumlar