Okuduklarım (Haziran 2025)



Memleketi adam etmek için harcadığımız vaktin bir kısmını onu anlamaya ayırsaydık şimdi belki aynı durumda ama çok daha mutlu olurduk.

Burası o kadar karmaşık bir coğrafya ki insanın ya aklını ya da midesini bulandırıyor. Kimi kültürlerin en kötü yönleri birleşerek berbat bir şey meydana getirirken bazen en iyiler meczolup mükemmeli ortaya çıkarıyor. Hepsi burada ve bu saatte yaşanıyor. 

Burada düzeltilecek bir şey var mı? Dünya kadar. Fakat hiç olmazsa nereden başlanacağı sorusunun cevabını verebilmemiz için tamamı hakkında fikir elde etmemiz lazım. Bunu nasıl yapacağız? Öncelikle etrafımızı okuyarak. Yolda gördüklerimizi idrak etmeye çalışarak. 

Sonra? Kitap okuyarak. Ben bu ay boyunca bu iki işi birarada yaptım. Size bu ay tanıtacağım iki kitap ise farklı alanlardan. Biri hikâyesi bu topraklarda geçmeyen bir roman, ötekisi "yazma çilesi" hakkında bir rehber. 

Lafı fazla uzatmadan sadede gelelim.

***

Ayın Kitabı: Hacı Murat - Tolstoy (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008, Çeviren: Mazlum Beyhan) 

Hacı Murat, Tolstoy'un son romanı. Kimilerinin iddiasına göre bu tamamlanmış bir roman değil, henüz taslak aşaması bitmişken yazarın ölmesi üzerine yayınlanan bir eskiz. Doğru olabilir ama bu hâliyle bile edebiyat nasıl yapılır sorusuna cevap veriyor. 

Bir sefer - bütün Tolstoy romanları gibi - nefis bir girişi var. Bu girişi buraya olduğu gibi aktarmaktan kendimi alamadım: 

"Kırlardan eve dönüyordum. Yazın tam ortalarıydı. Otlar biçilip kaldırılmış, çavdar biçimine hazırlanılıyordu.

Yılın bu vaktinde bin bir çeşit çiçek olur: Kırmızısı, beyazı, pembesiyle, kokulu ve tüylü yapraklarıyla yoncalar, küstah koyungözleri, çürüğümsü ve sert kokularıyla, ortası açık sarı, süt beyaz yapraklı “seviyor-sevmiyor”lar, bal kokulu sarıkız çiçekleri, morlu beyazlı, ince, uzun, lale benzeri çançiçekleri, yerde sürünen bezelye çiçekleri, sarı, kırmızı, pembe, mor, hepsi de düzgün uyuzotları, tüyleri tozpembe, kokusu hafif sinirotları, güneş altında ve tazeyken açık mavi, gün battıktan sonra ve solarken kırmızıya çalan lacivert peygamberçiçekleri; koparılır koparılmaz solan, badem kokulu, nazlı yabanketenleri…

Bütün bu çiçeklerden koca bir demet yapmış eve dönüyordum ki, yol kıyısındaki hendekte, bizde “tatar” da denen, koskocaman açmış, bordoya çalan göz alıcı çiçeğiyle bir devedikeni gördüm; ot biçerken bunlara pek dokunmamaya çalışır orakçılar, kazara biçtiklerinde de, ellerine batmasın diye hemen demetin içinden çekip atarlar. Birden, onu da koparıp demetimin ortasına koymak düştü aklıma. Hendeğe indim ve göz alıcı çiçeğin tam ortasına iğnesini batırmış ve oracıkta öylece tatlı, tembel bir uykuya dalmış, tüylü yabanarısını kovalayarak, çiçeği koparmaya çalıştım. Ama bu epey güç bir işti: Elimi mendilimle sarmama karşın, saptaki dikenler avucumu delik deşik etmişti; öylesine zorlu bir saptı ki, sırf lif lif parçalara ayırana dek beş dakika mücadele ettim. Sonunda çiçeği koparmayı başardığımda sapı neredeyse püskül püskül olmuş, çiçeğin de deminki güzelliği, tazeliği uçup gitmişti. Ayrıca bu kaba, çirkin haliyle, güzelim kır çiçeklerinden oluşan zarif demetime hiç yakışmamıştı. Yerinde ne güzel duran çiçeği canından ettiğime üzüldüm ve demetten çıkarıp attım. “Ne olağanüstü bir yaşam gücü bu.” diye düşündüm, onu koparmak için harcadığım çabayı anımsayarak. “Kendini nasıl da savundu ve postunu nasıl da pahalıya sattı.”

Eve giden yol, yeni sürülmüş ama ekilmemiş, nadasa bırakılan tarlalardan geçiyordu. Tozlu, hafif bayır bir yoldu. Sürülmüş tarla bir çiftlik sahibinindi ve öyle büyüktü ki, yolun iki kıyısında ta gözerimine dek düzgün saban izleriyle çizgi çizgi uzanan kara, koyu topraktan başka bir şey görünmüyordu. Çok iyi sürülmüştü toprak, tek bir ot ya da sap göze çarpmıyordu, her yan kapkaraydı. Göz alabildiğine uzanan bu kapkara, ölü toprakta canlı bir şey var mı diye gayriihtiyari iki yanıma bakınırken, bir yandan da, “Nasıl da acımasız, yok edici bir varlık şu insan; kendi yaşamını sürdürebilmek için ne çok canlı varlığı, bitkiyi yok ediyor.” diye düşünüyordum. Derken, biraz önümde, yolun hemen sağında yeşil bir benek seçtim. Yaklaşınca, az önce boşuna koparıp attığım “tatar”ın aynısının burada da olduğunu gördüm.

Üç dallı bir “tatar”dı bu. Dallardan biri kopuktu ve kalan kısmı kesik bir el gibi aşağı sarkmıştı. Öbür iki dalın ikisinde de birer çiçek vardı. Bir zamanlar kırmızımsı olan bu çiçekler şimdi karaydı. Dallardan biri kırıktı ve yarısı, ucunda kirli çiçeğiyle birlikte yere sarkmıştı; öbür dal, çamurlu kara toprağa bulanmış olmasına karşın, başını dimdik yukarıda tutuyordu. Çiçeğin üzerinden bir araba tekerleğinin geçtiği anlaşılıyordu, böyle eğik durması bu yüzdendi, eğikti ama yine yerinde duruyordu. Sanki bedeninin bir parçasını koparmış, iç organlarını dökmüş, kolunu kesmiş, gözünü oymuşlardı. Ama o çevresindeki bütün kardeşlerini yok eden insanoğluna teslim olmamıştı.

“Bu ne müthiş bir güç böyle!” diye düşündüm. “İnsanoğlu her şeyi yenmiş, milyonlarca otu yok etmiş ama bunun teslim olacağı yok.”

Ve bu bana, epey önce Kafkasya’da geçmiş, birazına bizzat tanık olduğum, birazını görenlerden dinlediğim, birazını da hayalimde canlandırdığım bir öyküyü anımsattı."

Tolstoy bir kısmını Hacı Murat'la çarpışan subaylardan bizzat dinlediği, bir kısmını Rus arşivlerinden derlediği belgelerle standart belirleyen bir eser ortaya koyuyor. 

Eşkıyanın, şakinin, "teröristin" hikâyesi anlatılırken her zaman iki tehlike vardır. İlki devletin sözcüsü olmak. Buradan edebiyat çıkmaz. İkincisi eşkıyanın avukatına dönüşmek. Buradan da edebiyat çıkmaz. Çünkü ilki ruhsuz bir yaratığa sınırsız övgü sunarken ikincisi ölümü ve öldürmeyi kutsar. 

Tolstoy Hacı Murat'ta, olabildiğince, başka bir yerden bakmaya çalışıyor. Bu tarafsız bir bakış değildir. Çünkü güçlüyle güçsüzün boğuşmasında tarafsız kalmak güçlüye hizmet etmektir. 

Tolstoy bu kitapta tarafları yeniden tanımlıyor. Ona göre taraflar kandan beslenenler ve savaşa karşı çıkanlardan oluşuyor. 20. yüzyılın başında savaşın başlı başına cinayet olduğunu haykırmak cesaret istemese bile bu narayı Rusya'nın yumuşak karnı olan Kafkas meselesine basarak atması Tolstoy'u büyük yapıyor. 

Çar'ı ve Şeyh Şamil'i anlattığı bölümlerde bu iki şahsiyeti birbirlerinin aynadaki yansıması gibi göstermesi de bunun delili. Tolstoy'a göre savaşın suçu iki adamın omuzlarındadır. Fakat Savaş ve Barış'ı okuyanlar bilecektir ki, aslında sorumlu bu iki adam değildir. Onlar sadece kendilerine verilen rolü oynamaktadır. Esas sorumlu adına tarih denilen belirsiz nesnedir. 

Romanlar üzerine konuşmayı ne kadar çok seviyorsam yazma konusunda kendimi o kadar frenliyorum. Çünkü her roman her okuyucuya başka şeyler vadeder. Tolstoy'un kitapta geçirdiği Kafkas atasözünde denildiği gibi: "Köpek eşeğe et vermiş, eşek köpeğe ot vermiş. İkisi de aç kalmışlar." Bu yüzden, kimseyi aç bırakmadan, bu romanı okumanızı tavsiye etmekle yetiniyorum. 

***

Sosyal Bilimcilerin Yazma Çilesi - Howard S. Becker (Heretik Yayınları, 2022, Çeviren: Şerife Geniş) 

Yazar, C. Wright Mills'in yaptığı "dönemin şartlarının dayattığı kişisel kaygılar" ile "toplumsal yapıyı açığa çıkaran kamusal meseleler" ayrımına benzer şekilde kişisel bir problemden ziyade "akademik hayatın ortak yapısal sorunlarından" bahsettiğini söylüyor. (s.16) Hakikaten dünya genelinde akademik yazım denilen belalı şeye bakınca hak vermemek elde değil. Becker akademik yazının kişilerin tek tek yapacağı bir eylemden ziyade "müşterek bir çalışma" olduğunu hatırlatıyor. (s.186

Esasen sosyolog olan yazar bugün bilhassa bizim akademide bütün sosyal bilimlere nüfuz eden bir beladan bahsediyor: Fail sorunu. Yazara göre "sosyoloji kuramlarının çoğu, kimin neyi yaptığını söylemediği için" failden bahsedilen bölümler cevap vermeyen tabirlerle geçiştiriliyor. (s.30) Edilgen cümle kurmakla failsiz cümle kurmanın aynı anlama gelmediğini öğrenebilirsek epey bir yol gitmiş olacağız. 

Yine ufuk açıcı bir alıntı: "Yazmaya oturduğunuzda hâlihazırda pek çok tercih yapmışsınızdır." (s.40) Bunu yazıyla uğraşan herkesin çerçeveletip duvarına asması gerekiyor. Düşündüğümüz kadar tercih hakkımız yok. 

Bir de kelime seçimi problemi var. Yazarın tarafı net: "Dolayısıyla soru, hangi kelimenin doğru olduğu değil, bizim ne söylemek istediğimizdir." (s.125

Bu kitabı sosyal bilimlerle meşgul olan herkesin okumasını salık veririm. 

***

Umarım faydalı olmuştur. Önümüzdeki ay, yeni kitaplarla, buluşmak dileğiyle... 

Yorum Gönder

0 Yorumlar