Okuduklarım (Eylül 2025)



İnsanın en büyük dostu ve düşmanı kendinden başkası değil. 

Yükselmek, büyümek ve gelişmek isteyen bir insanın önünde kimsenin durabileceğini düşünmüyorum. Aynı şekilde düşmek isteyen bir insanı da tutmak mümkün değil. 

İnsan, hiçbir şey yapmasa bile, kendisi hakkında düşünmeli. Kendini tanımayan birinin diğerlerini tanıması, değerlendirmesi veya anlaması mümkün değil. Eğer kendini başkalarının gözünden değerlendirmeye başlarsa bir insan, vay hâline! Yükseldikçe düşecek, mutlu olduğunu sandıkça dibe çökecek, başkalarına tavsiyeler verecek kadar memnun görünürken hâlinden, bir anda yıkılıp gidecek. Yazık bu insanlara! Ama insanın kendine ettiğini başkası edemiyor, değil mi? 

Bundan nasıl kurtuluruz? Okuyarak. İçe dönerek kendini bulmak bu çağda zorlaştığı için, dışarıdaki kitapları kendimize yardımcı tayin ederek ilerleyebiliriz. 

Bu yazıda Eylül ayında okuduğum iki kitaba değiniyorum. Hazırsanız, başlayalım. 

***

Ayın Kitabı: İttihatçılıktan Kemalizme - Feroz Ahmad (Kaynak Yayınları, 1996, Çeviren: Fatmagül Berktay Baltalı)

Bu yıl vefat eden Feroz Ahmad önemli bir araştırmacıydı. Vefatından sonra elimdeki kitaplarını masamın yanındaki koltuğa dizdim ve yakın zamanda bir tanesini tanıtayım diye kendime söz verdim. Ahmad Şubat ayında vefat etmişti ve ben ancak Eylül ayının içinde – üstelik bendekilerin en kısasını- yeniden okuma fırsatı buldum. Eski notlara dayanarak bir şeyler yazmak istemediğim için iş bu kadar uzadı. Buna rağmen sonunda istediğimi başardım. Vesileyle, Feroz Ahmad’a bir kez daha rahmet diliyorum.

1908-39 arasını anlatan bir kısım makalesini toplayan eserinde Ahmad, iktidara gelebilen Genç Türklerin hikâyesine eğiliyor. Peki 1908’de imparatorlukta hangi siyasi pozisyonlar güçlüydü? Liberaller ve İttihatçılar. Bunlar toplumun hangi sınıflarına dayanarak siyaset eyliyorlardı?

“Liberaller, genellikle, Osmanlı toplumundaki zengin ve tutucu ailelere mensuptular ve sosyal olarak İttihatçılardan daha yüksek bir tabakaydılar. Yönetimde adem-i merkeziyetçilikten ve geleneksel millet sisteminde olduğu gibi etnik grupların fiili özerkliğinden yanaydılar; bu da, İmparatorluğun Türk olmayan nüfusunun onları desteklemesine yol açıyordu. Aynı zamanda, hükümet müdahalesinin en az olduğu serbest bir ekonomik sistemi savunuyorlardı.

Buna karşılık İttihatçılar, 19. yüzyılın son çeyreğindeki reformların ortaya çıkardığı yeni sosyal sınıfın özlemlerini dile getiriyorlardı. Tutuk ve kendine güvensiz olan bu sınıf, esas olarak meslek sahibi kişilerden oluşuyordu: Öğretmenler, avukatlar, gazeteciler, doktorlar, küçük rütbeli subaylar, küçük memurlar ve kentlerde buhran içindeki zanaatkârlar ile tüccarlar. Siyasal değişiklikler bu gruba gerçek bir avantaj sağlamamıştı ve bunlar devrimi daha ileri götürmeye kararlıydı.” (s.10)

31 Mart hadisesinin sonucunu değerlendirirken yazdıklarını not etmeliyim:

“Askerler isyanı bastırmış ama İttihatçıların muhalefeti ezmesine izin vermemişti. Onun yerine sıkıyönetim ilan edilmiş ve asker, Meşrutiyet rejiminin koruyucusu ve siyasetçiler arasındaki mücadelede hakem haline gelmişti. Askerlerin herhangi bir ideolojisi yoktu ve müdahaleyi yasa ve düzen adına, dizginleri elde tutarak siyasal çatışmayı önlemek amacıyla yapmışlardı. Dolayısıyla, askerlerin siyasete müdahalesi Genç Türk Devrimi'nin belki de en uzun süreli mirası oldu.” (s.24)

Aslında bu miras Yeniçerilere kadar gider. Fakat burada Ahmad’ın çalıştığı dönem özelinde yaptığı yorum da doğru. Çünkü Yeniçeriler - tıpkı 1909'daki üst rütbeli subaylar gibi- silahlı kuvvetlerin en önemli konumunda oturuyorlardı. Ahmad'ın tespitini kuvvetlendiren unsur ise iktidar mücadelesinin artık vezirlerin rekabeti değil, siyasi partilerin arasında geçmeye başlamasıdır. Daha genel bir yorumla, iktidar mücadelesi varsa silah daima masadadır, diyebiliriz.

Bir sonraki yorumu ise hakikaten ufuk açıcı:

“İttihatçı hareketin eyaletlerde, özellikle Rumeli'de gelişmiş olduğunu ve yıllık toplantılarını, şehir 1912'de Yunanlıların eline geçene dek Selanik'te yaptıklarını unutmamalıyız. Her durumda tıpkı daha sonraki Kemalistler gibi, onlar da "Kozmopolit İstanbul'a karşı güvensizdiler.” (s.39)

Diğer taraftan “kozmopolit İstanbul’un” etki gücünü Londra’dakiler iyi biliyordu. İngiliz Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey, 31 Temmuz 1908’de Babıali’deki büyükelçisi Lowther'a şöyle yazıyordu:

“…Fakat Türkiye, şimdi bir meclis kurar ve hükümetini ıslah ederse, Mısır anayasa talebinde daha zorlu bir yolu seçecek ve bizim bu talebe karşı koyma direncimiz çok azalacaktır. İyi bir şekilde işleyen bir Türk Anayasası varken ve Türkiye'nin durumu gittikçe gelişirken, Anayasa isteyen Mısır halkının ayaklanmasını zor kullanarak bastırmaya girişirsek durumumuz çok acayip olacaktır. Mısır meselesi yüzünden, Türk Hükümetiyle değil, fakat Türk halkının hissiyatıyla çatışmaya girişmenin bize hiçbir faydası olmayacaktır.” (s.132)

İngilizlerin bu korkusu her ne kadar yakın vadede gerçeğe dönüşmemiş olsa da o dönemlerde doğan ve sonrasında Mısır’ı idare eden iki yöneticinin ismine bakmak Grey’in endişelerinin temelsiz olmadığını gösterir: Cemal Abdülnasır ve Enver Sedat.

Hepsi bu kadar mı? Kitapta; İttihadçıların Japonya’dan uzman istemesi (s.33), imparatorluğun son devrinde Rum ve Ermenilerin birleşen çıkarlarına karşı Yahudilerle Türklerin aynı cephede hareket etmesi (s.125) ve Türk köylüsünün topraktan önce saygınlık istemesi (s.192) gibi pek çok kıymetli bilgi yer alıyor.

İttihatçılıktan Kemalizme kadar yakın tarihimize meraklıysanız bu kitabı okumanızı tavsiye ederim. 

***

Dışişleri Bakanlığı Teşkilat Yapısı (1920-2018) - Ali Rıza Özcoşkun (Türk Diplomatik Arşivi Yayınları, 2018)

Bu aslında bir yardımcı kitap. Yani baştan başlayıp sonuna kadar gitmekten ziyade ihtiyaç duyduğunuz bölümüne göz atıp devam edeceksiniz. Peki kim göz atacak? Hariciye çalışan araştırmacılar. Kitap Türk Dışişleri'nin yapısını yıl yıl ele alıyor, o dönemde dünyada ne gibi değişiklikler olduğunu da not ediyor. Arşiv çalışmak istiyorsanız ya da ne olur ne olmaz elimde bulunsun diyorsanız kitaba buradan erişebilirsiniz. 

***

Umarım faydalı olmuştur. Önümüzdeki ay, yeni kitaplarla, buluşmak dileğiyle... 


Yorum Gönder

0 Yorumlar