“Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi”

Atatürk'ün Erzurum Kongresi'nde yaptığı şu muhteşem tespiti yazının başına almam gerektiğini düşündüm:

"Şurada acıklı bir durum olarak belirtirim ki, memleketimizde çok fazla yabancı parası ve birçok propagandalar dönüyor. Bundaki gaye, pek açıktır ki, millî hareketleri sonuçsuz bırakmak, millî emelleri felce uğratmak, Yunan, Ermeni emellerini ve vatanın önemli yerlerini işgal gayelerini kolaylaştırmaktır. Bununla beraber her devirde ve her ülkede, her zaman çıktığı gibi, karakteri zayıf, anlayışsız insanlarla beraber vatansız ve aynı zamanda şahsî refah ve menfaatini vatan ve milletin zararında arayan alçaklar da vardır. Doğu politikasında ve zayıf noktaları arayıp bulmakta pek usta olan düşmanlarımız, memleketimizde bunu âdeta teşkilât haline getirmişlerdir. Fakat kutsal değerlerini kurtarmak için çırpınan bütün millet, bu büyük savaşında önüne çıkan her türlü engeli muhakkak, kesinlikle kırıp süpürecektir." (s. 695

 

Ahmed Hikmet Müftüoğlu "Yarayı Kanatan" isimli hikâyesinde karakterlerden birine şöyle söyletir: "Türkiye yıpranmış, tozlu ama faydalı bir kitaptır."

Şimdi bu eski kitabın tozlu sayfalarından birini açıyoruz. Esat Uras'ın Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi kitabını ele alacağız. Daha doğrusu bu kitap üzerinden Ermeni meselesine bir bakış atacağız. 

Esat Uras Kimdir? 

1882'de doğan Esat Uras, Mülkiye mezunudur. Eğitim hayatının bitişiyle devlet vazifesine başlamış ve Anadolu'nun çeşitli yerlerinde kaymakamlık yapmıştır. 

Mülkî vazifenin ardından güvenlik bürokrasisine geçen Uras, Osmanlı Emniyeti'nin çeşitli birimlerinde görevler yaptı. Mondros'tan sonra Bekirağa Bölüğü'nün "misafirleri" arasında yer aldı. Hapisten çıkınca Anadolu'ya geçti. Emniyet Umum Müdürlüğü görevine getirildi. 

Uras, 1916'da Akdamar'da Ermenilerle Osmanlı İmparatorluğu arasında yapılan görüşmelerde bulundu. Kars Antlaşması'nda ve Lozan'da müşavir sıfatıyla yer aldı. 

1923-50 arasında Amasya milletvekili olarak mecliste bulundu. 1950'den sonra siyasetten çekilen Uras, yazmak için daha fazla vakit buldu. Türk Tarih Kurumu üyesi olan Uras, tarih alanında çeşitli kitaplar yayınladı. Tahmasb Kulu Han'ın Tevârihi ve Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa'nın Hayatı ve Kahramanlıkları gibi çevirilerin yanında telif eserleri de vardı. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşına Kadar Ermenilerin Türkiye'deki Durumu ve Ermeni Sorunu: Dokuz Soru, Dokuz Cevap bunlar arasındadır.

En meşhur kitabı olan "Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi" eserini ise 1950'de yayımladı. 

1957'de ölen Uras; Ermenice, Arapça, Farsça, İngilizce, Fransızca ve Rumca biliyordu. 

Kitap ve Kıymeti Hakkında

Epeyce hacme sahip olan kitap, beş bölüm ve 791 sayfadan oluşuyor. Bir de benim gibi 1976 Belge Yayınları baskısını kullanıyorsanız bu ağırlık daha da artıyor çünkü kitabın başına Dr. Cengiz Kürşad tarafından hazırlanan uzunca bir makale eklenmiş. (Neredeyse 100 sayfa) Toplam 900 sayfayı mütecaviz bir hacimden bahsediyoruz. 

Ertuğrul Zekâi Ökte 1 Temmuz 1974 tarihli 'Sunuş' yazısında, "Yirmi dört yıl, bir eser için, üzerinde olumlu veya olumsuz yargıların sonuçları açısından küçümsenemeyecek ölçüdür. Uras'ın kitabına günümüzde duyulan ihtiyaç eser üzerindeki olumlu yargıların sonucudur." diyordu. 

Ökte'nin hâlen itiraz edilemeyecek iki tespiti daha vardı: "Yurt içinde, "Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi" adlı eserin bıraktığı boşluğu dolduracak çalışmalara yer verilmedi." 

"Geçen süre içerisinde bu belgeleri muhafaza eden arşivler belgelerin toplanmasına, tasnif edilmesine ve araştırmacıların hizmetlerine verilmesine büyük çaba harcadılar. Buna rağmen, Türkiye'de bu kaynaklara gidilmedi. Hissî yanları ağır basan birkaç yayınla yetinildi. Ülküsel umursamazlık, bilimsel çekimserlikle aynı ölçüde yürüdü." 

Bu sözlerin günümüzden 47 yıl önce edildiği gözönünde bulundurulduğu vakit kitabın kıymeti meydana çıkar. 1950'de yazılmış bu eser hâlen aşılamamıştır ve alanında yazılmış eserler içinde en önemliler arasındaki yerini korumaktadır. Öyle zannediyorum bu bilgi, neden Ermeni meselesini Esat Uras'ın kitabı üzerinden okuyacağımız sorusuna verilecek yerinde bir cevaptır. 

Esat Uras 10 Nisan 1953 tarihli  (muhtemelen ikinci baskıya) Önsöz'de şöyle diyor:

"Bu kitabın yazılmasında, her şeyden önce Ermeni kaynaklarından istifade olunmuştur. Özellikle Ermeni yazarların verdikleri bilgiler tarafımdan tetkik ve çevrilerek ön plana alınmıştır. Bundan başka batı dillerinde (İngilizce, Fransızca) eserlere de başvurulmuş, siyasi görüşmeler de yine tarafımdan çevrilmiştir."

Zaten bu kısa not kitabın kıymeti hakkında yeterli bilgiyi ihtiva ediyor. Yine de şunu belirtmek gerekir ki, kitabın kaynakçasında 100'den fazla Ermenice ve 50'ye yakın İngilizce,Fransızca eser bulunuyor.  

Yazar, yine Önsöz'de, Ermenice yazılmış olan ve şahsi arşivinde bulunan eserleri, TBMM Kütüphanesi'ne armağan ettiğini söylüyor.

Esat Uras'ın TBMM'ye bağışladığı kitaplar hâlen yerinde duruyor ve araştırmacıların istifadesinde... Birkaçı zaman içinde Türkçe'ye çevrildi. Tabii bazılarının da "zamanı geçti". Bir kısmı da çevrilmeyi ve yeniden kıymetlendirilmeyi bekliyor. Lafın burasında "kimse bunlarla ilgilenmiyor" diye bir beylik laf savurup kaçabilirim ama ben ucuz kahramanlık sevmem. Sadece konuyla ilgili çalışıp da bir de TBMM Arşiv'e bakmak gerektiğini hatırlatmakla iktifa ediyorum. 

Yeteri kadar övdüysem birkaç noktada kritik etmem şart oldu diye düşünüyorum. 

Kritik Edilmesi Gereken İki Yer

Hata arayan bulur. Ben bu kitabı hata aramak kasdıyla okumadım. Yine de iki nokta fazlasıyla dikkatimi çekti. 

Birincisi kronolojiyle ilgili. Aşağıda göreceğiniz gibi kitap Ermeni mitolojisinden başlayarak Lozan Antlaşması'nın imzalanmasına dek  Ermeni tarihini konu alıyor. Hayli çetrefilli olan bu işi Ermeni kaynaklarına dayanarak yaptığını tekraren hatırlatmak gerekiyor. Fakat başlıkların seçimi itibarıyla kimi yerde zaman kaymaları yaşanıyor. Bu da tekrarları kaçınılmaz kılıyor. 

Mesela 390. sayfada değindiği Mayıs Projesi'ne 639. sayfada bir daha dönüyor. Bunun sebebi; ıslahat çalışmaları ve isyanların ayrı başlıklar altında ele alınması.

Tabii eserin gerek hacmi, gerek kullandığı kaynakları gerekse de konusu gözönüne alınırsa aslında belirli bir seviyenin üstünde bilgi sahibi olanlar için yazıldığı sonucu çıkarılabilir. Ayrıca kitabın yazıldığı yıllardaki teknolojik olanaklar da mevzu bahis edilebilir. Anlatılan konunun çok uzun bir süreci kapsamasından da dem vurulabilir. Yine de tüm bunlar "zaman kaymaları" olduğu gerçeğini değiştirmiyor. 

Bir ikinci eleştiri noktam ise kitapta Ermeni meselesinin ekonomik yönüne yeterince değinilmemesi. Hiç dokunmuyor değil fakat ufak temaslarda bulunarak geçiyor. Bu ciddi bir eksik yaratmakla birlikte, güvenlik bürokrasisinin tepesinde oturmuş bir adamın yalnızca isyanları değil hatta daha fazla işin siyasi yönünü ele alması da takdire şayan bir durumdur. Fakat işin ekonomik yönü (yalnızca komitelerin fonlanması değil imparatorluktaki Ermenilerin Türkiye'deki ekonomileri hatta Rusya ve İran'da mukim Ermenilerin de ekonomileri) hakkında yeterli bilgi edinemiyoruz. 

Birkaç ufak makale hariç tutulursa Ermeniler ve ekonomi bahsi ayrı bir başlık olarak değerlendirilmiyor. O yüzden bu bölüm yazıda da eksik kalacak, kitaptan yakalayabildiğim ayrıntıların neredeyse tamamını yazının içinde bulacaksınız.

Kronoloji meselesini ise Kazım Karabekir, Saro Dadyan ve Cengiz Kürşad'ın çalışmalarıyla düzenlemeye çalıştım. Ayrıca kitapta yalnızca adı geçen (mesela Lübnan Nizamnamesi gibi) kimi olayları kısa özet olarak da olsa vermeye gayret ettim.

Dil, Üslup ve Baskı

Bazı kelimelerin yazımı haricinde kitabın dili günümüz Türkçesinden çok da farklı değil. İlgili kelimelerin bir kısmını günümüz diliyle yazarken bir kısmını da aynen bıraktım. Yazarın emekli bir emniyet müdürü, konunun da en az yazar kadar "ağır" olması münasebetiyle kendi "kıymetli" görüşlerimi olabildiğince kısa tutmaya çalıştım.

Tespit edebildiğim kadarıyla kitabın son baskısı 1987'de Belge Yayınları tarafından yapılmış, 1988'de ise İngilizceye çevrilmiş. Ben, yukarıda da belirttiğim üzere, yine Belge Yayınları tarafından İstanbul'da yayımlanan 1976 baskısını esas alacağım. Elimdeki kitabın kapağının kopuk oluşu sebebiyle fotoğrafı internetten aldım. Ayrıca kitabın benim yazıda kullandığım baskısının PDF olarak yüklendiğini de gördüm. Bu bilgiyi alıntıların neredeyse tamamını yaptıktan sonra öğrenmeseydim belki daha hızlı bir yazı çıkarılabilirdim. Ama yine de faydası olmadı desem yalan olmaz. (Nüfusla ilgili iki istatistiğin ekran görüntüleri gibi.) 

Tabii telif durumunu vs bilmemekle birlikte bu kitabın yeniden yayınlanmasının sayısız faydası olduğunu hatırlatarak, bu işlere meraklı kişilere bir pas atayım. Kim bilir belki gol olur da, en azından kapağı sağlam bir Esat Uras kitabı edinmiş olurum. PDF versiyonunu kolay bir google aramasıyla bulabileceğinizi hatırlatıyorum. 

Şimdi, eskilerin "Ermeni Patırtısı" adını verdiği olayı anlayabilmek için, Esat Uras'ın öncülüğünde Ermeni tarihinin derinliklerine dalacak, nihayetinde Lozan'da su yüzeyine çıkacağız. Nefesi kuvvetli olmayanlar ara başlıklarda mola verebilirler ama "en aşağıda" kesinlikle görüşmeliyiz. 

 

Tarih

Her millet gibi Ermeniler de ilk tarih anlatılarını mitoloji üzerinden kuruyorlar. Ermeni mitolojisi Yunan ve İran mitoslarından ciddi ölçüde etkilenmiş, üzerine Hristiyanlığı kabul etmeleriyle iyice melezleşmiş bir yapıdadır. Esasen ilk tarihlerinde olmasa da uzun müddet oturdukları yerler gözönünde bulundurulduğunda bu durum çok normaldir. 

Ermeniler kendi tarihlerini Nuh'un oğlu Yafes'e kadar götürürler. (Türklerden de aynı hikâyeyi sahiplenenler vardır.) Tabii bunlar efsanedir. 

Uras'ın özetlediğine (s.85-86) göre; "Ermenistan" Büyük İskender'e kadar Perslerin bir vilayetiydi. Sırasıyla; Persler, İskender, Selefküsler, Partlar, Roma (M.Ö. 50) ve Sasanilerce (226) yönetildiler. Hemen tamamı yabancı valiler tarafından...

Roma ve Sasanilerin Ermenistan üzerindeki mücadelesi, Roma'nın yerini Bizans'ın almasıyla sürdü. Bölgenin batısı Romalılara, doğusu İranlılara bırakılsa da, Bizans zamanında, Bizans lehine gelişmeler oldu. Çünkü Sasaniler, Ermenileri Hristiyanlıktan çıkarıp putperest olmaya zorluyordu. 

Sekizinci yüzyıla gelindiğinde Bizans ve Sasani rekabetine Araplar da dahil oldular. 

Dokuzuncu yüzyılda Persleri devreden çıkaran Araplar, Ermenistan'ı Bizans'la bölüştüler. Batı kısmı Bizans, doğu kısmı Araplara verildi. Araplar bölgeyi rahat yönetmek için çok sayıda küçük krallık kurdurdular. (Bu derebeylikler, evvela Bizans ardından Türkler tarafından peyderpey ortadan kaldırıldılar.) 

Türkler 1071'de Anadolu'nun "kapısını açtıklarında" Ermenilerin durumu buydu. Araplar kendi içlerinde bölündükleri için Ermenistan'a bakmıyor, Bizans ise Ermenileri Ortodoks olmaya zorluyordu. Bizans baskısıyla mücadele eden Ermeniler, Türklerin Malazgirt Zaferi'yle Anadolu'yu ele geçirmesinin ardından güneye doğru çekildiler. 

Bir noktada birleşen bu Ermeni göçmenler, Kilikya'da bir Ermeni Krallığı kurdular. Bu kendi içinde de birlik sağlamakta zorlanan yapı, genellikle Bizans'la ittifak halinde hareket etti. Çünkü çok kısa bir sürede tüm komşuları müslüman unsurlar olmuştu. Haçlı Seferleri'nin doğal destekçisi ve Haçlıların Kudüs'e yürümesinde basamak olan Kilikya Krallığı, Melik Nasır zamanında Mısır Memlukları tarafından ortadan kaldırıldı. (Haçlılarla ittifak görüşmeleri yüzünden.) 

"Ermenistan denilen ülke, yüzyıllarca çeşitli devlet yönetiminde kalmış ve hemen her zaman büyük devletlerin çarpıştıkları alanı teşkil etmiştir. Burası, özellikle kuzeyden inen istilâcıların geçit yolu üzerinde bulunmuş, muazzam akınların, göçlerin uğrağı olmuştur. Bu şartlar altında Ermenistan denilen bölgede daimî bir hükûmet, bilhassa millî, birleşmiş, devamlı ve güçlü bir Ermeni varlığını kabul etmek olanağı yoktur." (s. 89

Coğrafya

Ermenilerin kelimeleriyle Ermenistan üç bölgeden oluşuyordu: Büyük Ermenistan, Küçük Ermenistan ve Kilikya. Anlaşıldığı kadarıyla; Büyük Ermenistan ve Kilikya arasındaki topraklara Küçük Ermenistan ismini veriyorlardı. 

"Ermeni coğrafyacılarına göre, asıl Ermenistan yahut Büyük Ermenistan, Paris meridyenine göre 36-45 derece doğu boylamda 36-42 derece kuzey enlem içinde, yani Akdeniz, Karadeniz, Hazer Denizi arasında bulunuyor ve Asyanın batı kısmını teşkil ediyordu. Eğer bu hudutlara Küçük Ermenistan ve Kilikya da alınırsa o zaman Ermenistan, 32-45 doğu boylam dereceleri arasına kadar girmiş oluyordu." (s.16)

Dil - Edebiyat

Ermenicenin İran dilinden çıktığı fikri hakim görüş konumundadır. Tabii ki çevresinde bulunan birçok milletten de kelimeler almıştır.(Türkçe, Arapça, Latince, Gürcüce başta gelenlerdir) İlk edebî eserler ise halk şarkıları ve destanlarıdır. 

Ermenicenin yazı dili olması Kitab-ı Mukaddes'i çevirme çabalarıyla, Vramşabuh zamanında (M.S. 400) başlamıştır. 

Ermeni edebiyatını üç devre ayıran Uras, bu devirleri şöyle tarihler:

Birinci Dönem: Dördüncü yüzyıldan on birinci yüzyıla kadar sürer. Kutsal kitap haricinde klasikler ve yabancı mitolojik eserler çevrilmiştir. Telif eserler tamamen dinîdir. 

İkinci Dönem: On ikinci yüzyıldan on sekizinci yüzyıla kadar sürer. 

Üçüncü Dönem: On sekizinci yüzyılda başlayan, Sivaslı Mıkhitar'ın açtığı yolda ilerleyen modern Ermeni edebiyatı. Hâlen sürüyor. (s. 112

Din

Ermeni kimliğinin oluşmasında en önemli etken dindir. Ermeniler Hristiyanlığı benimsemiş, ısrarla Hristiyan kalmışlardır. İran'ın ağır Zerdüştlük zorlamasına daima isyan etmişlerdir. 

Modern Ermeni kimliğinin oluşmasında ise Ermeni Kilisesi etkili olmuştur. Ermeni milleti üzerinde bu derece etkili bir kurumun "Ermeni meselesinde" etkili olmaması düşünülemezdi.

"Van’da ve sonra Erzurum’da Rus Başkonsolosu olarak bulunmuş olan General Mayevski şöyle diyor: "Ermeni ruhanî reislerine gelince, bunların din hususunda çalışmaları hemen hemen yok gibidir. Fakat buna karşılık millî fikirlerin yayılması konusunda büyük ve pek çok gayretleri geçmekteydi. Yüzlerce yıldan beri bu gibi fikirler, esrarlı manastırların sessiz duvarları içinde beslenmiş ve geliştirilmiş ve bu yerlerde dinî âyinler yerine Hıristiyan - İslâm düşmanlığı yer almıştır. Okullar ve kilise okulları da bu konuda ruhanî reislere çok yardım etmişlerdir. Zamanla, dinî taassubun yerine düşmanlık duyguları geçmiştir." (s. 422)

Ermenilerin topluca Hristiyan olmasında en etkili kişi Kayseri'de eğitim gören Kirkor Lusavoriç oldu. Üçüncü yüzyılın sonlarında milletinin manevi liderliğini alan bu adam, Ermenilerin en fazla saydığı şahsiyetlerin başında gelir. 

Kirkor Lusavoriç yalnızca manevi değil maddi liderlik de yaptı. Dini liderlik görevini kendisinden sonra çocuklarına bıraktı ve Ermeniler yaklaşık 150 yıl onun soyundan gelenlerce idare edildiler. (s. 122) Torunlarından Sahak'ın erkek çocuğu olmaması üzerine, dini reis 439'dan itibaren, rahipler arasından seçilmeye başladı.

Bu seçilen dini liderler, kendilerine Katogikos adını verdiler. Katogikos, "ulusun temsilcisi" demektir. (s. 122

Hristiyanlıkta Ermeni Kilisesi 

Ermeni Kilisesi monofizittir. Hristiyanlığın meşhur konsillerinden ilk üç tanesini tanırlar, Kalkedon Konsili'ni (451) ise tanımazlar. (Kalkedon Konsili duofizit yapıdaydı) Böylece Ortodoks Kilisesi'nden ayrılırlar.

Ermeniler kendi inançlarını "İsâ'da benzersiz ve katışıksız bir tek yaratılış ve öz olduğu" şeklinde tanımlıyorlardı. (s. 125) Bu aynı zamanda monofizitin tanımıdır. 

Ayrıca madag dedikleri kurbanlarını ve eski zamanlardan kalma bazı ritüellerini korumak, Papa'nın otoritesini tanımamak, A'raf'a inanmamak, Roma kilisesinin üstünlüğünü kabul etmemek yönlerinden de Katolik Kilisesi'yle ayrışırlar.

Eçmiyazin 

Eçmiyazin "Allah'ın tek oğlunun indiği yer" anlamındadır ve Ermenilerin en büyük dini otoritesini temsil eder. Ermenilerce İsa Eçmiyazin'e inmiş, "Ermeni kilisesini kurmuş, o kiliseyi, doğu ve batıdaki patriklerden ayrı, başlı başına bir örgüt olarak meydana çıkarmıştır." (s. 127)

Zaman içinde hem Bizans hem de Latin (Roma) Kiliseleriyle birleşme görüşmeleri yapılmış, her seferinde başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Fakat 17. yüzyılla birlikte Avrupa'da yükselen Protestanlık sebebiyle kan kaybeden Roma Kilisesi, misyonerleri devreye sokarak yeni takipçiler kazanma derdine düşmüştür. Bu süreçte bilhassa Anadolu ve İstanbul'da bazı Ermeniler Katolik olmuşlardır. Bunların en meşhuru Sivaslı Mıkhitar'dır. Onun ve izleyenlerinin faaliyetleri neticesinde hatırı sayılır bir Katolik Ermeni nüfusu meydana çıkmıştır. Yine bazı Protestan misyonerler vasıtasıyla Protestanlığı kabul eden Ermeniler olsa da bunların sayısı Katoliklere yetişememiş; iki mezhebe rağmen Gregoryen (Lusavorçagan) Ermeniler çoğunluğu her zaman muhafaza etmiştir.  

Mıkhitar'ın özellikle Ermeni Aydınlanması'ndaki rolünü Saro Dadyan şöyle tarif eder:

"Ermenileri dördüncü asırda Hristiyanlıkla tanıştıran Surp Kirkor, insanları putperestlikten kurtardığı için "Lusavoriç" yani "Aydınlatıcı" unvanıyla anılırdı. Mıkhitar'a da milletini cehaletten kurtardığı ve bilinçlendirdiği için "Lusanorok" yani "Yeniden Aydınlatan" unvanı verildi.

Nüfus

19. yüzyılda Ermeniler üç coğrafyada yoğun olarak yaşıyorlardı: İran, Anadolu ve Kafkasya. Üç farklı devletin içinde bulunan Ermenilerin bir kısmı İran'da yaşarken, çoğunluğu Osmanlı ve Rus Çarlığı'nın idaresinde hayatlarını idame ettiriyorlardı. 

Farklı ülkelerden çeşitli araştırmacılar 1900'lerin başında tüm dünyadaki Ermeni nüfusunu 1.5 ila 3.5 milyon arasında gösteriyorlar. Esat Uras kitabın "Nüfus" başlıklı bölümünde bunların tamamını ayrıntılarıyla alıyor. Bu nüfusun ne kadarının Osmanlı'da ve ne kadarının "tarihi Ermenistan'da" yani meşhur 9 vilayette bulunduğu da ayrıca tartışma konusudur. Esat Uras, 9 vilayetteki Ermeni nüfusunun 1 milyonu bulmayacağını ve daha önemlisi bunların bölgenin neredeyse hiçbir yerinde çoğunluğu teşkil etmediğini söyleyen bazı Fransız kaynakları alıntılayarak konuyu kapatıyor. (Bu mesele tartışmaların temeli olduğu için sıklıkla döneceğiz.)

93 Harbi'ne Kadar İmparatorluktaki Ermeniler

1071'den itibaren Türk Devleti'nin idaresindeki topraklarda yaşamaya başlayan Ermeniler, Kilikya Ermeni Krallığı da yıkıldıktan sonra, neredeyse tamamen Türklerin hakimiyetine girdiler. Fakat esas Türk-Ermeni dostluğu Osmanoğulları devrinde başladı. 

"Fâtih Sultan Mehmet, İstanbul’u aldıktan sonra, sırf kendi teşebbüsü ile, Ermenilerin Bursa’daki Ruhanî Reisleri Hovakim’i İstanbul’a getirterek, Rum Patrikliğinin yanında, bir de Ermeni Patrikliği kurdu (1461) ve Ermenileri de bu Patriklik ile idare etti." (s. 149

Hovakim'in unvanı "Bütün Türkiye Ermenilerinin Patriği" idi. 

"Fâtih’den, İkinci Sultan Mahmud’a kadar üç yüz elli yıllık süre içinde hıristiyanların ve bu arada, Ermenilerin de dinî ve toplumsal işlerine kesinlikle karışılmıyordu. Patrikhanelerin kendi mahkemeleri, hapishaneleri vardı. Dinî olmayan cezalar, sürgün kararları verirlerdi." (s.149)

Ermeniler bu süreçte çoğunlukla ticaret ile uğraşıyorlardı. İmparatorluktaki sanatçıların çoğunluğunu da Ermeniler teşkil ediyordu. 

Rusya ve İran'daki Ermenilere nazaran daha rahat para kazanma ve askerlikten muaf olma avantajları sayesinde Ermeniler, İstanbul'da mukîm, bir aristokrat sınıfı yaratabildiler. "Amira" ismi verilen bu zengin ve güçlü aristokratlar, özellikle Fenerli Rum Beylerin Yunan İsyanıyla tasfiye edilmesinin ardından Bâb-ı Âlî ve Sarayda da güç kazandılar. 

19. yüzyılın başında Ermeniler dinî yönden Katogikosluktan verilen izinle hareket eden İstanbul Patriği'ne; siyasi yönden ise hem Patriğe hem de Amiralara dayanıyorlardı. 

1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanlarıyla Ermenilerin imparatorluktaki durumları ve yine kendi içlerinde oluşturdukları sistemleri yıkılmaya başladı. Ermeni esnaflar, amiralara karşı güç kazanıyorlardı. Patrik, 1830'da ayrı bir topluluk olarak kabul edilen Katolik Ermenilerle uğraşırken konumunu korumaya çabalıyordu. Amiralar ise güçlenecekleri yer kalmadığından hem Patrik hem de devlet aleyhine güçleniyorlardı. 

Paris'teki Mıkhitar - Muradyan Okulu ise çoğu aristokrat ailelerden gelen Ermeni öğrencileri Aydınlanma fikriyle yetiştiriyordu. Yarım asır evvel Fransa'yı saran milliyetçilik ateşi şimdi Ermenileri yakmaya başlıyordu. 

Ermeni Milleti Nizamnamesi

İmparatorluktaki millet sistemi uzun zaman az belgeyle ifade edilmişti. Tanzimat, millet sistemini de "nizama" sokmaya karar verdiğinden her milletten kendi işleri için bir nizamname yazmaları istendi. 1850'de çalışmaya başlayan Ermeniler; Islahat Fermanı'ndan sonra süreci hızlandırdılar. Bir müddet de Bâb-ı Âlî'de beklemelerine rağmen 1862'de nizamnamelerini kabul ettirdiler. Ermeniler, imparatorlukta nizamname sahibi ilk milletlerden olma özelliğini kazandılar.

99 maddeden oluşan bu nizamnamenin ismi iki taraf açısından farklı kayda geçmiştir. Türkler bunu "Ermeni Milleti Nizamnamesi" olarak tanırken, Ermenilere göre ise metin "Ermenilerin Teşkilatı Esasiyesi"'dir. (s. 166

Yine Türkçe metinde "Genel Meclis", Ermenice metinde "Millî meclisi umumi", Türkçe'de "üye" Ermenice'de "mebus", Türkçe'de "idare işlerinin" Ermenice'de "idarei milliyenin" ve Türkçe'de "millî bağışların" Ermenice'de "millî vergilerin" şeklinde geçer. (s. 168

Bu farklılıklar "basit yanlış anlamalar" değildi. Ermeni Milleti Nizamnamesi; 1860'da Lübnan'ı neredeyse bağımsız hâle getiren isyan ve Avrupa müdahalesinin gölgesinde kabul ediliyordu. 

Lübnan'da Neler Olmuştu? 

Lübnan'da 19. yy'da nüfusun çoğunluğunu Dürziler ve Maruni Hristiyanlar oluşturuyordu. Osmanlı bölgeyi "Lübnan Emiri" adı verilen Dürzi beyleriyle idare ediyordu. 

1840'lardan itibaren vergi yüzünden başlayan isyanlar 1858-60 senelerinde zirve noktasına ulaştı. Dürzi-Maruni çatışması da şiddetlendi. Olaylar Şam'a sıçradı. 

İngiltere Dürzilerin, Fransa ise Marunilerin hamiliğini üstlenmişti. Karışıklıklar artınca İngiltere-Fransa ikilisi Osmanlı'ya "ortak müdahale' teklifinde bulundu. Osmanlı pek de nazik olmayan bu teklifi kabul etmek zorunda kaldı ve 1860'ın 5 Eylül'ünde Paris'te imzalanan protokolle Lübnan'a Avrupa askeri gücü gönderilmesine karar verildi. İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya, İspanya ve Yunanistan'ın ortaklaşa oluşturduğu donanma Lübnan'a gönderildi. Fransızlar karaya asker çıkarttılar. 

Lübnan'da bir de siyasi komisyon kuruldu ve bu komisyon Lübnan'ın yönetiminin Hristiyan mutasarrıfa verilmesini, Lübnan'ın görünürde Osmanlı'ya bağlı ama özünde bağımsız bir idareye sahip olmasını dikte etti. Osmanlı talepleri kabul etti. (1861- Lübnan Nizamnamesi

İmparatorluk ve Ermeniler bu olaydan farklı sonuçlar çıkardılar: Osmanlı "ikinci bir Lübnan'ı" ne olursa olsun kabul etmek istemiyor, Ermeniler ise ikinci Lübnan olmak istiyorlardı. Farklı sonuçlar gerilim yaratıyordu. Bu zamana kadarki ilişkilerde her zaman güven unsuru bulunurken, bu tarihten sonra ise güven aşınması başlıyordu.

İlk Taşkınlıklar

Ermenilerin ilk taşkınlıkları 1840-50 devresinde başladı. İlk hareketler yereldi ama bu hareketlere katılan kimi isimler geleceğin lider komitacıları olacaklardı. Mesela; ilk taşkınlıklarda bulunan ve sonrasında çıkan isyanlarda liderlik yapanlardan birisi de Hramyan'dı. (Ermeniler kendisine "Hayrik" yani babacık lakabını takmıştı.) Hramyan'ın Muş'tan İstanbul Patrikliğine getirilmesi aslında Ermeni davasının ilk defa cihanşümûl bir arenaya yani İstanbul'a çıkmasına neden oldu.

1862 Zeytun Ayaklanması 

Tarih boyunca adı sürekli isyanlarla geçen Zeytun'da, 1862 yılında, Leon isimli bir adam peydah oldu. Kendisini asillerden sayan bu adam peşine bir kısım Ermeni'yi de takarak isyan çıkardı. Yalnız isyan çıkarmakla kalmadı ve Fransa İmparatoru Üçüncü Napolyon'a da bir mektupla ulaştı ve destek istedi. İstediği destek gelmediği gibi, isyan da başarısız oldu. 

Ermeni tarihçisi Leo 1862 Zeytun Ayaklanması'nı şöyle değerlendiriyor: "İlk siyasî teşebbüs başarısızlıkla sonuçlandı. Fakat bu bir şey ifade etmedi. Ermeniler büyük büyük ümitlerle dolu olarak, bundan sonra, Avrupa diplomatlarının, ısrar ve inatla, kapılarını çalmayı öğrenmiş oldular." (s. 186

Birinci Meşrutiyet ve Ermeniler

Abdülhamid'in iktidarı başladığında Ermeni davası biraz tecrübe kazanmıştı. Kimi konferanslara hazırladıkları raporları göndermişler, ufak ayaklanmalar çıkarmışlar fakat sonuç alamamışlardı.

Bu tabloda "İkinci Lübnan" olamayan Ermeniler, "İkinci Bulgaristan" olmaya karar verdiler. Çünkü 1870'lerin başında Bulgar komitacılar Rusya ve Avrupa'nın sempatisini kazanarak bağımsızlığa yürüyorlardı. Ermeni ileri gelenleri Bulgar meselesiyle kendi meselelerini eş görüyorlardı. 

Fakat 1876'da Meşrutiyet'in ilanıyla yeni bir perde açılmıştı.

"Ermeniler için iki yol vardı : 1) Osmanlı hükümetine ve Türklere katılmak, 2) Diğer Hıristiyan milletlerin harekâtını izleyerek çalışmak ve Avrupa devletlerinin işe karışmasından yararlanmak. Bütün Ermeni milletinin geleceği, bu tercih olunacak hareket şekline bağlı idi." (s. 181

Ermeniler bilhassa Rusya destekli Balkan isyanlarının etkisinde kalarak ikinci yolu tercih ettiler. Daha Meşrutiyet'in ilanından az sonra İngiltere Dışişleri Bakanı'na yazdıkları mektup bunun iyi bir örneğini veriyor. (Bkz: s. 188

Rusya'da Durum 

Rus-Ermeni dostluğu 19. yüzyılın başında başladı. (Neredeyse Ermeni-Türk dostluğunun bitiş tarihiyle aynı ana rastlar. Malumunuz, doğa boşluk kabul etmez.) 

1801'de taç giyen 1. Aleksandr Rus İmparatorluğu'nu Kafkasya'da genişletmek istiyordu. 1804-13 arasında İran'la (o zaman Kaçarlar tarafından yönetiliyordu) savaşa tutuştu. Sonuçta Gülistan Antlaşması'yla (1813) İran'ı Kafkaslardan attı. Rus Çarlığı'nın yeni "tebaaları" arasında Türkler, Gürcüler ve Ermeniler de vardı. 

"1826 da Şah Abbas Mirza Gülistan Antlaşmasını bozarak, Rus topraklarına girdi. Şuşa’yı işgal etti, Tiflis kapılarına kadar dayandı. Rus hâkimiyeti altında bulunan Kafkas ve Dağıstan’daki Müslüman halkı Ruslar aleyhine ayaklandırdı. Ermeniler, zor durumda kalan Ruslara yardım ettiler. Çar Birinci Nikolas, ordusuna, İran’ı işgal için emir verdi. Aslen Ermeni olan General Madatoff, İran üzerine hareket etti." (s. 764)

Bu yardımları neticesinde "kesin bağımsızlık" bekleyen Ermeniler hayal kırıklığına uğradılar. Yine de Ruslarla uzun vadeli bir ilişkiye başlamışlardı. 

1828 Osmanlı - Rus Savaşı'nda yine Ruslara yardım eden Ermeniler, savaş sonunda başlarına bir şey gelmesi korkusuyla,yaklaşık 90 bin kişi olarak, Rusya'ya göç ettiler. (s. 628)

1836'da Rusya'da çıkarılan Pologenia isimli kanunla artık Rus topraklarına giren Eçmiyazin'in durumu düzenlendi. Buna göre Rusya, Eçmiyazin Katogikosunu bütün Ermenilerin katogikosu olarak tanıyor ve seçiminin tüm memleketlerden gelen Ermeni temsilcilerin eliyle olacağını kabul ediyordu. Fakat bu seçimin Çar'ın onayından geçmesi şarttı.  

Eçmiyazin sadece dini işlerle görevliydi ve bu işleri yürütmesi için sekiz kişilik bir sinod meclisi vardı. Bu üyelerin onayı da Çar tarafından yapılacaktı. Ayrıca sinod meclisinin bir üyesi de Çarlığı temsil eden bir memur olmak zorundaydı. (s. 173)

Ruslar, Ermenileri dini ve idari yönden ablukaya almış oldular. Tüm kurumlara hafiyeler doldu ve kısa zamanda Eçmiyazin Rus Çarlığı'nın güdümüne girdi. Yıllar içinde bu durum kanıksandı ve Eçmiyazin Katogikosu Moskova'yla bağlantısını kaybetti. Rus Çarlığı'nın Kafkasya Genel Valiliği'ne bağlı bir kurum konumuna kadar geriledi. 

Eçmiyazin'in sesi kısıldıkça Çar'ın adamlarının sesi yükseldi. Öyle ki, Ermeniler adına da konuşmaya başladılar:

"1868'de Prens Gorçakof, doğu siyasetini açıklarken Türkiye için (Ou Autonomie ou Anatomie) yani (ya hıristiyanlara bağımsızlık verilmeli ya da Osmanlı hükûmeti parçalanmalı, bölünmeli.) diyerek Rusluğun niyetlerini göstermişti." (s. 184) 

İsyanlar Neden Rusya'da Değil Osmanlı'da Çıkıyordu?

Mikael Ohanneayan, Taşnaksutyun ve Muhalifleri eserinde isyanların neden Osmanlı'da çıktığını şöyle açıklıyordu:

"Ruslar gibi müthiş pençeli bir canavara karşı koymak güçtü. Türkiye, çalışmalarımız için daha elverişliydi. Oradaki Ermeniler, ıstırap içinde bulunuyorlardı. Özellikle Ermenilik, Türkiye’de devletlerarası bir şekil almış, kendi hesabına bir garanti elde etmişti. Şu halde, orada faaliyete geçmek daha uygundu. Rusya’da milliyete, öğretim ve eğitime, Ruslaştırma siyasetine karşı da basınla, propaganda ile çalışmak, Rusya’daki hareketlere de bu suretle karşı koymak daha doğru olacaktı." (s. 424)

Bu fikirlerin çoğunlukla Rusya Ermenilerinden geldiğini önemli bir bilgi olarak hafızamızda tutmalıyız. Çünkü Osmanlı Ermenileri, ilk parti isyanları bastırıldığı için yenisine pek de cüret edecek gibi görünmüyorlardı. Oysa Rus Ermenileri; onlara para, silah, örgüt ve isyan planlarıyla geliyor ve Osmanlı Ermenilerini kendilerine uyduruyorlardı.

Böylece tehlikeli bir oyun başlıyordu.  

Yaklaşık 70 sene süren bu "tehlikeli oyun" etkileri günümüzü şekillendiren kanlı bir hesaplaşmaydı. Bu hesaplaşmada katliamlar vardı. Ayak kaydırmalar, görevden almalar, sokak ortasında işlenen cinayetler vardı. Uhuvvet (kardeşlik) parolasıyla kurulan ittifaklar, düşman narasıyla birbirlerinin boğazına sarılanlar vardı. Aynı mezarlığa defnedilen "hürriyet şehitleri", yekdiğerinin mezarını yok eden insan müsveddeleri vardı. Bu müthiş bir oyundu. Ve o günlerde sonucu kestirilemiyordu. 

93 Harbi'nden Sonra

1877-78 Osmanlı-Rus Harbi tarihimize "93 Harbi" olarak geçmiştir. 

1875'te iflasını açıklayan Osmanlı, 1877'de Rusya'yla savaşmaya mecbur kaldı ve mağlup oldu. Üstelik bu sıradan bir yenilgi değildi. Ruslar; doğuda Erzurum, batıda İstanbul önlerine kadar geldiler. Savaşın neticesinde; Kars elden çıktı, imparatorluğun Tuna Nehri'ni tutan sınırı fiili olarak yıkıldı. Bulgaristan görünüşte özerk olurken, gerçekte bağımsız bir idare hâlini aldı. 

Osmanlı'nın beli kırılmıştı.

Osmanlı'nın çöküşünü gören ve kendilerini mukayese ettikleri Bulgarların bu kadar kârlı bir hâle gelmesini takip eden Ermeniler de harekete geçtiler. 

İstanbul Ermeni Patrikhanesi, Eçmiyazin'e, Rus Çar'ına verilmek üzere bir muhtıra yolladı. Buna göre Ermeniler, Rusların doğuda işgal ettikleri topraklardan çekilmemesini ve Bulgarlara verilen hakların kendilerine de tanınmasını istiyorlardı. Ayrıca geniş çaplı bir ıslahatla, bağımsızlığa giden yolda kendi kadrolarını kurma kabiliyetini kazanmayı da talep ediyorlardı. (s. 200

İstanbul Patrikhanesi, Eçmiyazin'i Rusya'ya baskı yapmaya ikna etmek için, ellerindeki en dişli adamı görevlendirmişti: Mateos İzmirliyan. 

İzmirliyan Eçmiyazin'e ulaşmakta güçlük çekince (savaştan sonra ulaşım normale dönmemişti) bir mektupla ortamı hazırlamak istedi. Katogikos üzerinde etkili olan Episkopos Manguni'ye hitaben 13 Şubat 1878'de yazdığı mektup tarihi önemi haizdir:

"Zamanın yaptığını hiçbir şey yapamaz. Zaman çok şeyleri değiştirir. Haller ve şartların gereklerine uymaklığımız lâzımdır. Eski davranışımızı değiştirmeliyiz. İleri görüşlülüğümüzü, çevremizi muhafaza ederek Çar’a müracaat etmeliyiz. Bugün Türkiye, büyük ve önemli kısmını kaybetmiş bir halde olarak onun ayaklarının altında bulunuyor. Türkiye, o kısımda kalsa bile bundan sonra Rusya’nın uysal bir tabii olacaktır. Herhalde Rusya’nın himayesine muhtacız. Daima onun teveccüh ve muhabbetini çekmeye, bugün olmazsa bile, çok geç kalmıyacak bir gün, meydana çıkacak olan Türkiye’nin Asya sorunu ortaya konulacağı zamanda, ülkemizdeki payımıza sahip olmak için şimdiden Ermeni sorununu çıkarmaya çalışmalıyız." (s. 205

Patrik Nerses Varjabedyan bununla yetinmedi. Edirne'de kamp kuran Rus ordusuna temsilciler yolladı. Temsilciler, Patriğin Rus Çarı'na yazdığı bir mektubu da beraberlerinde getirdiler. 

İkinci Aleksandr'a hitaben yazılan mektup "Haşmetpenah" hitabıyla ve şu girişle başlıyordu:

"Muazzam imparatorluğunuzun askerleri tarafından kazanılan zaferden sonra Türk Ermenileri ruhanî reislerinin takdir, hürmet ve hayretini ve aynı zamanda tapınırcasına tebriklerini sunmalarına ve bu tebrikleriyle, Ermeni milletinin amaç ve arzularını da ifade etmekte bulunduklarını temine müsaade buyurulmasını çok rica ederiz." 

Talepleri de şu paragrafta ifadesini buluyordu: 

"Evet, Muazzam Hükümdar, Ermeniler de bugün dindaşlarının kaderi tâyin edilmekte olduğu bu sırada, sizin yüksek himayenizi rica ediyorlar. Onlar da zulüm görmüştür, onlar da zalim vahşiler tarafından kuşatılmış, Avrupa’dan uzak bir köşeye atılmış; acılariyle, ıstıraplariyle her yönden diğer hıristiyan milletlerden daha yoksun, seslerini işittiremiyecek bir halde bulunuyorlar." (s. 201

Rus Çarı bu istekleri karşılıksız bırakmayacak ve Ayastefanos Antlaşması'na Ermenilerle ilgili bir madde ekletecekti.

 

"Patrik Nerses Varjabedyan’ın siyasetini bazıları şu cümle ile özetlerler : "Rusya’ya minnettar kalmak, İngiltere'den Ermeniler için maddî ve manevî istifade temin etmek." (s. 204) 

Ayastefanos Antlaşması

Osmanlı İmparatorluğu ile Rus Çarlığı arasında 3 Mart 1878 tarihinde imzalanan Ayastefanos Antlaşması Ermeniler açısından çok önemliydi. Çünkü Ermeni ve Ermenistan kelimelerini milletlerarası bir anlaşmaya ilk defa olarak sokuyordu. 

Ermenileri ilgilendiren 16. madde şöyleydi: 

"Ermenistan'dan Rusya askerinin istilâsı altında bulunup Yüce Devletimize verilmesi gereken yerlerin boşaltılması oralarda iki devletin dostane münasebetlerine zararlı karışıklıklara yer verebileceğinden, Yüce Devletimiz, Ermenilerin barındığı eyaletlerde mahallî menfaatlerin gerektirdiği İslâhat ve düzenlemeyi vakit kaybetmeksizin yapmayı ve Ermenilerin Kürtlere ve Çerkeslere karşı emniyetlerini sağlamayı garanti eder." (s. 209

Ermeniler bu maddeden sonra çalışmalarının tamamını tek bir amaca vakfettiler: Bağımsızlık

Ayastefanos'ta Ermeni isminin geçmesi amacıyla yapılan çalışmalarda bulunan Saruhan, Ermeni Sorunu ve Ermeni Milli Meclisi isimli eserinde bu süreci anlatıyor. Uras'ın altı sayfayı bulan alıntısında bence en önemli bölüm şurası: 

"Stepan Aslanyan Paşa ve Nuryan Efendi’den başka bir üçüncü zat daha vardı ki, çok nazik olan vaziyetine bakmıyarak millî dâvaya çok büyük hizmet etmiş ve özellikle Ayastafanos Antlaşmasına 16 ncı maddenin konulmasına çalışmıştır. Bu zat da Türk temsilciler olan Dışişleri Bakanı Saffet Paşa ve Berlin Elçisi Sadullah Bey'e yardımcı olarak verilen Dışişleri Sekreteri Sergis Hamamcıyan idi.

O zamanda bütün İstanbul, büyüğünden küçüğüne kadar gözlerini Türkiye’nin geleceğini tâyin edecek olan Moskof'lara dikmişlerdi. Ondan Ermenistan'ın bağımsızlığını bekliyorlardı. Yani Avrupa Türkiye'sine verilecek vaziyetin kendilerine de verilmesini bekliyorlardı. Herkes, büyük, küçük, memur, buna çalışıyordu." (s. 216)

Osmanlı'nın ücretli memurları 'Ermeni davasının' gönüllü memurları hâline geliyordu. İmparatorluk, bağımsız olmak isteyen milletlerle uğraşırken kaht-ı rical (yetişmiş devlet yöneticisi eksikliği) sorununu da çözmek zorundaydı. Bu problem, yani devlet vazifelerini kimin deruhte edeceği ve bunların görev sınırlarının nerede başlayıp nerede biteceği de Ermeni meselesinin en önemli konu başlıklarından birisini teşkil ediyordu.

Berlin Konferansı 

Ayastefanos Antlaşması Rusya'yı fazla güçlü hâle getireceğinden Avrupa Ahengi'ne uygun bulunmadı. Başta İngiltere olmak üzere düvel-i muazzama antlaşmanın yeniden görüşülmesini dikte etti. Böylece Berlin Konferansı tertip edildi. 

Konferans'tan önce biraraya gelen İngiltere ve Rusya temsilcileri ortak noktaları tespit ettiler. Ermenilerle ilgili madde de anlaştıkları arasındaydı. 

Şimdi Ermenilere düşen iki görev vardı. Birincisi isimlerinin geçtiği maddeyi muhafaza etmek, mümkünse kapsamını genişletmek. İkincisi ise bir yol haritası tertip etmek. 

Birinci amaçlarının gerçekleşeceğini anlayan Ermeniler, ikinci aşamaya geçerek yol haritası sundular. Aslında haritaları demek daha doğru olacak. Çünkü Patrikhanenin hazırladığı planın yanı sıra, Mısır'da oturan Ermeni Bogos Nubar Paşa da bir plan hazırlamıştı. Nitekim Nubar'ın planı kabul edilecekti. Nubar'ın projesinin ana hatları şunlardı:

"1- Devletlerin kontrolü altında Ermenistan idaresinin ıslahı

2-  Devletlerin seçimi, Padişahın onayı ile bir genel vali tâyini

3- Mahkemeler, polis ve sairenin Avrupalı memurlara verilmesi

4- Başlarındaki subayları Avrupalı olmak üzere bir jandarma teşkilâtı yapılması." (s. 220)

Patrikhane mutlak bağımsızlık parolasıyla hareket ettiğinden bu projeyi desteklemedi. Fakat Bismarck, Konferansa Nubar'ın planını sundu. Patrikhane bu duruma bozuldu ve derhâl harekete geçti. Patrik'in temsilcileri Berlin'e gittiler fakat Almanca bilen kimse yoktu. Bu noktada yardımı yine devlet vazifelisi Ermenilerden gördüler. Saruhan'ın bildirdiğine göre ''Bu Ermeniler : 1) Ohan Bağdatlıyan (Berlin Elçilik Müsteşarı), 2) Haçik Odyan (Osmanlı Temsilciler Heyetinin Şifre Kâtibi ve Babı Âli Şifre Müdürü), 3) Karabet Karakaş (Osmanlı Temsilciler Heyetinin Resmî Yazışma Kâtibi) idiler.'' (s. 241

Tüm bu çabalara karşın "bağımsızlık" isteği karşılanmadı. Buna rağmen, Ayastefanos'un 16. maddesi yerine, Berlin Antlaşması'nın 61. maddesi ikâme edildi. Bu madde şöyleydi:

"Babı Ali, Ermenilerin oturdukları illerin, yeri gereği muhtaç oldukları İslâhat ve düzenlemeleri gecikmeden yapmayı ve Kürtler ile Çerkeslere karşı emniyet ve rahatlarını korumayı taahhüt eder ve bu konuda alacağı tedbirleri sırası geldikçe devletlere bildireceğinden, adı geçen devletler de bu tedbirlerin yapılmasını gözeteceklerdir." (s. 249

Konferansa katılan devletlerin tamamı Ermenilere sempatilerini ifade etmelerine rağmen Berlin'den bağımsızlık çıkmamasının sebebi, Osmanlı ve İngiltere arasında - Berlin'den hemen önce imzalanan - Kıbrıs Antlaşmasıydı. Osmanlı kendisini Rusya'ya karşı koruması için İngiltere'ye Kıbrıs'ı vermişti. Bu yüzden İngiltere Berlin'den Ermeni bağımsızlığı çıkmasının önüne geçti.

Yine de Ermenilerle ilgili ıslahat yapılması ve ıslahatın taraf devletlerce takip edilmesi şartı eklenerek Osmanlı'nın tepesindeki Demokles'in Kılıcı diri tutulmuş oldu. 

Tabii buradan bir bağımsızlık çıkmaması İstanbul Patrikhanesi başta olmak üzere, Ermenilerin etkili kurumlarını ve bu kurumlardaki insanları mutlu etmedi. Berlin'de Ermeni meselesini takip eden Hrımyan, kendisinden durumu soranlara şu cevabı veriyordu: 

"Berlin’de ölü ruhu için helva dağıtıyorlarmış, beni de Ermenilere düşen payı alıp getirmek için gönderdiniz. Ben de kabımı alarak koştum. Gördüm ki, Sırplar, Karadağlılar, Yunanlılar, Bulgarlar, Romanlar, yanlarında asılı demir kepçelerle kablarını doldurdular, hisselerini aldılar, götürdüler. Siz ise, bana kepçe yerine kâğıt verdiniz. O kâğıt parçasını sıcak helvaya ne kadar soktum ise kâğıt da o kadar ıslandı. Nihayet düştü, dağıldı. Ben de boş bıraktım, geldim. Evvelden birkaç Zeytun’lu isyancı götürmeyi unuttum. Onların kepçeleri vardı. Kabın altından, kenarından bir şeyler koparırlardı." (s. 255)

Berlin'den Sonra

Ermeni Patriği Nerses Varjabedyan, Berlin'deki sonuçtan memnun kalmamakla beraber, Ermeni ıslahatı (Patrik'in anladığı şekliyle; bağımsızlığı) için çalışmalarını sürdürüyordu. 

Takvimler 1879'u gösteriyordu ve sonrasında çok defa izleyeceğimiz bir vodvilin ilk gösterimi yapılmak üzereydi. Esat Uras bilerek mi bu iki paragrafı aynı sayfaya aldı bilmiyorum ama bence kitabın en etkili bölümlerinden birini tek başına 269 numaralı bu sayfa oluşturuyor. 

"1879 Ocak ayında, karma meclis üyelerinden meydana gelen bir heyet, zulümler hakkında şikâyette bulunmak üzere Sadrıâzama müracaat ettiler ve şu cevabı aldılar: "Osmanlı hükümetinin her sınıf halkı, Ermeni, Arap, ilâh. hepsi, hükümetin çalışmasına yardım etmeye ve zorluk çıkarmamaya mecburdur. Ne yazık ki Ermeni milleti buna mukabil, yabancı kanallara müracaat ediyor. Yabancılar ne yapabilirler? Ermeni milleti, yabancıların elinde oyuncak olmamalıdır."  

"Nerses Varjabedyan ve kendisiyle beraber çalışmış olanlar, bağımsızlığın bu suretle elde edilemeyeceğine ve Avrupa’nın müdahalesini temin için bazı isyan hareketlerine başlamak, harekete geçmek zorunluluğuna inanmış bulunuyorlardı.

Evet, bir tarafta "ıslahat" istiyormuş gibi görünen ama bağımsızlık için silahlı isyan hazırlıklarına girişen Ermeniler; öteki tarafta "kendinizi kullandırtmayın" diyerek Ermenileri teskin edebileceğine inanan ama esasen hiçbir plana ve programa sahip olmayan Osmanlı İmparatorluğu. Hikâyemizin geri kalanı yine bu iki aktörün birbirinin aynısı olaylara verdiği, tıpa tıp aynı tepkilerle 1908'e dek sürecek... 

"Max Choublier, o zamanki vaziyet hakkında şöyle diyor: "Kafalarında Osmanlı hükümetine karşı koymak fikri uyandı. Okullarda, kiliselerde, talebeye, halka kapalı sözlerle Ermeni krallığının canlandırılması fikirleri aşılandı. Rumeli’nin ayrılması, âsilerin Avrupa devletlerince takdir edilmesi Ermenilerdeki bu yeni, korkak ümitleri kuvvetlendirdi. Anadolu Ermenileri, Berlin Konferansının kendilerine vâat ettiği İslâhatı istemek için devletlere mektuplar gönderirlerken içlerinden memleketlerinden kaçarak Avrupa’nın başlıca şehirlerine, Londra, Viyana, Rusya, İran’a sığınmış olanlar, propaganda komiteleri halinde kuruluşlar meydana getirdiler. Beyannameler savurarak Avrupa’dan, Ermenistan’ın bağımsızlığını ilân etmesini istediler. Babı Âli’nin kabiliyetsizliğini gösterdiler, kardeşlerine, vatanlarının kurtulması için çalışmalarını ve kendilerini tazyik edenlere karşı kuvvetle mukabele etmelerini tavsiye ettiler." (s. 270

Islahat Çabaları

"Babı Ali, ilk defa, 1879 da doğu illerinde İslâhata teşebbüs etti ve oralarda İslâhat esaslarını incelemek için geniş yetkili komiserler gönderildi." (s. 274

Tabii bu teşebbüs İngiltere'nin zoruyla yapılıyordu. İşe daha baştan üçüncü taraflar karışmıştı. Nitekim henüz komiserler yoldayken Berlin Antlaşması'na taraf devletler Osmanlı'yı sıkıştırmaya başlamıştı. 

Devrin Sadrazamı bu darboğazdan bunalmış olacak ki, devletlerin notasına verdiği cevapta şöyle diyordu:

"Bu sırada şurası da üzüntüyle ilâve olunur ki, dünyanın her tarafında tabiî olaylardan olan cinayet, Ermenilerin oturduğu yerlerde meydana gelince, böyle bir basit cinayete bir çok hayalî cinayetler de eklenerek Avrupalılara ve orada bulunan konsoloslara en korkunç şekillerle göstermek, bazı kötü niyetlilerin özel görevi olmuştur." (s. 287)

Bununla yetinmeyen Abidin Paşa Ermeni nüfusuyla ilgili garip bir bilgi veriyordu:

"Cevabıma son vermeden önce şu konuyu da kesin olarak ve içtenlikle bildiririm ki, Ermenilerin de bulundukları Van, Diyarbakır, Bitlis, Erzurum ve Sivas illerinin mevcut nüfusu Babı Âli’ce yaptırılan sayımda yüzde on yedi kadarı Ermeni ve yüzde dört kadarı diğer müslüman olmayanlar ve yüzde yetmiş dokuz oranında müslüman olduğu ortaya çıkmıştır." (s. 287)

Avrupalılar bu bilgiyi inandırıcı bulmayacaklardı: "Babı Ali’nin, genel nüfusun Ermenilere ve genellikle hıristiyan halka olan oranını ve sayısını ileri sürerek bu maddenin genişliğini azaltmak istediği doğrudur. Notada gösterilen oran, devletlerin almış oldukları diğer bilgilerden farklıdır. Bundan dolayı bunu doğru olarak kabul edemezler. Ermeni halk hakkında Patrikhanenin yardımiyle hazırlanan ilişik cetvel bu muazzam farkları göstermektedir. Bundan başka 5 Temmuz tarihli nota ancak İslâm ile Hıristiyan arasındaki oranı gösteriyor. Devletler bu hesabın neye dayandığını anlamak isterler. Aynı zamanda 61 inci maddede gösterilen illerdeki İslâm ve Hristiyanlar sayısının yaklaşık bir şekilde en kısa bir zamanda, kuruluş şekli sonradan tâyin edilecek bir hükümet komisyonu tarafından tesbitini gerekli görürler." (s. 293

"Islahat yapıyoruz / Biz de takip ediyoruz" diyerek birbirlerini sıkıştıran Osmanlı ve Avrupalı güçler, 1880 ve 1881 senelerini böylece geçiyorlardı.  

Ermeniler ise 1882'de Erzurum'da büyük çaplı isyan hazırlığı yapıyorlardı. Hükümetin silah depolarını tespit etmesi üzerine isyan başlatılamadı. (s. 295)

Meşhur Komiteler Kuruluyor

Hınçak'ın Logosu

Hınçak Komitesi, 1887 yılında, İsviçre'de, Avedis Nazarbeg önderliğindeki Kafkasyalı Ermeni öğrenciler tarafından kuruldu. Marx'ın prensipleri çerçevesinde kurulan bu örgüt, yapısındaki Rusya Ermenilerinin ağırlığına rağmen, hareket sahası olarak Türkiye'nin doğusunu seçti. Hınçak'ın kelime anlamı "çan, çan sesi, çıngırak" demekti. (s. 431

Merkezini daha sonra Londra'ya taşıyan örgüt amaçlarını muhafaza etti. Yani, Türkiye Ermenistan'ını bağımsız yapıp, Rusya ve İran'daki Ermenileri de kapsayacak, sosyalist bir devlet kurmak. 

1890'da Türkiye şubesini İstanbul'a açan Hınçak Komitesi, diğer illerde de teşkilatlar kurdu. (s. 439)

Kendini sosyalist-ihtilâlci olarak adlandıran Hınçak, Rus sosyalistlerini takip ederek kurulmuş bir örgüttü. Bakunin, Çerniçevski gibi isimlerden az veya çok etkilenen Hınçak'ın ismi bile Rus sosyalistlerinden esintiler taşıyordu. Hınçak, çan demekti. 19. yüzyılın ortalarında Rusya'da etkili olan ve Hertsen'in çıkardığı Kolokol'un kelime anlamı da "çan" demekti. (s. 440

Hınçak ilk siyasi programını şöyle açıklıyordu:

"Türkiye Ermenistanı halkı hakkında şu derin inancı taşırız: Kesinlikle kendilerinin ilerlemelerine engel olan zincirler kırılmalı ve burası, herhalde siyasî bağımsızlığa sahip olmalıdır. Bu gayeye varmak için de, propaganda, tahrikler, yıldırma hareketleri yapmalıdır, akıncı isyan çeteleri kurulması gereklidir." (s. 441

Londra'da basılan siyasi programlarında gayelerini şöyle özetlemişlerdi:

"Türkiye Ermenilerinin durumu, bugün Ermeniliğin en hasta yönüdür. Bütün Ermeniliğin görevi, onun hastalığını iyi etmek ve önce Türkiye’deki Ermeni toplumunun millî bağımsızlığını ve siyasî hürriyetini ele geçirdikten, durumunu saptadıktan sonra bütün Ermeniliğin işine başlamak, baskı boyunduruğu altından Rus Ermenisini, İran Ermenisini de kurtarmak ve bu üçünden, büyük federatif bir hükümet kurmaktır. Bu hükümet, bütün Ermenilere uzak gayeye doğru yol açacak, idealin gerçekleşmesine yarıyacak, sosyalizme, bütün insanlığın başvuracağı sisteme kendilerini ulaştıracaktır." (s. 441


Taşnak'ın Logosu

Balkan çetelerinden etkilenen Kafkas Ermenileri uzun zamandır çeşitli dernekler ve örgütler kuruyorlardı. Türkiye Ermenilerinin de bu akıma kapılması üzerine, tüm bu örgütleri biraraya getirecek ve tamamını ihtilalci çizgide birleştirecek bir çatı örgüt ihtiyacı hasıl oldu. Taşnaksutyun bu ihtiyacı karşılamak üzere 1890'da, Kafkasya'da, kuruldu.  

Taşnaksutyun, federasyon kelimesinin karşılığıdır. Komitenin tam ismi "Ermeni İhtilal Cemiyetleri Birliği"dir. Truşak (Bayrak) gazetesi, komitenin meşhur yayın organı olduğundan ilk zamanlar "Truşak Komitesi" olarak da biliniyordu. 

"Bir düzine silâh nakledecek çete, bir düzine programdan daha etkilidir" mottosuyla doğru düzgün bir program tespit etmeyen Taşnaksutyun'un yine de bazı temel görüşleri vardı. Bunlar sosyalizmden aşırma bir eşitlik ve milliyetçilikten araklama geniş kitleleri örgütleme fikirleriydi. Sosyalizm ve milliyetçilik birleşmelerinin çoğunda olduğu gibi, milliyetçilik baskın çıkacaktı. Taşnaksutyun'un sonraları "milliyetçi bir Ermeni örgütü" olarak tanınması da bu yüzdendir. Türkiye ve Kafkasya'daki irili ufaklı neredeyse tüm örgütleri bünyesinde toplayan Taşnaksutyun'un, Hınçak'la birleşme teklifinin başarıya ulaşmama sebebi de yine bu görüş ayrılığıydı. Hınçak sınıf esasına göre, Taşnak millet esasına göre yürüyordu. Anlaşılan bu "ışıklı yolu'' yalnız yürümeye karar verdiler. 

"Bir an evvel" harekete geçmek, isyan çıkarmak ve bu isyan neticesinde Ermenistan'ı bir Lübnan veya Bulgaristan hâline getirmek Taşnaksutyun'u birarada tutan yegâne görüştü. Bu görüşün Ermeniler arasında bir hayli alıcısı vardı. 

1892'de kağıda bir şeyler yazmanın da önemli olabileceğini idrak eden Taşnaklılar, bir program yazdılar. Daha doğrusu çevirdiler. Bu metin aslında Rus Narodniklerin programıydı. Nitekim Taşnaksutyun'un kurucularından Krisdapor Mikaelyan da eski Narodniklerdendi. (s. 446

1907 tarihli teşkilat talimatnamesine göre Taşnaksutyun iki büronun birleşiminden oluşuyordu: Doğu Bürosu ve Batı Bürosu. (s. 447)

Giresun- Harput- Diyarbakır hattını kafalarında sınır olarak tespit eden Taşnaklılar bunun doğusunda kalan yerlere "Doğu Bürosu" diyorlardı. Doğu Bürosu; isyanın, ihtilalin, kargaşanın yaşanacağı ve Ermenistan'ın kurulacağı yerdi. 

Hattın batısına ise "Batı Bürosu" unvanı veriliyordu. Bunun görevi de "bölgesinde" bulunan Ermenileri toparlamak ve propaganda faaliyetleriyle kamuoyu yaratmaktı.

Taşnaksutyun kendisini sosyalist-milliyetçi olarak tanımlasa da, içinde hemen her sınıftan insanı barındırıyordu. Mesela din adamları da komitenin üyeleri arasında bulunuyordu. (s. 449)

Yalnız sosyalizmi tutturdukları bir nokta vardı: burjuvadan destek alamamak. Ermeni zenginleri paralarını komiteyle bölüşmek istemiyorlardı. Taşnaksutyun, tıpkı Hınçaklıların yaptığı gibi, Ermeni burjuvazisinin üyelerini de öldürmeye başladı.  

"Taşnaksutyun 1892 sonbaharında Tiflis'te ilk toplantısını yaptı. Bunda Türkiye Ermenilerinden Erzurumlu, Dersimli, Muşlu ilah... birçok komiteciler de hazır bulundular. Müzakereler sırasında genel isyanlar çıkarılması, hükümet reislerine, Ermeni düşmanlarına karşı suikastlar yapılması ve suikast yapacakların diğerlerini kurtarmak için olaydan sonra kaçmayarak teslim olması teklif olundu. Uzun tartışmalardan sonra suikastların, ancak hainlere casuslara, düşman ajanlarına karşı yapılması kabul olundu ve başlıca önemli iş olarak Türkiye'ye silah sevki, Türkiye Ermenilerinin silâhlandırılmaları, kendilerine silâh eğitimi yaptırılması, özellikle gençlerin, bu arada Ermeni halkın da hazırlanması uygun görüldü.

Bu esasları kabul ve uygulayan Taşnaksutyun Komitesi — banka, Yıldız bombası gibi ünlü olaylar dışında —  Makedonya hareketlerini örnek alarak çeteleriyle Anadolu içinde müthiş kanlı hareketlerde bulundular." (s. 450

Hınçak Komitesi kendi içerisinde merkeziyetçi bir yapılanma kurarken, Taşnaksutyun ise bölgelerin bağımsız hareket etmesi usulünü takip ediyordu. (s. 451)

1890 ve Müteselsil İsyanlar

1890-96 devresinde çıkan tüm isyanlar Hınçak imzasını taşıyordu. 1896'dan sonra ise Taşnaksutyun sahneye çıkacaktı.  

"Lord Eversley, 1890 da, iyi mevki sahibi bir Ermeniye sorduğu soruya, onun: "Ermenilerin Rusya’nın tebaası olmayı arzu etmediklerini, İngiltere’nin, Padişahın tepesinde iri bir sopa tutması şartiyle, Türkiye’yi tercih ettiklerini, fakat İngiltere bunu yapmazsa Türkiye’ye Rusya’yı, hattâ şeytanı bile tercih edeceklerini söylediğini" naklediyor." (s. 425

Şeytanı tercih edemeseler de, ülkeyi cehenneme çevirmeyi başaracaklardı. Akrep yelkovanı kovalıyor, saat tek bir şeyi gösteriyordu: isyan. 

"20 Haziran 1890'da Erzurum’da ilk kanlı isyan ortaya çıktı. Kumkapı gösterisi yapıldı, komitecilerin tedhişleri başladı. 1893'de Merzifon ve Kayseri olayları çıktı.

1894'de hükümet taraftarı kabul edilen Aşıkyan’a karşı komiteciler tarafından bir suikast yapıldı. Kendisi bunun üzerine Patriklikten istifa etti. Yerine Ermeni hareketlerinde çok önemli roller oynamış olan İzmirliyan geçti.

29 Ağustos 1894'de Sasun İsyanı çıktı. Bu olaydan, Ermeniler çok fazla faydalandılar. Her tarafa hızla korkunç bir şekilde yayıldı, İslamların sırf gericilik sebebiyle günahsız Ermenileri doğradığı propagandası yapıldı. Avrupa merkezlerinde Ermeniler lehine mitingler oldu. İzmirliyan’a - bu konuda gösterdiği şiddet ve çalışma yüzünden - (Demir Patrik) ünvanı verildi.

Sasun olayları ilişkisiyle İngiltere, Rusya, Fransa, hükümete müracaatta bulundular. Elçiler, Ermeni Patrikhanesinin verdiği esaslar üzerinde çalışarak altı il, yani (Erzurum, Bitlis, Van, Sivas, Diyarbakır ve Harput) için bir ıslahat projesi ile bir memorandum hazırladılar.'' (s. 296)

Merzifon'daki Ermeni faaliyetlerinden bahseden, 1893'te Londra'ya gönderilen ve Sir A. Nicolson tarafından yazılan bir İngiliz raporunda durum şöyle özetleniyordu: 

"Bozuk ve âdil olmayan bir idarenin kötü sonuçları eşit şekilde Müslüman ve Hıristiyanlar üzerine yüklenmektedir. Halbuki Müslümanların menfaatlerini savunacak hiçbir yabancı devlet de yoktur." (s. 468)

Ama Ermenilerin vardı. 

"Muş'ta soruşturma devam ederken (1. Sasun İsyanı soruşturmasından bahsediyor-SA), yine İngiltere, Rusya ve Fransa, altı ilde İslâhat için müracaat ettiler ve devletlerle ortaklaşa, bilinen Mayıs İslâhat önergesini verdiler. Önergenin müzakere ve tartışmaları yapılırken, Hınçaklar tarafından Babı Ali olayı çıkarıldı." (s. 478

18 Eylül 1895 tarihinde "Erzurum olayı dolayısiyle çıkarılmış olan 'Erzurum Ermeni dağlarından bir ses çınladı' marşını söyleyerek Kumkapı’dan Babı Âli’ye doğru" yürüyen Ermeniler İstanbul'u ayağa kaldırıyorlardı. (s. 481)

Mayıs Projesi 

Rusya, İngiltere ve Fransa hazırladıkları memorandumu hükümete bu ortamda verdiler. Bitişiğinde Ermeni ıslahatıyla ilgili bir proje de vardı. Tarihe "Mayıs Projesi" olarak geçen bu girişim, Ermenilerin bağımsızlık hevesini tahrik etmesinin yanında, adı geçen üç devletin Ermeni meselesini işlerine geldiği gibi izlediğinin de örneğiydi. Çünkü projede önerilen maddelerden bir kısmını Osmanlı zaten yapmıştı. Bir kısmı açıkça bağımsız Ermenistan kurulmasına hizmet ettiği için yapılamazdı. Diğerleri ise yeni öneriler değildi. 

Mayıs Projesi'ni, yanlış anımsamıyorsam Keynes'in Genel Teori kitabına getirilen bir eleştiriyi çok az değiştirerek şöyle yorumlayabiliriz: Bu projede yeni ve doğru şeyler öneriliyordu. Fakat yeni olanlar doğru değil, doğru olanlar ise yeni değildi. 

Devlet güçsüz olduğu için, bu projeyi baştan reddedemedi. Yine de makul sınırlara çekmek kaydıyla, kabul etmek zorunda kaldı. 

"İngiltere elçisi, Sir Philip Currie’nin Erzurum İngiliz konsolosuna Padişahın, devletlerin teklifini kabul ettiği hakkındaki telgrafı, 'Ermenistan'ın bağımsızlığının kabulü' şeklinde anlaşıldı. Londra’dan bir İngiliz gazetesi muhabiri, Erzurum Marhasasına "Victoir Complete!" diye bir telgraf gönderdi.'' (s. 338

"23 Temmuz 1895'de siyasi sebeplerden dolayı mahkûm Ermeniler hakkında Genel Af ilân olundu.

Bu sırada eski Petersburg elçisi Şakir Paşa, İslâhatı uygulamak için tam yetki ile Genel Müfettiş tâyin edildi ve Anadolu'ya hareket etti. Durumdan Dışişleri Bakanlığı vasıtasiyle elçiler haberdar edildiler. Rusya ve daha sonra İngiltere, bu tâyini iyi karşıladılar." (s. 338

Yine Mayıs Projesi'nde dikte edilen yarısı müslüman ve diğer yarısı gayrimüslimlerden oluşan karma komisyon teşkil edildi. 

Projenin Osmanlı'nın toprak bütünlüğü ve egemenlik hakları gözetilerek uygulanması fikrinin üç devleti ikna etmesi Ermenileri kızdırdı. 

Yeniden ıslahat-isyan sarmalına girildi. 

"Her tarafta olaylar başladı. Bilhassa Zeytun, Trabzon, Erzurum, Diyarbakır, Sivas’da önemli olaylar çıkarıldı.

Zeytun isyanı, 45 gün sürdü. Âsiler bu müddet içinde silâhlarını bırakmadılar. Nihayet, Avrupa devletlerinin arabuluculuklariyle ve uzun süren müzakerelerden sonra 1896 Ocak ayında sükûn temin edilebildi." (s. 356

Zeytun

1780'den 1879'a kadar neredeyse sürekli isyan hâlinde bulunan Zeytun'da, tüm dünyanın dikkatini çekecek hareket 1895'te oldu. (s. 487-91 arasında 1895'e kadar olan isyanlar inceleniyor.)

1895'te Hınçak Komitesi'nin çıkardığı isyan, Osmanlı sınırlarını da aşarak Avrupa kamuoyunu ayağa kaldırdı. Vergi vermeme bahanesiyle harekete geçilse de, asıl amaç zaten buydu: Avrupa'nın dikkatini çekmek ve müdahale etmesini sağlamak. 

Sempad Kaprielyan şöyle diyordu: "Ermeni milleti Avrupa’yı kendisi için 'mesih' yerine koymuştur. Günden güne de Ermenistan’ı kurtarmak için bu 'kurtarıcı'ların ortaya çıkmasını beklemektedir." (s. 454

15 gün süren isyan, amacına ulaştı. Ermeni hamisi devletler temsilcileri vasıtasıyla harekete geçti. Eli kolu bağlanan Osmanlı boyun eğdi. İsyancıların neredeyse tüm isteklerini kabul eden Osmanlı için Zeytun isyanı onur kırıcı bir biçimde sona erdi. Sürekli isyan etmesi sebebiyle tüm Ermenilerin de gözünün üzerinde olduğu Zeytun, böylece diğer kardeşlerine şu mesajı veriyordu: Ben yaptım, siz de yapabilirsiniz! 

Fakat kardeşleri birleşmek yerine bölünmeyi tercih ediyorlardı. 

1897'de Hınçak ikiye bölündü: Veragazmyal Hınçak (Yeniden Doğuş Hınçak) kuruldu. Bu ideolojik veya yöntemsel bir ayrılıktan ziyade "şahsî" bir ayrılıktı. Nazarbeg'i sevmeyen ve başını Arpiar Arpiaryan'ın çektiği grup kendi örgütlenmesini oluşturdu. Bu durum Osmanlı'ya fayda sağladı. Sonuncusu 1896 Van İsyanı olmak üzere, bilhassa birkaç senedir imparatorluğun farklı noktalarında isyan çıkaran komite bölünmüş oldu. Kafkasya'da, bu sefer kat'i Rus himayesinde, yeniden güç toplayana kadar (1910'lar) Hınçaklılar tüm hınçlarını birbirlerinden aldılar. 

İsyan çıkarma sırası Taşnaksutyun'a geçti. Bu durumun farkında olan Sultan 2. Abdülhamid Hınçak'ın bölünmek üzere olduğunu ve Taşnaksutyun'un esas gücü eline alacağını tahmin ederek 1896 ortalarında Dışişleri Müsteşarı Artin Dadyan Paşa'yı görevlendirdi ve müzakere etmek istediğini belirtti. Kendisi de bir Ermeni olan Dadyan Paşa, oğlu Deyran'ı Cenevre'ye Taşnaksutyun Komitesi Merkezi'ne gönderdi. (s. 538) İsyanları durdurmaları ve bir ıslahat planı sunmaları istenen Taşnak komitecileri süreci acemice yönetti. Önce Abdülhamid'le değil hükümetle görüşmek istediklerini ilettiler, daha sonra kendi siyasi programlarını ıslahat planı diye Sultan Hamid'e gönderdiler, kısa zamanda sonuç almak istediklerini ilan etmelerine rağmen 8 ay boyunca Deyran Dadyan'ın başında olduğu heyetle görüştüler. 


Sultan 2. Abdülhamid

Sultan Hamid isyanların durulmasının da getirdiği rahatlamayla net bir sonuca varmak istediğini belirtti. Bunun üzerine Taşnaksutyun müzakereleri durdurduğunu ilan etti. (s. 539

Esasen kendisini katı ihtilalci kabul eden Taşnaksutyun'un bu kadar müzakere etmesi bile garipti. Kaçaznuni'nin "Taşnaksutyun'un Artık Yapacağı İş Yoktur" eserinde geçen şu konuşma Taşnaklıların psikolojisi üzerine bir fikir verebilir:

"Yıllarca önce Rostom’la yaptığım bir görüşmeyi hatırlıyorum. İran ihtilâli başlangıcında idi. Ben Taşnaksutyun’un İran'da yapacağı bir şey olmadığında ve bizim orada işe karışmamızın sadece bir macera olacağında israr ediyordum. Rostom birdenbire:

— Pekâlâ, Rusya’da ihtilâl boğuldu, Türkiye’de İttihatçılarla anlaştık, İrana da karışmıyalım diyorsun, o halde biz ne yapalım? dedi.

Bunu şaka şeklinde, kendisine has bir tebessümle söyledi, fakat bu şakanın altında psikolojik bir düşünce olduğunu ve ruhunun derinliklerinde gerçekten bu rahatsızlığı hissetmekte olduğunu anlarsınız." (s. 540

Rusya'da Durum

Şartlar, Rusların Ermenilere bakışını da değiştiriyordu. 

"Çar II. Alexander zamanında Kafkas Ermenileri, Türkiye Ermenilerinin bağımsızlık hareketlerini cesaretlendiriyorlardı. Türk- Rus Savaşı ve II. Alexander’in öldürülmesinden sonra Rusların Ermenilere karşı tutumu tamamiyle değişti. Oğlu tahta geçince, fikir hürriyeti yerine tamamen ters, müthiş bir tepki doğdu. Rusya’da geleneksel olan doğu hıristiyanlarının himayesi siyaseti yerine sıkı bir Rus milliyetçiliği geçti. Diğer taraftan Rusya, yakın doğudan İngilizleri çıkarmak ve müdafaasını temin etmek için Türklerle uyuşmak lüzumunu hissetti. Bu uzlaşmanın şartlarından biri de, Ermenilerden yüz çevirmek, Türkler aleyhine dönük tahriklere karşı koymak idi. Aynı siyaseti, kendi ülkesi içinde de uygulamaya girişti. Bu suretle yok etmeler, tedhişler, kilise mallarının zapt ve müsaderesi başladı, Galitzine’in siyaseti yol aldı." (s. 370

Rusların değişen siyaseti sonucunda Ermenilerin başına şunlar geliyordu: 

"1884'de Tiflis’de yayınlanan Mişak gazetesi basıldı, kapatıldı. Birçok Ermeni Sibirya’ya sürüldüler. Aynı yılda Eçmiyazin Katogikosluğuna seçilmiş olan İstanbul Patriki N. Varjabedyan’ın bu tâyini Rusya tarafından kabul edilmemiş ve kendisinin Rusya’ya girmesine izin verilmemişti.

1885 de Ermeni okulları kapatıldı. 1896 da birçok Ermeni aydınları tutuklanarak Sibirya'ya sürüldüler. Ermeni hayır cemiyetleri kapatıldı, basına sansür konuldu. 1903'de, Çar Nicolas’nın, kiliselerin mallarının zaptı hakkındaki fermanı yayınlandı." (s. 371

Taşnaksutyun Rusların bu politikasına direnme çağrısı yaptı. Kafkasya'da Ruslar ve Ermeniler arasında çatışmalar yaşandı. Neticede kazanan Ruslar oldu ve Galitzine'in siyaseti uygulandı. 

Prens Galitzine Çar'ın Kafkaslar Genel Valisiydi. Galitzine tarafından 1898'de Çar'a sunulan ünlü bir "gizli rapor" vardı. Bu rapor her nasılsa bir sene sonra ortaya çıkmıştı. (Rivayet, Çarlığın Ermeni bürokratlarından birinin bu belgeleri sızdırdığı yönündedir.) 

Adı geçen rapor Ermenilerin tüm kurumlarını ihtiva eden bir jurnal gibidir. Bu raporda "Hayır cemiyetleriyle" ilgili serdedilen bir cümle ilgi çekicidir:

"Ermeni hayır cemiyetleri, hayırdan çok siyasetle uğraşmaktadırlar." (s. 373

Avrupa'dan Görünüm 

"...1885 yıllarına doğrudur ki, ilk olarak Avrupa’da bir Ermeni hareketinden söz edildi. Fransa, İngiltere, Avusturya, Amerika’ya dağılmış olan Ermeniler, bir ortak hareket için birleştiler: Millî komiteler kuruldu, millî isteklerin elde edilmesi için Fransızca, İngilizce gazeteler çıkarıldı. Bu gazeteler, Türk idaresinin aksaklıklarını, çok ustaca yazdılar. Bu suretle Avrupa’ya Türklerin Berlin Antlaşmasının hükümlerini bozmakta olduğunu bildirdiler."

Ermeni dostu Fransız elçisi M. P. Cambon, Dışişleri Bakanı Casimir Perier'ye gönderdiği mektupta Avrupa kamuoyunda Ermeni meselesinin ortaya çıkışını böyle anlatıyordu. (s. 427

Aynı mektupta Ermenilerin içinde bulundukları 1894 senesindeki durumunu özetleyen Cambon çözüm önerilerini de tartışıyordu:

"Bu karışık vaziyete karşı ne gibi bir çözüm şekli teklif olunabilir? Bağımsız bir Ermenistan mı? Kesinlikle bu düşünülemez. Ermenistan, Bulgaristan ve Yunanistan gibi tabiî hudutlarla çevrili, birleşik bir halk kütlesiyle tarif ve sınırlanmış bir yer değildir. Ermeniler Türkiye’nin her köşesine dağılmış bulunuyorlar. Asıl Ermenistan denilen yerlerde de İslâm halkla karışmış bulunuyorlar. Buna, Ermenistan'ın Türkiye, İran ve Rusya arasında parçalanmış olduğunu da ilâve ediniz. Beklenmeyen bir savaş sonucunda, eğer Avrupa, bir Ermenistan kurulmasını teklif etmiş olsa, yeni hükümetin yerini tâyin ve tesbit hemen hemen imkânsızdır. Aynı zorluk, yarı bağımsız bir il kurulmasında da söz konusudur. Ermenistan nereden başlayıp nerede bitiyor? Kala kala İslâhat vaadi kalıyor.

Nihayetinde elçi "Ermeni sorunu için bir hal çaresi mümkün değildir" sonucuna varıyor. (s. 428) 

20. Yüzyılın Başında

1890'lar; isyanlar, ıslahat çabaları, değişen tarafların değişen politikalarıyla böylece geçildi. 20. yüzyıla girilirken; Osmanlı mülkünün başında Sultan Abdülhamid oturuyor, Abdülhamid'in istibdat rejimine karşı Avrupa'da ikinci nesil Jön-Türkler örgütleniyor, Taşnaksutyun Ermeni davasının neredeyse tek söz sahibi konumuna geliyordu.

1904'te İkinci Sasun isyanını çıkaran Taşnaksutyun; 1905'te Abdülhamid'i ortadan kaldırmak için meşhur 'Yıldız Suikastı'nı' düzenlese de amacına ulaşamıyor, aynı sene Rusya'da gerçekleşen '1905 Devrimi' oyunu hareketlendiriyordu. Suikast işinde başarısız olan Taşnaksutyun yeni bir yol haritası belirliyordu.

Rusya'da cereyan eden devrimin de etkisiyle, hareket sahasını epeyce geniş tutan Taşnaksutyun'un planı şöyleydi: Anadolu'ya silah yığılacak, Balkanlar'da komitacı yetiştirilecek (Bulgaristan, Makedonya ve Yunanistan'da) ve Kafkaslar'da da rahat durulmayacaktı. Nitekim Bakü petrollerinin peşine düşen Taşnaksutyun Azerbaycan Türklerine de saldırmaya başladı. Böylece çatışmalar Kafkaslar'a taşınmış oldu. (s. 533)

Fakat bu derece açılma Taşnaksutyun'un gücünün ötesindeydi. Akl-ı selim davranmaları ve bir müttefik bulmaları icap ediyordu. Fazla aramalarına gerek kalmadı. Avrupa'da yoğun bir biçimde Abdülhamid karşıtı faaliyet yürüten ikinci nesil Jön-Türklerle yakınlaşmaya başladılar. Karşılıklı nezaket ziyaretleri, iyi niyet dilekleri yerini kısa zamanda "birlikte çalışma" vurgusuna bıraktı. 

Öyle ki, 1907'de Genç Türklerin iki lideri Ahmed Rıza ve Prens Sabahattin'in de hazır bulunduğu bir ortak kongreye katılan Taşnaksutyun Komitesi'nden Malumyan Efendi, birlikte çalışma esaslarını Proudhon'un meşhur "Yaratıcı bir fikir, yıldırımdan kuvvetlidir" sözüyle özetliyordu. (s. 550)

Nitekim yıldırım Yıldız'ın üstüne düştü. Memlekete hürriyet geldi. Resneli Niyazi, Enver, Eyüp Sabri gibi namlı İttihadçıların yanında, Taşnaksutyun da Meşrutiyet'in yeniden ilanında pay sahipleri arasındaydı.

Öyle ki, Meclis-i Mebusan seçimlerinde birçok Taşnaksutyun mensubu İttihad ve Terakki listelerinden seçiliyordu. Ortak beyannameler, birlikte kutlamalar yapılıyordu. "Hürriyet" gelmişti ve artık eski düşmanlıklar rafa kaldırılıyordu. 

Meşhur 31 Mart Hadisesi'nde bazı İttihadçılar Taşnaksutyun binasında saklanıyorlardı. Ama bununla da yetinilmiyor, yakınlaşma, ortak bir mezarlık teşkiline kadar ilerliyordu:

"31 Mart Olayı'nın ardından İttihad Terakki ve Taşnaksutyun ortak bir karar alarak "Hürriyet Şehidi" kabul edilen Ermeniler ile Türkleri aynı mezarlığa defnetme kararı aldı ve Müslüman - Hristiyan, tüm Hürriyet Şehitleri devrin önde gelenlerinin katılımıyla Pangaltı Surp Agop Ermeni Mezarlığı'na defnedildi. Enver Bey, toplu mezarın başında yaptığı konuşmasında, "Müslümanların ve Hristiyanların yaşarlarken ve ölürlerken, hiçbir ırk ve inanç ayrımı yapılmaksızın yurtsever arkadaşlığın sembolü olarak yan yana yattıklarını" söyledi, daha sonra toplu mezarın üzerine bir de "Kardeşlik Anıtı" dikildi." (Saro Dadyan, Osmanlı'nın Gayrimüslim Tarihinden Notlar, s. 147)


Enver Paşa

Dostlukları İstanbul'un hesapçılığına dayanmıştı ama esas sınama Çukurova'nın sıcağında gerçekleşecekti. 

Adana Olayı (1909)

Ermenilerin iki müslümanı öldüren katili güvenlik güçlerine vermemesi üzerine başlayan olayda hem Türk hem de Ermeni yüzlerce insan öldürüldü. Taşnaksutyun ve İttihad Terakki'nin "ittifak" yaptıkları zamana denk geldiği için olayın üstü örtülmeye çalışıldı. Şöyle ki, Ermeniler olayların 31 Mart hadisesiyle ilgili olduğunu iddia ederken, İttihadçılar "provokasyon" diyorlardı. Neticede ölen öldü, kalan kaldı. Adana Olayı, daha sonra tekrar hatırlanmak üzere kapandı.

Adana Olayı'ndan sonra İttihad ve Terakki ile Taşnaksutyun arasında bir anlaşma yapıldı. (1909) Anlaşma "vatanın bölünmez bütünlüğü, kültürel birliktelik ve hep birlikte çalışarak ilerleme" gibi ibareleri ihtiva eden toplam beş maddeden oluşuyordu. 

Yalnızca maddeler okunduğunda Taşnaksutyun'un tam takım İttihadçı olduğu sonucuna varılabilecekken, bizi bu hükümden caydıran durumu anlaşmanın imza bölümünde buluyoruz. İmzacılar: İttihad ve Terakki Cemiyeti Genel Merkezi, Taşnaksutyun Komitesi İstanbul Sorumlu Heyeti. 

"Bu anlaşmadan anlaşılacağı gibi İttihat ve Terakki ile anlaşan Taşnaksutyun’un İstanbul sorumlu heyetidir. Taşnaksutyun teşkilâtına göre, sorumlu heyetler, bu gibi anlaşmaları ancak kendi bölgeleri adına yapabilirler. Bu anlaşmada Taşnaksutyun genel bürosunun bir kaydı, bir ilgisi yoktu. Bundan ötürü, anlaşma onu bağlamıyordu." (s. 577)

Nitekim Taşnaksutyun Genel Merkezi bu anlaşmayı ciddiye almadığını, imzalanmasından sadece bir yıl sonra ilan edecekti. 1910 tarihli Kopenhag Sosyalist Kongresi'ne bir bildiri sunan Taşnaksutyun, çalışmaları hakkında yoldaşlarını şöyle bilgilendiriyordu:

"1908 yılına kadar, komitemizin Türkiye’deki faaliyeti gizli ve yalnız geceleri yapılırdı. Gündüzleri komite üyeleri çıkamıyorlardı. Silâhlanma, eğitim daima gece oluyordu. Faaliyetimiz daima siyasî ve ihtilâlci idi. Bu faaliyet, bugün de Osmanlı hükümetinin bütün merkezlerinde devam etmektedir. Yalnız şu fark vardır ki, şimdi açıktan açığa ve gündüz yapılmaktadır. Türkiye’nin Ermeni yerleşmiş olan diğer kısımlarında da komitelerimizin tam teşkilâtlı ve tertipli büyük ihtilâlci çeteleri vardır." (s. 579)

Balkan Harbi yaklaşırken Ermeni komiteleri de rotalarını yeniden belirliyorlardı. 1912'nin Nisan ve Ağustos ayları arasında meşhur "sopalı seçim" yapılıyordu. İttihadçıların sandık başlarını ele geçirerek "rahatlıkla" kazandıkları seçim sürerken, artık ülkenin tek hakiminin İttihad ve Terakki olacağı seçiliyordu. "Alternatif" politikasını seven Taşnaksutyun, ne olur ne olmaz kaygısıyla yeni müttefikler peşindeydi. 

4-6 Mayıs 1912'de Tiflis'te biraraya gelen Taşnaksutyun üyeleri "Milli Büro" adıyla toplanarak dördüncü kongrelerini yapıyorlardı. Kongre sonunda açıklanan bildiride şu cümleler geçiyordu:

"Rus hükümetinin yüksek rütbeli memurları gizli ve özel olarak Türkiye Ermenistan'ında faaliyetimiz için yeni yönler gösteriyorlar." (s. 418)

Evet, ibre yeniden Rusları gösteriyordu. Tam bu sırada Türk tarihinin en büyük kepazeliği yaşanmak üzereydi: Balkan Harbi

İmparatorluğun mutlak yenilgisiyle sonuçlanan bu harbin ardından "eski dostlar" düşman olmaya karar veriyorlardı. 

1908'de Berlin Antlaşması'nın 61. maddesinin uygulanması ısrarından vazgeçen Taşnaksutyun, Balkan Harbi'nin Osmanlı'yı zora sokması yüzünden, unuttuklarını hatırlamaya başlıyor ve Berlin Antlaşması'nın 61. maddesine göre ıslahat talep ediyordu. (s. 579) 

Taşnaksutyun ıslahat kartını açarken, Bogos Nubar tüm tuşlara basıyordu. 


Bogos Nubar Paşa

Nubar'ın Bombardımanı

Balkan Harbi'nden sonra kendi topraklarında mülteci hâline gelen Türk ve Müslümanların Anadolu'ya yerleştirilmesinden başka bir çıkar yol yoktu. Bogos Nubar ise buna karşı çıkan Ermenilerin sözcüsü konumundaydı. "Milli Ermeni Temsilciler Heyeti Reisi" imzasıyla 5 Mayıs 1913'te bir "nota" yayınlayan Nubar şöyle diyordu:

"Her ne zaman Hıristiyanlar arasında göçmenler barındırılmışsa, bundan bir felâket çıktığını, geçmişteki tecrübeler bize ispat ediyor. 1874 - 1875'de Kafkasya'dan göç eden Çerkes göçmenleri, Tuna illerine yerleştirilmişlerdi. Bundan o kadar karışıklıklar çıktı ki, sonunda Rus - Türk savaşı patlak verdi ve bu hareket Türklerin Tuna illerini kaybetmelerine sebep oldu.

1878'de Bosna - Hersek’in Avusturya tarafından alınması üzerine, Bosna göçmenleri Makedonya’ya yerleştirildiler. Orada dinî ve dahilî çarpışmaların çıkması için bir kaç ay yetti. Sonuç, şimdiki Türk - Balkan savaşı ve Türkiye’nin bütün Avrupa illerini kaybetmesi oldu." (s. 409

Nubar aynı yıl yayınladığı bir başka bildiride "Avrupa kontrolü olmadan Türkiye'de ıslahat yapılamayacağını" savunuyordu. (s. 410)

Nubar 1913 tarihli bir başka notasında Avrupa'ya, Türkiye'ye malî baskı yapmayı teklif ediyordu:

"Eminiz ki, İslâhat sorunu olumlu bir şekil almadıkça devletler, her türlü malî yardımı reddedecekleri hakkındaki sarsılmaz kararlarını gösterirlerse borç almaktan vazgeçemiyecek olan Babı Âli, devletlerin anlaşmış bulundukları esas dairesinde İslâhatı kabulde gecikmeyecektir." (s. 414)

Bu arada ne Sultan'a ne de İttihadçılara Taşnaksutyun kadar yakın durmayan Hınçak Komitesi, Balkan Harbi'nin bitişinden kısa süre sonra Köstence'de bir kongre yapıyordu. Hınçak Komitesi'nin 7. Kongre'sinde alınan en önemli karar ise "açıktan açığa Türkiye'ye düşmanlık" yapmaktı. (s. 580)

Birinci Dünya Savaşı'nın seslerinin duyulduğu 1914'ün Haziran'ında ise Taşnaksutyun Komitesi kongresini düzenliyordu. Komitenin 8. Kongresi'ni müjdeleyen toplantı Erzurum'da yapılıyordu. Bu kongrede Taşnaksutyun "Ermenilere iyi davranmadığı" için İttihad Terakki'ye muhalefetini açıklıyordu. 

Hâlbuki daha birkaç ay evvel "Osmanlı'ya sadık kalacaklarına" dair bir görüşme yapılmıştı. Bu görüşmede yalnızca Taşnaksutyun değil, Hınçak, Veragazmyal Hınçak ve Ramgavar temsilcileri de bulunuyordu. (s. 581)

Bir taraftan bağlılık, diğer taraftan muhalefet, bir taraftan sadakat öbür taraftan çetecilik... Şimdi hepsi kol kola giriyorlardı. Neden? Bunun cevabını Rusya'nın Kafkaslar Genel Valisi'nin siyaseti verecektir. 

Rusya'nın Stratejisi

Balkan Harbi'nin başından itibaren Ermeni tedhişçiler iki merkezde toplanıyorlardı: İstanbul ve Tiflis. İstanbul, Osmanlı İmparatorluğu'nun başkentiydi. Tiflis ise Çar'ın Kafkaslar Genel Valisi'ne ev sahipliği yapıyordu. 

Rusya'nın Ermeni siyaseti birkaç yıl evvel tekrar değişmişti. Osmanlı'da yeniden ilan edilen Meşruiyet bunda en önemli etkendi. Rusların düşüncesine göre, Osmanlı meşrutiyet ilan ederek Avrupa'da mutlak monarşiye sahip tek devlet olarak Rusları bırakıyordu. Bu da Avrupa'nın güçlü devletlerinin Rusya'nın iç işlerine müdahalesini davet edecekti. Ruslar Osmanlı'ya kızdılar. Yeniden Ermeni kartını açtılar. 

(Troçki'nin Türkiye'de yeniden ilan edilen meşrutiyetle ilgili makalesi: Yeni Türkiye. Rus devrimcilerinin önde gelenlerinin Türk Devrimiyle bu derece yakından ilgilenmesinin nedeni 1905'in nostaljik hatıraları değil, gelecek devrimin ön hazırlıklarıydı. Nitekim, Çar'ın korktuğu 1917'de başına gelecekti. Troçki'nin daha evvel paylaştığım makalesi o dönemin Türkiyesi hakkında kayda değer bir gözlemdir.) 

Politika yine Çar'ın Kafkaslar Genel Valisi eliyle yürütülecekti. Bu seferki vali Voronzof - Daşkof idi. 

Balkan Harbi'nin de etkisiyle iyice hareketlenen Ermeni tedhişçileri daha rahat kullanmak isteyen Voronzof - Daşkof, Katogikos Beşinci Keork'u, Rus Çar'ından destek istemesi için teşvik etti. "Bunun üzerine Katogikos Beşinci Keork, Doğu hıristiyanlarının eski dostundan, Türkiye Ermenistanı'nı ve Ermenilerini himayesi altına almasını İsa adına istedi." (s. 377)

Çar Nicolas, bu teklifi memnuniyetle kabul edecekti. (1912)

Beşinci Keork Sürenyan hakkında tarihçi Leo şöyle yazacaktı: 

"Bu teşebbüs tamamen beklenmiyen, umulmayan bir atılımdı. Sürenyan Katogikos, o zamana kadar, asla papas kıyafetli diplomatlar arasında tanınmıyordu. Kendisi siyaset ve fikir bakımından renksiz, ilgisiz bir din adamı, basit bir şahsiyet (ölü gömücü) diye tarif edilen tiplerden biriydi. Şimdi Eçmiyazin kürsüsüne geçince bu zat, üzerine o kadar büyük bir siyasî rol almış bulunuyordu ki, önceki din reisleri, bu kadar büyük, korkunç ve ağır bir sorumluluk üstlenmemişlerdi. Bu hareket, tamamen kendisinin fikir gücünün, kudret ve yeteneğinin çok üstündeydi. Az zamanda bütün Ermeni milletinin dikkatini çekti. Siyasî, büyük bir müteşebbis vaziyetine girdi. Manastırının eski odasında oturmuş, temsilcileri vasıtasiyle Avrupa devletleriyle müzakerelerde bulunuyor, projeler inceliyordu. Bir zaman geldi ki, teşebbüsünde başarılı olarak Türkiye Ermenilerinin kurtarıcısı sayıldı." (s. 378

Bu kurtarıcılık hikâyesinin çok uzun sürmediğini zaman gösterecekti. 

Gerçekte olan ise Rusya'nın Osmanlı siyasetinin bir unsuru olarak Ermenileri kullanmasından ibaretti. 

Son Islahat 

Mayıs Projesinin uygulanmaması üzerine "İstanbul Rus Elçiliği Baş Tercümanı A. Mandelstam" tarafından 1913 senesinde yeni bir ıslahat planı hazırlandı. (s. 390) Bu plan, ruhunu Mayıs Projesinden alıyordu. Tek fark Ermeni bağımsızlığını daha hızlı yoldan temin etmek için hazırlanmıştı. 

Ruslar bu projeyi doğrudan Osmanlı'ya vermeden önce Avrupalıları da peşlerine takmayı uygun buldular. Böylece 20 Haziran 1913 tarihinde Yeniköy'deki Avusturya - Macaristan büyükelçiliğinde bir ıslahat komisyonu kuruldu. Komisyonun üyeleri altı devletin temsilcilerinden oluşuyordu. Bunlar; İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya, Avusturya-Macaristan ve Almanya'ydı. İmparatorluğun başkentinde kurulan bu komisyonda Osmanlı bulunmuyordu. 

"1913 yılında Rusya'nın teşebbüsü ile altı büyük hükümetin, yani Avusturya, İngiltere, Almanya, İtalya, Fransa ve Rusyanın temsilcilerinden kurulu ve Ermeni İslâhatı sorunu için uluslararası özel bir komisyon toplanmıştı. Rusya tarafından düşünülmüş, arzu edilen düzenlemeler arasında şunlar vardı: 6 ilden (Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Harput, Sivas) oluşan ve Hıristiyan ve öncelikle Avrupalı ve beş yıl süreyle, Padişahın isteği ile tâyin edilmiş bir genel valinin yönetimi altında bir Ermenistan bölgesi kurmak, genel valinin mahallî hükümetin başkanı olması ve seçimle bir idare meclisi kurmak. Bundan başka aynı miktarda Hıristiyan ve Müslüman üyelerden meydana gelecek olan ve 5 yıl süreyle özel, bölgesel bir idare kurulacaktı.

Rus programında, Avrupalı subaylar kumandasında bir jandarma kuvveti teşkili de vardı. Türkiye de, kendi yönünden, merkezî hükümetlerce destek görerek bütün Türkiye Asya’sının 6 bölgeye bölünmesini ve bunlardan dördüne Türk genel müfettişleri tâyini ile, bunların emrine de 2’şer Avrupalı yardımcı verilmesi şeklinde ayrı bir projeyi ileri sürdü. Uzun müzakerelerden sonra, 8 Şubat 1914'de Türkiye ile Rusya arasında bir protokol imzalandı. Bu protokol sonucunda, Türkiye’nin doğu bölgesinde iki genel valilik kurulması ve bunlara Avrupalıların tâyini kabul edildi. Yine Türkiye hükümeti arazi ve köylüler hakkında idari ve adli İslâhat yapmayı vadetti ve Rusya da isteklerinin önemli bir kısmından vazgeçti." (s. 639)

Bir taraftan bu ıslahat çabaları sürerken, diğer taraftan Taşnaksutyun Ermenileri silahlandırıyordu. Taşnaklara silah veren el ise gayet tanıdıktı: Islahat planının mimarı Rusya. 

1913 Ekim'inden beri Kafkaslar Genel Valisi Voronzof - Daşkof'la görüşen Katagikos, bu ilişkilerini sürdürüyordu. Derken, 2 Eylül 1914'te Genel Vali'den gayet somut talepler içeren bir mektup aldı. Katogikos'un Türkiye Ermenilerinin savunulmasıyla ilgili talebini Bakanlar Kurulu'na ilettiğini müjdeleyen vali, Türkiye'nin "gerekli ıslahatları yapmayacağını" söyleyerek, Rusya'nın "bu işi" üstüne almaya hevesli olduğunu belirtiyordu.

"Bununla beraber, gerek bizim Ermenilerin ve gerek hududun öte tarafındakilerinin hareketlerinin bu sırada benim talimatıma uygun olmasını istemeyi gerekli görürüm." demeyi de ihmal etmiyordu. (s. 585

1914'te Rus Çarı Tiflis'e geldiğinde onu karşılayan ve "Şevketlim" hitabıyla Çar'a seslenen Katogikos mektuptan memnun oluyordu. Bu arada Tiflis'te Çar'dan "minik" bir isteği de olmuştu. Şöyle:

"Türkiye Ermenilerinin kurtuluşu, kendilerini kesinlikle Türk hâkimiyetinden ayırarak bağımsız bir Ermenistan kurulmasından ve bunları da Büyük Rusya'nın kudretli himayesine vermekten başka bir suretle mümkün değildir. Türkiye Ermenilerinde bağımsızlık düşüncesi o kadar olgun bir haldedir ki, bütün milleti canlandıran, yaşatan yalnız bu fikirdir." (s. 586

Savaş

"1914 Ekiminde, Çar, Osmanlı Devletine savaş açtı ve Rus ordusuna, Türk hudutlarını geçmeleri emrini verdi. Aynı tarihte Taşnaksutyun da, Türkiye’ye savaş ilân ediyordu." (s. 593)

Taşnaksutyun Komitesi Horizon gazetesi vasıtasıyla savaştaki tavrını şu şekilde açıklıyordu:

"Bugün artık "Türkiye Ermenileri şehitleri" adını taşıyan o kanlı tarihe son vermek zamanı gelmiştir. Bu şartlar içinde Ermeni de artık kendi önemli yerine sahip olacak ve kendi gücüyle, topraklarında yapılacak savaşlara yardım edecektir.

Bu durumda Ermeniler, tutacakları yolu tâyine ve iki taraftan birisiyle birleşmeye mecburdurlar. Ermenilik, tereddütsüz, en hafif bir sapma bile göstermeden yardımını Üçlü Anlaşma kuvvetlerine yapıyor. Bütün kudretini Rusya'nın emirlerine veriyor.

Ermeniliğin bunu yapması, yalnız Türkiye Ermenilerinin haklı dâvalarının üç devletle birleşerek halledileceğine ve bu dâvanın çözümü için Rusya'nın başa geçmiş olmasından değil, aynı zamanda bu Genel Savaşta hak ve adaletin, o devletlerin tarafında bulunmasındandır.

Ermeniler, aldıkları vaziyetin sebeplerini yakından ve derinden biliyorlar ve buna göre de kuvvetlerini düzenliyorlar.

Tarih içinde Ermenilik, her zaman son derecede uyanık bulunmuş ve çok zaman bu ihtiyatı, korkaklık ve esirlik ile nitelendirilmiştir. Bugün artık çekinilecek gün değildir. Ermeni de açık alınla meydana çıkıyor. Rus ordularında çalışan Ermenilerden başka savaş alanına, teşkil ettiği gönüllü alaylarını çıkarıyor. Bunlar, Rus askerleriyle birlikte çarpışacaklar ve onlara küçük kuvvetleriyle yardım ederek, İtilâf devletlerinin zaferini temin edeceklerdir." (s. 594

Savaşın başlamasıyla Ermenilerin harekete geçmesi bir oldu. 

"İlk isyan yine Zeytun'dan çıktı. Buradaki Ermeniler, seferberliğin ilânı üzerine 17 Ağustos 1330 (1914) de askeri hizmete karşılık kumandan ve subayları kendileri tarafından tâyin edilmek üzere ayrı bir Ermeni alayı kurmak istediler. Bu istekleri kabul edilmedi. Ermeniler, Zeytun merkezinde kendi aralarında toplanarak seferberliğe katılmamaya karar verdiler ve silâhlariyle dağlara çıktılar. Maraş kışlasına getirilen Ermeni erler de silâhlariyle kaçarak, çeteler kurdular. Çevreye, özellikle askere, jandarmaya hücumlara başladılar. Terhis edilmiş olan yüz kadar askeri soydular, öldürdüler. İsyan bütün şiddetiyle devam etti.

Maraş’la telgraf bağlantısını kestiler. Askerin kışlasına, hükümet konağına saldırıldı. Takye manastırında Maraş jandarma kumandanını ve 25 eri öldürdüler, İslamların köylerini yaktılar ve birçoğunu öldürdüler.

Hınçaklılar, Kayseri’yi bomba imâl yeri, silâh deposu haline getirmişlerdi.

Erzurum ve Bayezit Ermenileri, daha seferberliğin ilk günlerinde silâhlariyle, silâh altına alınan Ermeni erleri de silâh ve cephaneleriyle Rusya’ya kaçarak gönüllü alaylarına, çetelere katılmışlardı.

Van ve Bitlis, çoktan beri bu harekete hazır bulunuyorlardı. Van milletvekili Papasyan ve Muş eşkiyasından Rupen, derhal bu hareketlerin başına geçtiler." (s. 607

"Van’ın terkinden sonra, orada toplanan silâhlı Ermeni asker kaçakları 10.000 kadardı. Van'da isyan başlayınca, bunun yansıması hemen Bitlis'te de hissedildi. Âsilerle yapılan çarpışmalarda birçok asker ve jandarma, gönüllü öldü.

Van Ermenileri, Rusların hududu geçmeleri üzerine açıkça, su götürmez surette isyan ettiler. O zamanki durumdan istifade ederek Van’ı ele geçirdiler.

Sivas, orduyu arkadan vurmak için en uygun yer olarak hazırlanmıştı. Harekete geçmek için Rus ordusunun yaklaşması bekleniyordu. Vaktinden önce çıkarılan isyan, bu niyeti meydana çıkardı. Hemen hemen hiçbir ilde, açık - kapalı Ermeni hareketleri eksik olmuyordu." (s. 608)

Yani daha savaşın başında, sürgün meselesi meydanda yokken, Ermeni örgütleri Türkiye'ye savaş ilan ediyor ve Rusya'nın safına geçiyordu. Doğu Anadolu'daki Rus-Ermeni ittifakını "1915'den sonrasına" tarihlemek; kendi idealleri uğrunda Rus saflarında bozgunculuk yapan ve zaferi maalesef buralarda arayan Ermenilere hakarettir. Geçmişin kanayan yaralarına, tozlu sayfalarına girmeyelim talebini "suçluluk psikolojisine" yoran hesaplaşma sevdalıları, nasıl olsa öldüler diyerek bozguncu Ermenilerin adına ve onların hiç de istemeyeceği bir tonda konuşuyor. Tutarlılık ve hesaplaşma diyorlar, değil mi? Öyleyse buyursunlar. Onlara başlanacak muhteşem bir nokta: Kendi çarpıtmalarıyla hesaplaşabilirler. 

Dokuz ay boyunca devam eden bu bozgunculuk faaliyetleri karşısında Osmanlı yerel ve geçici çözümler bulabiliyordu. Durum can sıkıcıydı. İsyanların daha da genişlemesi cephenin çökmesi anlamına gelecekti. Talat Paşa, 24 Nisan tarihli meşhur belgeyi tam da bu zamanda hazırlıyordu. Bunu Tehcir Kanunu takip edecekti. 

Tehcir 

Kendisi de üst düzey bir güvenlik bürokratı olan Esat Uras Tehcir kararını şöyle değerlendiriyor:

"Kendi kendine anlaşılır ki, harekât alanının gerisinde 10.000 lerce kütleden ibaret insanlar isyan çıkarırlarsa ve hükümetin aleyhine olarak ayaklanırlarsa, büylece hükümetin varlığı, ölüm - kalım meselesi söz konusu olur. O zaman hükümet, kudretini kullanmaya mecbur olur ve hükümet adamları, isyanı bastırmak, kendilerini, memleketi korumak için gereken tedbirleri alırlar. Bu tedbirler, memleketin ve genel durumun gerektirdiği tedbirlerdir. Tabiî şunu da unutmamalıdır ki, hükümet, milletin savunmasına ilişkin bu kadar önemli bir işte aşağıdaki prensibi uygulamalıdır:

'Gaye, vasıtayı haklı kılar.' (s. 605)

Leo tehcir sürecini Ermenilerin gözünden anlatıyor: "Ermeni milleti için Almanya, Rusya, İngiltere, Fransa aynı değil miydi? Fakat onu idare eden siyasî fırtına, şeref, yer, istifade, kazanç arıyordu. İşte sonucu : Geçmişte samimi olanlar, savaş için ortaya çıkıyorlar. Birisinin elinde kendi ifadesine göre — yazık ki âsî olarak — (silâhsız Ermeni milleti), diğerinin elinde de müthiş Turan yatağanı ve komitenin çıkarları için bir milyon insan ölüyordu." (s. 616

Yine Leo: "Şimdi durum açıktır. Bir tarafta kendi halinde Türk milleti, diğer yanda da sakin Ermeni milleti var. Bütün dünya kan ve yangın içinde kalıyor. Bu, İttihat ve Terakki ile Taşnaksutyun arasında çıkan, komite hesaplariyle vahşice ve merhametsizce yapılmış bir savaştı. Taşnaksutyun, Rus süngülerine dayanan mahallî ve bölgesel olmayan isyanlar çıkarıyor. İttihat ve Terakki de, isyanların savaş alanında olmasından istifade ederek, devletin kendi varlığını savunması hakkını kullanıyor. Bu öyle bir haktır ki, en medenî bir devlet bile bundan vazgeçemez..." (s. 618)

Ermeni Kongresi İkinci Reisi Çalkuşyan, 24 Mayıs 1916 tarihinde, Petersburg'da yaptığı konuşmada durumu şöyle özetliyordu:

"Ermeniler, çan sesleri ile Rusları karşıladılar. Papaslar muhteşem elbiselerini giydiler. Bu savaşta da Ermeni milleti tamamen Rusların yanında bulundu. Türk savaşından önce, Türklerle Ermeni reisleri arasında özel görüşmeler yapıldı. Bu görüşmelerde, Türkler, Ermenileri kendi taraflarına çekmek istediler. Bu tekliflerini, Ermeni milleti nefretle geri çevirdi. Savaş geldi ve bir gönüllü hareketi başladı. Bütün Ermenistan'dan (Doğu Anadolu) dan, Mısır’dan (yani Türkiye’ye bağlı bir parçadan), Romanya’dan - Rus tabiiyetindekiler dışında - hepsi Türk tabiiyetinde, olan ve Anadolu'yu çok iyi bilen (çünkü kendi memleketleridir) gönüllüler toplandı ve Rus hükümetine büyük hizmetler gördüler. Benzeri görülmemiş bir katliâm başladı ve İspanyolların dediği gibi bize "yaralarımızın ağızlariyle ağlamak" düştü." (s. 595)

Bu arada Ermenilerin "Rus sevgisinin" de platonik olduğunu belirtmemiz gerekiyor. 

1916'nın başında Erzurum'u işgal eden Rus ordusu, Başkumandanlık adına yayınlanan, şu emri paylaşmakta beis görmüyordu:

"Ermeniler Erzurum'da yerleşme hakkına sahip değildirler." (s. 603)

Boryan vaziyeti anlatırken ironi yapmaktan kendini alamıyordu: "Ermenistan’a nasıl bağımsızlık verilir ki, oraları Rusya'yı; İran’a, Fırat’a, Dicle'ye indirir, Küçükasya’ya hâkim kılar; Trabzon, Erzurum ise bu yolların üstünde bulunur, bu yerler, bu bölgeler, Rus burjuvazisine Ermenilerden daha da gereklidir, değerlidir." (s. 604)

Taşnaksutyun'un Ruslarla işbirliğine dair en çarpıcı bölümlerden birisi şudur:

"1915 Şubat’ında Tiflis’te toplanan nasyonalist Ermeni millî kongresinde Taşnaksutyun örgütünün temsilcisi, millî büroya ait olarak sunduğu raporda şöyle yazıyordu: 'Bilindiği üzere, Rus hükümeti savaşın başında Türk Ermenilerini silâhlandırmak, hazırlamak ve hattâ Türkiye Ermenistanı içerisinde isyan tertip ettirmek için, ilk olarak 242.900 ruble vermiştir. Gönüllü birliklerimizin, Türk zinciri arasından geçerek oradaki ihtilâlcilere katılması ve mümkünse, Türk ordusunun cephe gerisinde bir anarşi çıkartarak bu suretle Rus ordusunun Türkiye Ermenistanı'nı işgalini temin etmesi ve ileri hareketlerini kolaylaştırması gereklidir..." (s. 604)

Halbuki Taşnaksutyun savaştan önce Türkiye'yle ilgili görüşlerini şöyle açıklamıştı: "Ermeniler, Rus yayılmasına karşı bir dayanak noktası bulabilmek için, Türkiye aslında var olmasa bile, bir Türkiye yaratmaya mecbur olurlardı." (s. 605)

Bu cümle bana çok ilginç geldi. Biliyorsunuz; "Tanrı'yı öldüren" Nietzsche, tarihin uzun bir bölümü için "eğer olmasaydı da bir Tanrı yaratmak gerektiği"nden bahsediyordu. Eric Hoffer ise bu tabiri alıp, kitle hareketleri için, "olmasa da bir şeytan yaratmanın" gerekliliğinden söz ediyordu. ("Tanrısız hareket olur, şeytansız hareket olmaz.") 

"Olmasa da Türkiye yaratmak" Ermenileri Ruslardan koruyacak bir engel olarak değil, aksine onları Ruslarla çalışacak bir müttefik yapmak için gerekliydi. Neyse ki halihazırda bir Türkiye vardı da, yenisini "yaratmakla" vakit kaybetmediler. 

Rusların Van Gölü'nün kuzeyini işgal etmelerine kadar süren Rus-Ermeni dostluğu, burada bitti. Rusların Ermenilere ihtiyaçları kalmamıştı. Yaptıkları için teşekkür etmeyi de düşünmüyorlardı. Peki ne düşünüyorlardı? Ermenilerin "tarihî Ermenistan" dediği bölgeye Don Kazaklarını yerleştirmeyi! 

Ermeniler bu duruma nasıl tepki vereceklerini bilemez durumdaydılar. Katogikos'u aracı yaptılar. Katogikos'un Ermenilerin taleplerini iletmesi üzerine olaylar şöyle gelişti:

"Voronzoff - Daşkoff’dan sonra Kafkas genel valisi olan Grandük Nicolas Nikolayeviç, Katogikosu Tiflis’e çağırdığı zaman kendisine, şöyle sert bir uyarı yaptı: "Rusya’da, Yakutlar meselesi olmadığı gibi, bir Ermeni sorunu da yoktur." Katogikos; buna karşılık, "Fakat, Türkiye’de bir Ermeni sorunu vardır." şeklinde cevap verdi. Kaçak Ermenilerin Rusların işgal ettikleri yerlerine dönerek yerleşmelerine, tarlalarını ekmelerine bile izin verilmedi. Kalanları da kaçırtmak için birçok baskılar yapıldı. Bu suretle Rusya'nın 'Ermenisiz Ermenistan' siyaseti bir kere daha uygulandı. Hâlâ bağımsız Ermenistan için Rusya’dan yardım bekleyen Ermeniler, bütün tarihlerinde olduğu gibi, bir defa daha Rusya'nın gayelerine âlet edilmiş oldular. Terkettikleri yerlere bile dönerek yerleşmekten yoksun kaldılar." (s. 633

Kaçaznuni bu süreci Taşnaksutyun'un gözünden anlatıyordu:

"Ermeni gönüllüleri, Türk Ermenilerini kurtarmak için acele ediyorlardı. Zaten kendilerinin bütün gayeleri de bu idi. Halbuki Rus ordusu başka amaçla hareket ediyordu. Biz siyasî bir komite idik. Ruslar için o kadar değersizdik ki, gerekirse bizim ölülerimize basarak yürürlerdi. Ruslar yürüyünce bizim için, kaçınca bizi kırdırmamak için diyorduk ve işin içyüzünü anlıyamıyorduk." (s. 634)

Devrimden Sonra

1917'de Rusya'da meşhur devrim gerçekleşti. Çar indirildi, Bolşevikler ve Menşevikler arasında bir iktidar mücadelesi başladı. Çabucak örgütlenen taraflar, birisi Kızıl ötekisi Beyaz adını taşıyan iki ordu teşkil ettiler ve çatışmaya başladılar.

1917 Devrimi'yle birlikte zaten karışık olan işler arapsaçına döndü.

Rusya'da Bolşevik - Menşevik kapışması yaşanırken - cepheye yakın olduğundan - birbirlerini rahatça öldüremedikleri Kafkasya'da ise iki tarafın da yer aldığı bir hükümet kuruluyordu.  Sonra kurduklarını bir daha yıkıyorlar ve nihayetinde Kafkas Komiseryat'ı isimli bir başka hükümet kuruyorlardı. 11 bakandan oluşan bu heyette Gürcüler ağırlığı teşkil etmekle beraber; Ruslar, Azerbaycan Türkleri ve Ermeniler de bulunuyordu. 

Bu hükümet de, tıpkı diğerleri gibi, barış vaad ediyordu. Osmanlı'yla barış müzakerelerine başlayacaktı. Fakat Ermeni komiteleri boşluktan istifade ederek, Rusların işgalinde bulunan 6 vilayete yerleşmişlerdi. (s. 645) 

Yılların hayali gerçek mi oluyordu?

Cevap çok kısa ve netti: Hayır. Çünkü Osmanlı bu toprakları bırakmamak için yürüyor, Ermeniler de çekiliyordu. Hiçbir direniş göstermeden! 

Lafın burasını fazla uzatmak istemiyorum. Tafsilatlı bilgi isteyenler Kazım Karabekir Paşa'nın "Erzurum ve Erzincan'ın Kurtuluşu" isimli eserini okuyabilirler çünkü tam da bu dönemi anlatıyor. 

Ermeniler "kızıl elmalarını" birer birer yitirirken Kafkas Komiseryat'ı da dağılıyordu. Gürcüler bağımsızlık için hazır olduklarını düşünerek hükümetten ayrıldılar. (26 Mayıs 1918) Geriye birbirlerini öldüren Türkler ve Ermeniler, bir de ne yapacağını bilmeyen Ruslar kaldı. Bir müddet şaşkınca bakıştıktan sonra: "Gürcü'nün varsa bizim de olur" motivasyonuyla iki yeni devlet ortaya çıktı: Azerbaycan ve Ermenistan. Her ikisi de 28 Mayıs tarihinde bağımsızlıklarını ilan ettiler. 

Savaşın Sonunda

1918'de Osmanlı savaşı kaybetti. Şimdi içeride hesaplaşma zamanıydı. İttihadçı avı başladı. İçinde İttihadçılara yakın isimler var diye Ahmed İzzet Paşa kabinesi düşürüldü. Sadaret mührünün peşine düşenlerden birisi de Damad Ferid'di. 'İçeride makama oturmak için devletini dışarıya şikayet etmek' olarak tarif edebileceğimiz tutumun en başarılı örneklerinden birisi olan Damad Ferid, Âyan Meclisi'nde (Senato) şöyle haykırıyordu:

"... mecliste, önceki hükümet hakkında yanlış bir düşünce doğmasın, deniliyor. Halbuki o hükümet üyeleri büyük bir kitap tertip ve yayınladılar. Hattâ bu kitabı, senatör ve milletvekillerine de dağıttılar. O kitapta sebep oldukları facia ve zulümler hakkında gösterilen gerekçede, "Eğer biz bir milyon Ermeniyi evlerinden, köylerinden çıkarıp atmış isek, Bağdat yollarında bunların kemiklerini kurtlar - kuşlar yedi ise de; onlar da bizim ordumuzun ikmal yollarını kesecekler, askerlerimizin arkasını saracaklar, devletin varlığını tehlikeye koyacaklardı" deniliyor. İşte, meydana gelen facia ve zulümlere karşılık ileri sürdükleri gerekçe ve boş iddialar.

Bunları ne insanlık, ne uygarlık, ne de İslâmiyet kabul eder." (Senato tutanağı, on birinci toplantı, 21 Teşrinisani 1334) (s. 658)

Damad Ferid yakında kavuşacağı koltuğunun hesabını yaparken, Bogos Nubar daha büyük oynuyordu. 

"Bogos Nubar, 30 Kasım 1918 de bütün İtilâf devletleriyle ortaklarına 'Ermenistan’ın tam bağımsızlığına ve bu bağımsızlığın, devletlerin, Amerika’nın, Mîlletler Cemiyeti’nin himayesine verilmesi' hakkında şu şekilde müracaatta bulunmuştu:

"Millî Ermeni heyeti adına, yüksek şahsınıza aşağıdaki bildiriyi arz etmekle şeref duyarım:

Ermeniler, savaşın başından beri, tarafınızdan da bilindiği üzere, savaşmışlardır. Çünkü kendileri, İtilâf hükümetlerine karşı olan sarsılmaz bağlılıkları sebebiyle, ağır fedakârlıklar ve devamlı ıstıraplara uğrayarak bütün cephelerde İtilâf devletlerinin yanında savaşmışlardır.

Fransa’da ilk günlerden itibaren 'Legion Etrangeres'e girmiş olan gönüllüleri ile, Fransa bayrağı altında zaferler kazanmışlardır. Tiflis ve Suriye’de hattâ Fransız Cumhuriyet hükümetinin isteğiyle, millî temsilciler heyeti tarafından kaydedilmiş olan Ermeni gönüllüleri, Fransız kuvvetinin yarısını teşkil etmişler, emirlerinde bulundukları Fransız âmirlerinin de resmen bildirmiş oldukları gibi, General Allenby’nin zaferlerinin kazanılmasında büyük gayretler göstermişlerdir.

Kafkasya’da Rus İmparatorluğu ordusunda bulunan 150.000 Ermeni hariç olmak üzere 40.000 gönüllü, Antranik ve Nazarbegof kumandasında olarak Ermeni illerinin kurtarılmasına katılmışlar ve BoIşevikliğin ilânından sonra barışın imzasına kadar Türk ordusuna savunmada bulunmuşlardır." (s. 662)

Tehcir Tartışmaları

Sevr'in ısınma turları atılırken Ermeni kuruluşları da aktif biçimde çalışıyorlardı. 12 Şubat 1919 tarihini taşıyan ve Barış Konferansı'na sunulan Ermeni muhtırasında tehcire de değiniliyordu. "Diri ve ölü bütün Ermenilerin sesi dinlenmelidir" başlıklı bölümde şunlar yazıyordu:

"(...) doğurganlık yönünden bu otuz yıl zarfında Türkler tarafından yok edilmiş olan Ermenilerin toplamı 100.000 i gösterilen şiddet ve baskı sonucu göçe zorlanmış olmak üzere, gerçekte bir milyondur. Bu savaş sırasında bir milyondan fazla Ermeni ölmüştür. O halde devletlerin parlak bir surette Ermenilerin güvenliğini garanti ettikleri Berlin Antlaşmasından beri iki milyondan fazla Ermeni, Türkler tarafından öldürülmüşlerdir." (s. 666)

Fakat savaştan önce hazırlanan Nüfus Genel Müdürlüğü'nün şu istatistiği bu iddiayı doğrulamıyor. (s. 667) 

 


Ayrıca kitabın 669. sayfasında yer verilen Fransızların Sarı Kitabındaki istatistik de Ermeni iddialarını doğrulamıyor.


Osmanlı, 12 Şubat'ta hayli teferruatlı bir muhtırayla cevap verdi. İddia rakamlarla yalanlanırken, Ermenilerin "1 milyon müslümanı şehid ettikleri" bilgisi de veriliyordu. (s. 673) 

Leo bu dönemde Ermenilerin kazançlarını şöyle kağıda döküyordu: 

"28 Mayıs 1919 da, Erivan'da Ermeni cumhuriyetinin ilk yıldönümü kutlanıyordu. Denizden denize kadar geniş bir Ermenistan vardı. Fakat yalnız kâğıt üstünde bütün Türkiye Ermenistanı Kilikya da beraber Erivan topraklarına katılmıştı. Taşnaksutyun’un aracılığı ile 12 Türkiye Ermenisi Ermeni parlâmentosuna üye seçildi." (s. 676)

Bu kadar geniş bir alanda kontrol Ermenileri birbirine düşürdü. Kaçaznuni, Türkiye Ermenilerini çok geniş arazileri istemekle suçluyordu. (s. 680) Ermeni komitelerinin Kafkas Ermenilerinin ağırlığıyla kurulduğuna yukarıda temas etmiştik. Şimdi işler tersine dönüyordu. Anadolu Ermenileri Kafkas'daki kardeşlerini peşlerinden sürüklüyorlardı. Anadolu insanının fırsat bulunca sonuna kadar sömürme huyu, dil-din-ırk ayırt etmiyor, bu sefer de Ermenilerin başına bela açıyordu. 

Nihayetinde Anadolu Ermenileri dediklerini yaptırdılar. Kafkasya'daki Ermeni Cumhuriyeti'nin ilk kuruluş yıldönümünde, "Büyük Ermenistan" ilan ediliyordu. Kaçaznuni anlatıyor:

"28 Mayıs 1919'da, bağımsızlığımızın ilk yıldönümünde, Ermeni parlâmentosu, birleşik ve hür Ermenistanı ilân etti. Yani mevcut cumhuriyetimizin hudutları içine Türkiye hâkimiyetinden kurtarılacak Ermenistanı da aldı. Birçok gürültüler, şikâyetler oldu, bunu komitenin tehlikeli bir hareketi olarak görenler de vardı." (s. 681)

Birleşik Ermenistan bildirisi ise şöyleydi: 

"Ermenistan’ın bütünlüğünü sağlamak ve milletin tam hürriyet ve gelişmesini temin için Ermenistan hükümeti, bütün Ermeni milletinin ortak arzularına ve isteğine tercüman olarak bugünden itibaren Ermenistan'ın parça parça kesimlerden birleşmiş bir hükümet halinde kurulmuş olduğunu ilân eder.

Bir yıl önce Rus Ermenileri toplantısında seçilmiş olan (Millî Heyet), Ermeni hükümetini ilân etmişti. Millî meclisin teşkil ettiği hükümet, bu siyasî (act) konusunda resmen devletlerin temsilcilerine bilgi verdikten sonra bu bir yıl içinde hâkimiyetini Kafkas Ermeni kasabalarına kadar genişletmiştir.

1919 yılı Şubat ayında Erivan şehrinde toplanan Türkiye Ermenileri Kongresi, açıkça, kendisinin birleşik ve bağımsız bir Ermenistan olduğunu parlak bir şekilde ilân etmiştir.

Şimdi, Kafkas ve Osmanlı İmparatorluğu hudutlarında, Ermenilikten miras kalmış olan Ermeni memleketleri birleşmiş ve bağımsızlığın bu (act) ı ile Ermenistan hükümetini ilân etmişlerdir. Bu birleşik Ermenistan, demokrat bir cumhuriyettir ve bunu da, Birleşik Ermenistan Cumhuriyeti Hükümeti temsil eder.

Bu suretle, artık Ermenistan halkı, bütünlenen vatanın tek ve asıl sahibidir. Ermenistan’ı idare eden Ermenistan parlâmentosu ve hükümeti de birleşik Ermenistan’ın hür milletinin adına kanun yapma ve uygulama yetkisine sahiptir.

Ermenistan hükümeti bu bildiriyi 27 Nisan 1919 parlâmento kararı ile verilen yetkiye dayanarak ilân eder." (s. 681)

Bu sırada esas oyun her zamanki gibi Avrupa'da oynanıyordu. İtilaf Devletleri'nin hesabı daha da büyüktü: İmparatorluğu bölüşmek. Sevr imzalanmadan önce "kim, ne kadar alacak" isimli müsamereyi sergilemek üzere San Remo'da toplantılar. (Nisan 1920) 

Bâb-ı Âlî işleri teslimiyet içinde halledebilmek ümidiyle yanıp tutuşsa da, bir kova soğuk suyu kafalarından aşağı bir Fransız, Millerand, boşaltacaktı:

"Müttefikler, Türklerin diğer milletler üzerindeki hâkimiyetlerine artık kesin olarak son vermek zamanının geldiğini açıkça görmektedirler. Savaştan önceki uzun dönemlerde Babı Âli ile büyük devletler arasındaki ilişkilerin tarihi, Bulgaristan, Makedonya, Ermenistan ve diğer yerlerde yapılan, insanlık vicdanını hiddetle coşturan eziyetleri sona erdirmek hususunda, sonuç alınamıyan bir sürü teşebbüslerden başka bir şey değildir. Son yirmi yıl içinde Ermeniler işitilmemiş vahşetlerle yok edilmişlerdir. Savaş sırasında Osmanlı hükümetinin, cezalandırma, sürgün ve kötü muameleden ibaret olan zaferleri, geçmişte görülmüş olan hareketlerini kat kat aşmıştır. 1914 yılından beri Osmanlı hükümeti, uydurma bir ihtilâle dayanan akıl almaz bahanelerle erkek, kadın, çocuk sekiz yüz bin Ermeniyi yok etmiş ve iki yüz bin Rum ile Ermeniyi vatanlarından sürmüştür." (s. 659)

Bu işin buraya geleceğini, Adem Baba'nın cennetten kovulmasının günahının dahi Türklere yükleneceğini bilen bir adam ise Anadolu'da çoktan harekete geçmiş bulunuyordu: Mustafa Kemal Paşa. 

Sevr

O dönem Anadolu'da ne olduğundan ziyade, Anadolu da dahil kimin nereye çörekleneceğini merak eden İtilaf Devletleri, Osmanlı'ya hesabı uzatıyordu: Sevr Antlaşması. (10 Ağustos 1920)

Üstelik savaş başladığında ortada olmayan bir devlet, yani Ermenistan, savaş sonunda imzalanan antlaşmada müttefikler safında gösteriliyordu. 

Sevr'in "tarafları" arasında Ermeni komitelerinin bulunmasının da bir sebebi vardı. Rusya'daki ihtilalin Avrupa'yı tedirgin etmesi üzerine, Kafkaslar'da bir ele ihtiyaç duyan Avrupalılar Ermenileri hatırlıyordu. Her zamankinden daha iyi ağırlanan Ermeni komiteleri, Sevr'de istedikleri verilmek suretiyle ikna ediliyorlardı. 

Ayastefanos'la başlayıp hemen Berlin'le süren uluslararası anlaşmalarda Ermeni meselesi Sevr'de nihayete eriyordu. İlk defa tek maddeden fazla değinilen Ermenilere tam 6 madde ayrılmıştı. (88-93. maddeler) Şüphesiz en önemlisi 88 numaralı olanıydı. 

"Madde 88 — Türkiye, Ermenistan'ı müttefik devletler gibi, hür ve bağımsız bir devlet olarak tanıyacağını bildirir." 

Ermeniler Sevr'i adeta bir kuruluş metni olarak selamlarken; artık Ankara'yı merkezine almış bulunan Türk milliyetçilerinin lideri Mustafa Kemal Paşa, müthiş bir öfkeyle Sevr'den "suikast" olarak bahsediyordu. Türk milletine suikast yapılmıştı. Fakat Türkler bu durumdan memnun kalmamışlardı. Hesabı ödemeyeceklerdi.  

Ermeniler ise gayet memnundu. Hakimiyet kuramadakları tek yer olarak yalnızca Kilikya kalmıştı. "Sasun kahramanı" Mihran Damadyan, 1919 yılında burayı da Ermenistan'a katmak için çok çalıştı. Haziran'da geldiği bölgede Ağustos'a kadar propaganda yaptı. 5 Ağustos'ta ise çoğu dışarıdan gelme fedaileriyle darbe girişimde bulundu. Az sayıdaki adamıyla valilik binasını ele geçiren Damadyan, süngülü bir kıta Fransız askeri tarafından valilikten çıkarıldı. (s. 691) Bu anlamsız darbe teşebbüsüyle Kilikya Ermenistan sınırlarının dışında kalmaya mahkûm oldu.

Oyunu Değiştiren Aktör: Mustafa Kemal Paşa 


Mustafa Kemal Paşa, Refet Bele

Atatürk'e kadar meseleyi "diyalog yoluyla" çözme gayretinde olan İstanbul'daki yetkililer teslimiyetçi bir tutum sürdürüyorlardı. Atatürk ise Erzurum Kongresi'nde yaptığı konuşmada bir devre notunu veriyordu: 

"Tarih ve olayların zorlamasiyle gerçekten içine düştüğümüz bugünkü kanlı ve kara tehlikeleri görmiyecek ve bundan heyecanlanmıyacak, etkilenmiyecek hiçbir vatansever düşünülemez.

I. Dünya Savaşının sonlarına doğru, milliyetler esasına dayanan vaatler üzerine Osmanlı Hükûmeti de âdil bir barışa kavuşmak emeliyle mütareke istedi. Bağımsızlık uğrunda namus ve kahramanlıkla döğüşen milletimiz 30 Ekim 1918'de imzalanan Mütareke ile silâhı elinden bıraktı.

Devletlerin manevî şahsiyeti, imzalayan temsilcilerin namus sözleri ve kefaleti altında bulunan bu mütareke hükümleri bir tarafa bırakılarak İtilâf Devletlerinin askerî kuvvetleri, devlet ve hilâfetimizin merkezi olan İstanbulumuzu işgal etti. Gün geçtikçe artan bir şiddetle devlet hukuku, hükümet şerefi, millî gururumuz saldırılara uğradı. Osmanlı tebaası olan Rum ve Ermeni unsurlar, gördükleri teşvik ve desteğin sonucunda da millî namusumuzu yaralıyacak taşkınlıklardan başlıyarak nihayet hazin ve kanlı safhalara girinceye kadar küstahça saldırılara koyuldular. Fakat derin bir acı ile kabul etmeliyiz ki bu hareketler, sekiz aydan beri birbirini takiben iktidara geçen, millî kontroldan uzak merkezî hükümetlerin, birinin diğerinden daha fena olarak gösterdiği zayıflık eserlerinden ve merkezde, bazı basında görülen pek büyük hırslardan ve millî vicdanın inkâr, millî gücün ihmal olunmasından dolayı genişlemiştir.

Yukarıdaki sebeplerden merkezde kuşatılmış ve tamamen dış kontrol altında olması yüzünden artık bu vatanda mukaddesat ve mukadderata sahip bir kudret ve millî iradenin mevcut olmadığı boş inancı yerleşmiş ve cansız bir vatan, kansız bir millet nelere lâyık ise, onların korkusuzca yapılmasına, İtilâf Devletlerince başlanmıştır. 

(...)

Vatanın parçalanması kararlaştırılmış ve ilk olarak doğu illerimizde (Ermenistan) kurulacak, Adana ve Kozan bölgesi de (Kilikya) ona katılacaktı. Batı Anadolu’nun İzmir ve çevresini Yunanistan istiyordu, Karadeniz sahillerimizde bir Pontus Kırallığı kurulacaktı. Ondan sonra geri kalan vatan toprakları da yabancı işgali ve himayesi altında olacaktı. Artık 650 yıldan beri bağımsız olarak hüküm sürmüş ve tarihte adalet ve yiğitliğini bir zamanlar Hindistan hududuna, Afrika’nın ortasına ve Macaristan’ın batısına kadar yürütmüş olan bu milletin esirliğe, kölelik derecesine indirilmesi ve nihayet bu devletin tarih kitabını kapatarak sonsuzluğa gömmek gibi insanî ve medenî, özellikle millî esaslarla bağdaşmıyan emeller kabul görmüş ve uygulama devresi de başlamıştır." (s. 694)

Bu arada emperyal hedeflerini gerçekleştirirken "ufak" meselelere takılmak istemeyen İngiltere, Ermeni meselesini savunması için Amerika'yı teşvik ediyordu. (s. 700)

Son Perde

Ermeniler; Anadolu'da Sevr'e yaslanan bir düzen, Kafkaslarda ise Menşevik-Bolşevik çatışmasının uzaması hesabına dayanan bir oyun oynadılar. Avrupa da onları destekleyecekti. Üç faktörlü bu denklemin hiçbir 'değişkeni' kendisinden beklenen rolü yerine getirmedi. Özcesi; oyun tutmadı.

"1920 Mayısının ilk günlerinde Ermenistan’da Bolşevizm hareketleri, gösterileri ortaya çıktı. Güçlükle önüne geçildi. Bu hareketler sonunda bir hükümet darbesiyle, parlamenter hükümet diktatörlüğe döndü. A. Hadisyan istifa etti. Yerine Doktor Ohancanyan geçti ve derhal bir parlâmento kabinesi kuruldu. Bu hükümeti ellerine alanlar da yine tamamen Taşnaksutyun komitecileri idi.

Haziran içinde, İtilâf devletleri hesabına çalışan ve millî hükümeti doğu cephesinde meşgul ederek Yunan işgalini, ileri hareketlerini kolaylaştırmak isteyen Ermeni Taşnaksutyun Hükümeti kuvvetleri Oltu’daki Türk yerli idaresine karşı saldırıya geçerek orada bulunan yüzlerce yerli Türk'ü öldürdüler. Ermenilerin aralıksız devam eden zulümlerine meydan vermemek için savaşmak zorunluğu doğdu." (s. 701)

28 Eylül'de başlayan savaş 7 Kasım'da bitti. Türk ordusu Ermeni kuvvetlerini önce Oltu'dan attı. Peşine Sarıkamış'ı (29 Eylül) ve Merdenek'i aldı. (30 Eylül) Bir müddet anlaşma çabalarıyla geçirildikten sonra; 28 Ekim'de Kars'a yürüyen ordu, 30 Ekim'de şehri ele geçirdi. Harekât 7 Kasım'da Gümrü'nün alınmasıyla bitti. 

2 Aralık 1920 gecesi Gümrü Antlaşması imzalandı. Atatürk bu antlaşmayı şöyle değerlendiriyor:

"Gümrü Antlaşması, millî hükümetin yaptığı ilk antlaşmadır. Bununla düşmanlarımızın hayallerinde kendisine tâ Harşit vadisine kadar olan Türk ülkeleri bağışlanmış olan Ermenistan, Osmanlı devletinin 93 seferiyle kaybetmiş olduğu yerleri bize, millî hükümete terkederek dâva dışına çıkarılmıştır." (s. 704)

Kaçaznuni'den uzun bir alıntıyla "tepenin öbür tarafının" bakışını da yansıtmak yerinde olacaktır:

"Sonbahar başlarında Ermeni - Türk savaşı oldu. Bu savaş, en son olarak bizim belimizi kırdı. Bu savaştan kaçınmak mümkün müydü? Belki de hayır.

1918 tarihinde parçalanan Türkiye, çöküşünün sonuçlarını düzeltmek, yeni durum için çareler, tedbirler bulmak için iki yıl rahat kalmıştı. Bu iki yıl içinde Türkler nefes aldılar, düzeldiler, genç, atılgan, vatansever askerler meydana çıkardılar. Bunlar, Anadolu’nun içlerinde orduyu süratle kurmaya ve düzenlemeye başladılar. Türklerde milliyet ve vatanı savunma duyguları çok kuvvetli bir şekilde uyanmıştı. Sevr Antlaşmasına karşı koymaları ve hiç olmazsa geleceklerini Anadolu’da sağlamlaştırmaları gerekliydi. Bu karşı koyma güney batıda, kuzey doğuda daha kuvvetli olacaktı. Fakat orada toplanmak ve Yunanistan’a karşı cephe tutmak için önce Ermenistan hudutları üzerinde arkalarını emin bulundurmaları gerekiyordu. İhtimal ki, bizim Kars ve Aleksandropol depolarına yığmış olduğumuz silâh ve cephaneye ihtiyaçları vardı. Yine ihtimal ki, kuvvetlerini, önce zayıf bir düşman üzerinde deneyerek kendilerine güvenlerini kazandıktan sonra daha güç bir teşebbüse atılmak istiyorlardı.

Bunlar üzerinde kimse fikir yürütemez. Fakat, ihtimal ki bu ihtiyaçlar mevcuttu. Bu yüzden de savaştan kaçınmak mümkün değildi.

Bu vaziyetlere karşı, şu, reddi imkânsız dâva var: Savaşın önünü almak için yapmaya borçlu olduğumuz bir şeyi yapmadık. Türklerle barış yolu, barış dili bulmak için ne dereceye kadar başarılı olabilirdik? Biz, bunu tecrübe etmeliydik, işte bunu yapmadık.

Aynı derecede affedilmez sebeplerle Türklerin kuvveti hakkında da bilgimiz yoktu. Kendi kuvvetimizden emin bulunuyorduk. İşte, önemli ve asıl hata burada idi. Savaştan korkmuyorduk. Çünkü tecrübesiz ve bilgisiz insanlara has bir ilgisizlik ile yeneceğimize güveniyorduk. Türklerin hudutlarımıza ne kadar kuvvet yığmış olduklarını bilmiyorduk ve uyanık bulunmuyorduk. Aksine, (Oltu) yu hemen işgal etmekle güya bilerek Türklerin suratına bir eldiven atıyor ve isteyerek savaşa tahrik ediyorduk. Hudut üzerinde çarpışmalar başlayınca, esasen Türkler bizimle müzakereye girişmek istememişlerdi. Müzakereye girişmek, görüşmelerin mutlaka bir sonuca bağlanması yönünden değil, belki bir barış yolu bulmak bakımından imkânsız olamazdı. Şu halde ihtimal verilmeyebilirdi. Fakat imkânsız değildi.

Hatırlamalı ve hesaba katmalıdır ki, biz 1920 sonbaharında Türklerin gözünde tamamen ihmal edilmiş bir topluluk değildik. Önceki iki yılın zulümleri artık kalkmış veyahut ortadan kalkmak üzere idi. Halk biraz doymuş, biraz dinlenmiş, güçlenmişti. İngiliz silâhlariyle silâhlandırılmış ve temiz elbiseler giymiş bir ordumuz, yeteri kadar cephanemiz vardı. Kars gibi önemli bir kalemiz ve nihayet en önemlisi, en değerlisi olarak da o zaman henüz parçalanmamış bir belge olan ve Türklere karşı kuvvetli bir silâh teşkil eden Sevr Antlaşması vardı. Durumumuz 1918 Mayısında Batum’da olduğumuz gibi değildi. Sözlerimizin hesaba katılacağını umabilirdik. Özellikle Türkler henüz mağlup durumda idiler.

Bu tecrübeyi yapmadık.

Eğer bu çağrıyı kabul etmiş olsaydık Türkler bize ne teklif ederlerdi? İhtimal ki Brest Litovsk’dan başlıyarak yavaş yavaş, ine ine 1914 hudutlarına gelirler ve belki de bir adım daha gerileyerek Bayezit ve Eleşkirt’i bırakırlardı. Bundan daha aşağı inmeleri hattâ 1920 Eylülünde bile mümkün değildi. Türkler bunun karşılığını da isteyeceklerdi ki, bu da şüphesiz Ermeni Hükümetinin Sevr Antlaşmasının verdiği haklardan vazgeçmesi olacaktı.

Böyle bir teklif Ermeni Hükümeti tarafından nasıl kabul olunurdu? Şüphesiz hükümet bu teklifi reddeder, kabule yanaşmaz ve savaşmayı tercih ederdi. Bunu yalnız bir büro hükümeti - Taşnaksutyun komitesi değil - herhangi bir Ermeni hükümeti yapamazdı. Bunu özellikle belirtiyorum. Çünkü bununla komitemizin hata derecesi, özellikle sınırlanmış oluyor.

Hükümet kabule cesaret edemezdi. Çünkü bütün siyasî partiler, kütleler, milliyetçi politikacılar, çağırılan ve çağırılmayan memleket kurtarıcıları - memleket içinde ve özellikle ülke dışındakiler - hepsi birleşerek, hep bir ağızdan böyle bir hükümeti hainlikle suçlar ve ilân ederlerdi. Sevr Antlaşması hepsinin gözlerini karartmış, boyamış, kafalarını doldurmuş, gerçeği görememek için gözlerini kapatmıştı.

Bugün anlıyoruz ki Türklerle 1920 sonbaharında Sevr Antlaşması bahasına derhal bir uyuşmaya girebilirdik. Fakat o sırada bunu anlıyamazdık.

Bunlar, o zamanki düşünceleri saptamak amaciyle hatırladığım görüşlerdir. Asıl sorun savaştı. Bundan kaçınmak için hiçbir şey yapmadık. Aksine kendimiz; savaşmak için sebepler, bahaneler uydurduk. Affedilemez olan şurasıdır ki, Türklerin savaş gücünü bilmiyorduk. Kendi ordumuzu da tanımıyorduk.

Karnı tok, iyi silâhlanmış, iyi giydirilmiş ordumuz, savaşmadı. Askerler daima bozguna uğruyorlar, yerlerini terkediyorlar ya da silâhlarını atarak köylere dağılıyorlardı. Ordumuzun, anlamsızca tahripler, cezasız kalmış yağmalar, talanlar yüzünden iç çarpışmalarda ahlâkı bozulmuştu. Ordu, bozuk ahlâklı ve yorgundu." (s. 704-6)

Bu savaşta Taşnaksutyun'un hazırladığı propaganda metinleri de dikkat çekiciydi. Birisini inceleyelim:

"Cepheye! Eski düşmanımız ayağa kalktı. Kırmızı bayraklariyle kapılarımızı çalıyor. Ermenistan’ı çiğneyerek Bolşeviklerle birleşmek istiyor.

Hazır olunuz, Ermeni milleti, Türk tehlikesi geliyor! Ermeni işçisi, düşmana karşı hazır ol!

Bizimle beraber olmıyan bizim düşmanımızdır. Kaçan haindir.

İçimizdeki hainlere, düşmana ölüm... Taşnaksagan arkadaş, milletimizin eski düşmanı geliyor!

Saflarımızı sıklaştıralım, hudutlarımızı güçlendirelim..

Bolşevikleri bozguna uğrattık, şimdi, kan dökücü Türkü de yeneceğiz." (s. 707)

"Kan dökücü Türk'ü" yenemedikleri gibi, bu ağır yenilgi sebebiyle müthiş bir kriz yaşadılar. Pençelerini hazırlamış avını bekleyen Ruslar, yani Bolşevikler, Ermenistan'ın üstüne çöktü. İkinci yıldönümünde gayet şaşaalı törenlerle poz veren Ermeni devleti, üçüncü yıldönümünü göremedi. 

27 Şubat 1921'de Londra'da bir konferans toplandı. Ordusu dağılmış, tüm toprakları elinden gitmiş Ermenilere yine bir hayli sözler verildi. Hatta uzun uzun Kilikya'nın durumu tartışıldı. (s.708) Ki biliyorsunuz, burası en güçlü olunan dönemde bile Ermenistan'a dahil edilememişti. Bu durum şunu gösteriyordu: ya İtilaf Devletleri hiçbir fillî durumu önemsemiyor ve ille de bir Ermeni Devleti - üstelik büyük bir Ermeni Devleti- kurmak istiyorlar, ya dünyadan haberleri yok ve oturdukları yerden dört bir tarafa nizam vereceklerini umuyorlar veyahut da Ermenileri konferans adını verdikleri haplarla uyutuyorlardı. Tarih, üçüncü ihtimali parlaklaştırıyor. Hatta öyle parlaklaştırıyor ki, diğer ihtimaller siliniyor. 

Bu durumu iyi açıklayan bir örnek de kitabın sayfaları arasında mevcut: Lozan'a gelip görüşmelere katılmak isteyen Ermeniler, nabız yoklamak için İngiltere'ye uğrarlar. Dışişleri Heyetiyle görüşmelerinde "Türklerin Sevr'i yıkmak için Ermenilere saldırdıkları, zaten katliamlar yaptıklarını" söyleyerek İngilizlerden destek beklerler. İngilizler buna yanaşmayınca işi daha açıkça ele alarak İngiltere'nin Ermenilere yaptığı vaatleri hatırlatırlar. Bunun üzerine şu cevabı alırlar: 

"Ne yapalım, Rumlara da İzmir’i ve Trakya’yı söz vermiştik. Fakat vaatlerimizi gerçekleştiremedik." (s. 715

Lozan

Sakarya ve peşinden Dumlupınar'la işgal kuvvetlerini denize döken Türkler artık Avrupa'nın saygısını kazanmış bulunuyorlardı. Daha fazla savaşmanın fayda etmeyeceği meydana çıkmıştı. Şimdi silahları gömmenin ve kalemleri çıkartmanın zamanıydı. İki gün evvel üzerinde üniforma taşıyan taraflar, şimdi takım elbiselerini giyiyorlar ve İsviçre'nin Lozan kentinde müzakerelere başlıyorlardı. 

Şimdilerde ülkemizde de görülen "olmadığımız masa yok" hastalığına tutulan Ermeniler de Lozan'a taraf olmak için harekete geçiyorlardı. 

Lozan'a giden Ermeni heyeti; Erivan'a "denize açılacak kadar" toprak verilmesini, Kilikya'da Ermeni bir idare kurulmasını ve Türkiye'nin doğu sınırlarını (altı vilayet) talep ediyordu. (s. 718)

Fakat konferansa giremediler. Yine de vazgeçmeyen heyet Lozan'da bir büro açtı ve çalışmalarını buradan sürdürmeye başladı. Bu çalışmalar, esasen, 'olabildiğince çok görüşme yapmak' olarak özetlenebilir. Ama görüşülenlerden birisi ve verdiği cevaplar özellikle dikkat çekicidir:

"Hadisyan, Sinapyan ile Paşalıyan'ın İsmet İnönü ile görüştüklerini ve "Ermenilerin yerlerinden çıkarılmış oldukları" şeklindeki iddialarına karşı İsmet İnönü’nün kendilerine:

"Ermeniler gezmeyi severler, sık sık yerlerini bırakarak İstanbul’a giderler." dediğini ve işine gelmeyen sözlere karşılık vermediğini veya anlamadığını ileri sürdüğünü ve Ermeni sorunu için de: "Böyle bir şey bilmediğini, esasen Türklere ve Ermenilere ait işlerin antlaşmalarla yapılmış olduğunu" söylediğini aktarıyor." (s. 722) 

İsmet Paşa'yı ikna edemeseler de, Lord Curzon üzerinde tesir yapabilen Ermeniler; İngiltere Dışişleri Bakanı'nın 13 Aralık 1922 tarihli konuşmasında kendi taleplerinden bahsedilmesini sağlıyorlardı. 

"Şimdi bir millî Ermeni yurdunun kurulması için aynı zamanda gerek Ermeniler ve gerekse onların bütün dünyada bulunan dostları tarafından yapılan isteğe değineceğim." diye söze giren Lord Curzon, "İşte bu suretle, birçok kereler olduğu gibi, Türkiye’nin Ermeniler için ister kuzey doğu illerinde, ister Kilikya’nın güney doğu hudut boylarında olsun, Asya’daki toprağının bir kesiminde Ermenilere istedikleri toprakları vermesi istenmektedir." (s. 723-24) diyerek yine eski şarkıya dönüyordu. 

İsmet Paşa ise dansa yeni bir müzikle devam etmenin ve bu yeni ritmi İngilizlere kabul ettirmenin derdindeydi. 

Türkiye'deki Hristiyan azınlığın isyanları hakkında kısaca bilgi veren Paşa, konuşmasına devam ediyordu: "Bundan dolayı, tarih bize, azınlıklar konusunda iki esaslı nedenin gözden kaçırılmamasını öğretiyor:

Önce, bazı devletlerin azınlıkları himaye bahanesiyle memleketin iç işlerine müdahale arzusu konusundaki dış siyasî sebep ve istenilen müdahalenin özellikle önce tahrikler yapılması ve karışıklıklar çıkarılarak gerçekleştirilmesi,

İkincisi, böylece desteklenen azınlıkların, bağımsız devletler kurmak için kurtuluş eğilim ve arzularının bilinmesi hususundaki iç siyasi sebep.

Türkiye’deki azınlıkların çektikleri bu iki sebep yüzünden olduğundan, bunların düzeltilmesinin - müttefik devletlerce içtenlikle arzu olunduğu takdirde - bu sebeplerin etkisini azaltmaya bağlı olduğu açıktır." (s. 724-25)

Paşa lafı şuraya getiriyordu: "Marsilya'da yerleşen Rumların orada bağımsız bir Rum devleti kurulmasını veyahut burasını asıl kendi memleketlerine katmayı makul bir suretle düşünemiyecekleri gibi, Türkiye Rum ve Ermenilerinin de Türkiye’de buna benzer iddiaları ileri sürmeye hakları olamıyacaktır.

Haklarını bilen Türk Hükümeti, her bağımsız devlet gibi, varlığına yapılan saldırılara karşı harekete geçmekte tereddüt etmiyecektir." (s. 726

Lord Curzon'la İsmet Paşa bu mesele üzerinde sert bir tartışmaya girerler. İstatistik biliminin o dönemde yeni kabul görmüş olmasından olacak, tartışma sayılarla yürür. Lord Curzon Osmanlı'da "3 milyon Ermeni yaşadığını ama şimdi bu sayının 130 bine indiğini" söylerken; İsmet Paşa "değil Osmanlı, Dünya'da bu kadar Ermeni bulunmadığını, gerçek sayının 1 milyon 300 bin olduğunu ve şimdi bu kadar azalmasında Osmanlı'dan ayrılan toprakların da gözönünde tutulması gerektiğini" iddia ediyordu. 

Paşa Ermeni iddialarının gündeme getirilmesinden sıkılmış olacak ki, bir başka oturumda daha sert bir üslupta ama aynı ritimde devam ediyordu:

"Türkiye’nin, doğu illerinde, Kilikya’da Türk çoğunluğunu kapsamıyan ve her ne suretle olursa olsun, anavatandan ayrılması mümkün olan bir karış toprağı yoktur." (s. 727)

Neticede dans İsmet Paşa'nın ritmiyle edildi. Ermeniler Lozan'dan eli boş döndüler. 

Lozan'dan sonra dahi Avrupa kamuoyu üzerinde çalışmalarını sürdüren Ermeni örgütleri yine de başarı elde edemediler. 

Kaçaznuni Lozan'ı şöyle tarif ediyordu: 

"1922'de Türkiye Ermenisi dâvasının çözülüşü başladı. Lozan Konferansında ilk defa resmen (Home) kelimesi söylendi. Sevr Antlaşması esas olarak unutulmuştu. Artık ne bağımsız bir Ermenistan ve ne de yarı bağımsız bir Ermenistan söz konusuydu. Milli bir yurt başkasının evi içinde şüpheli bir ocak düşüncesi ortaya atılmıştı. Buna barışı korumak için son bir fedakârlık deniliyordu. 

Mesele martta böyle idi. Yıl sonunda iş biraz farklı bir durum aldı. (Yurt), dostça bir teklif ve istek şeklinde Türklerin lütfuna sunuldu. Bir operet diyaloğu başladı. Türkler, bu düşünceyi reddetmekten ve önem vermemekten, nazik ve medenî bir şekilde çok üzgün göründüler. Müttefik büyük devletler yaslı ve umutsuz jestler yaptılar: Zavallı Ermeniler için bütün vasıtalarımızı kullandık, her çareye başvurduk, mümkün olan ve olmıyan her şeye teşebbüs ettik, artık bir şey yapmaya gücümüz yetmez... dediler ve kuponlar sorununa geçtiler.

Burada meydana çıkan Çiçerin, Sovyet Rusya adına büyük bir yardım olarak, Türkiye Ermenilerinin hayatta kalanlarına, Kırım’da, Volga kıyılarında ve Sibirya'da yer teklif etti.

Hükümet yurda, yurt da göçlere, Sibirya’ya döndü.

Dağ fare mi doğurdu? Hayır. Dağ, tarif edilemiyecek, anlatılamıyacak derecede ıstıraplar geçirdi, temelinden sarsıldı, parça parça oldu, içinden kanlar fışkırdı ve sonra hiçbir şey, hattâ fare bile doğurmadı..." (s. 745)

Yine Kaçaznuni: "Bizim için hükümet teşkili ve siyasî bir önderlik daima kudretimizin üstünde bir şey olmuştur. Daima hesaplarımızda yanıldık. İleri görüşlü değildik. Yapacağımız işler hakkında bilgi sahibi olmadık.

Halen Ermenistan'ın durumu nedir?

Araks ve Sevan arasında bugün küçük bir cemiyet. İsmen bağımsız, fakat gerçekte, Rusya İmparatorluğunun yarı - bağımsız üç ilinden biri. Türkiye Ermenistanı yok. Ne hükümet, ne yurt, ne de artık milletlerarası bir mesele. Dâva kapanmış, öldürülmüş ve Lozan’da gömülmüştür. Daha fazlası da var: Artık Türkiye Ermenistanı’nda Ermeni de yok. Bundan sonra olması ihtimali de mevcut değil. Türkler kapılarını sıkı sıkı kapadılar. Bunu zorlıyarak açmak için bizde kuvvet yok." (s. 748)

Kitabın anlattığı bölüm burada bitiyor. Sonrasıyla ilgili fikir edinmek isteyenler Dr. Cengiz Kürşad tarafından hazırlanan ve kitabın başına konulan bölümden istifade edebilirler. Kürşad, meseleyi 1970'lere kadar getiriyor 

Kalanını kısaca özet geçmek gerekirse: 1980'lerde ASALA bitirildi, 1991'de Ermenistan bağımsız oldu, Türkiye Ermenistan'ın bağımsızlığını tanıyan ilk ülkeler arasında yerini aldı.

Sonraki yıl Ermeniler Karabağ'ı işgal ettiler ve Azerbaycan Türklerine katliam yaptılar, Türkiye, Ermenistan sınırını kapattı.

Bunun üzerine, Ermenistan, soykırım iddialarını uluslararası arenaya daha bir iştahla taşıdı ve Tehliryan isimli teröristin Talat Paşa'nın başını çiğnediği bir ucubeyi heykel diye dikmekten utanmadı.

2020'de Azerbaycan işgal altındaki topraklarının mühim kısmını kurtardı – Ermenistan'ın tahriklerine bakılırsa geri kalanını da zor yoldan alacak gibi görünüyor. 

Son durum olarak; Türkiye, Ermenistan'ın da içinde olacağı bir Kafkas ittifakı teklifi sunuyor, Ermenistan ise 'Türkler bize soykırım yaptı' siyasetini sürdürüyor.

Ne dersiniz bir ıslahat daha çıkar mı? Çıkmaz. Çıkmasın da zaten. 

Sonuç Yerine

Bu kadar uzun bir tarihi süreci, bu derece karmaşık bir meseleyi ele alan yazıya sonuç yazmak çok zordur. Bu yüzden 'sonuç yerine' demeyi uygun buldum. Nitekim Esat Uras da kitaba bir sonuç eklememiş, öylece bitirmişti. Zannediyorum bahsettiğim zorluktan kaynaklanıyordu. Yine de adettendir, bir kapanış yapmak iktiza eder.

Fransızların meşhur ihtilali patlak verdiğinde Osmanlı'nın sistemi çökmekle meşguldü. Asırlardır var olan düzen akıllara hayranlık veren bir hızla çözülüyor, sürecin fazlasıyla acı verici olması nedeniyle, sanki çok uzun sürüyormuş gibi hissettiriyordu. Tanzimat bir şeyleri yoluna koyma çabası olarak denendi.Özünde; modern bürokrasi çevresinde devleti 'yeniden kurmaya' çalışan bu ferman, aslında bir deneydi. Nitekim bu deneyden cumhuriyet çıktı. Ama sadece bizimki değil...

Milliyetçiliğin 'yıkıcı' etkisinden örnek vermek ihtiyacını duyanlar, daima diğer milletlerle yaşanan boğuşmalara odaklandılar. Aslında milliyetçiliğin esas yıkıcı olduğu alan, yine kendi milletinin içiydi. Milletin içinde yönetim sınıfını oluşturan; eski tip bürokrasi, din adamları ve aristokratlar milliyetçiliğin doğal düşmanlarıydılar. Milliyetçilikler herkesten önce kendi milletlerinin içini 'yaktılar'. Bu ateş neredeyse aynı anda yandığında ise, bu ara Türkiye'de yeniden keşfedilen, Marksist Gramsci'nin ifadesiyle 'canavarlar çağı' açıldı. Çünkü; eski olanca haşmetiyle çökmüş ve henüz yeni bir şey kurulmamıştı.

Bu boşluk hali, ilk önce insanların güven duygusuna saldırdı. O zamana kadar 'bir şekilde' yaşayan insanlar, artık hangi şekilde yaşayacaklarını kurallara bağlamak istiyorlardı. Buradan ulus-devletler doğarken, bunca sene yan yana (veya iç içe) yaşayan milletler de ayrı düştü. Bu ayrılık her yerde centilmence olmadı. Sert ayrılık yaşayanlar ise acılarını unutmak yerine büyütmeyi tercih ettiler. Çünkü büyütebiliyorlardı. Çünkü öncesinde böyle bir şansları yoktu. İnsan kitleleri eline şans verildiğinde kullanmaktan çekinmezler.

Acılar büyük harflerle yazıldığında 'teyakkuz' mukadderdir. Uzun süreli teyakkuz hali ise paranoya doğurur. Ermenilerle aramızdaki mesele artık paranoyakça bir hal almıştır.

Bugün, birileri böyle bir iddiada bulunsa bile, 'toprak' talebi geçerliliğini yitirmiştir. İster tehcir, ister soykırım, isterse mukatele sonucunda olsun; yüz senedir bu topraklarda mevcut bulunmayan bir millete, bu topraklardan hiçbir şey verilemez. 

'Tazminat' ve 'tanıma' talepleri hukuki olmaktan çıkarak siyasetin konusu halini aldı. Bir devlet; (Ermenistan) vatandaş kimliğini ve dış politikasını böyle bir siyasete yaslamışsa, konuşmaya 'yüzleşerek' değil 'vazgeçirerek' başlanır. Peter Burke 'ne anılar ne de tarih artık tarafsız gibi görünmektedir' diyordu tarihin 'toplumsal hafızayı' şekillendirmesi bahsinde...Tarihin 'taraflılığına', hukuk ve siyaseti de 'taraf' edenler, öncelikle bu inattan vazgeçmelidirler. Ondan sonra herkes bir şey iddia edebileceği gibi, bu iddialar da ciddiye alınmaya layık olurlar.

Türkler her millet gibi yanlışlar yapmışlardır. Fakat uzun tarihimizde başımızı yere eğdirecek tek bir hadise mevcuttur ve bunun da Ermenilerle doğrudan bir ilişkisi yoktur. Bu hadisenin adı Balkan Harbi'dir. Balkan Harbi'ni hatırladıkça yüzümüzün kızarma sebebi ise katliam, soykırım vs değildir. Particilik, hizipçilik yaparak toplumu bölenlerin, bu bölünmeyi orduya da taşıması ve neticesinde; neredeyse savaşmadan 500 yıllık toprakların kaybına, üstünde yaşayan Türklerin katliama uğramasına, Türk ordusunun çoğu yerde kurşun atmadan teslim olmasına sebep olmuş olmalarıdır.  

İçeride bozgunculuk yapmak faydalı bir iş değildir. Ve biz bunu Balkan Harbi Felaketinde anlamış bir milletiz. 

'Esrarlı aynanın' karşısına geçip, kendi kendimize ne kadar çirkin olduğumuzu söylemek aptalca bir uğraştır. Eleştirecek yer arayanlara son bir 'çalışma notu' olarak, Taşnaksutyun üyesi Mikael Varantyan'ın Ermeni ırkçılığına şu hücumunu salık vermek yerinde olacaktır:

''Ermeni milliyetçiliği, genellikle bir ırkçılık ve burjuva akımıdır. Son derecede gururlu, kibirli, hareketli bir şekilde görünmektedir. Biz bunu yakın geçmişte her gün görebiliriz. Bu kibirlenme, bazan gemsiz ve alay edilecek bir dereceyi buluyor. Ermeni ve Fransız dahilerini aynı seviyede gösteren İstanbullu hatibi dinleyiniz! Son yıllarda en alçakça rezaletlerle parlamış olan ve Tiflis milliyetçilerinin yayın organı olan bir gazeteye, İstanbul muhabirinin, en barışmaz bir Türk düşmanlığıyla, derin bir zevk ve sevinçle yazdıklarını görünüz: 'Türk'ün aklı yoktur', 'Türk başı bozuk bir ırktandır', 'Türk nerede hüküm sürerse, orası hemen yıkılır, yok olur' gibi son derecede tertipsiz, anlamsız cümleler. İstanbul, Mısır ilah...gazetelerinin sayfaları da, aynı tahrik edici Türk düşmanlığıyla doludur.'' (s. 564)

Bir asır sonra görünüm aynıdır.

Sonsöz olarak kayda geçirmek isterim ki; yılın belirli günlerini belirsiz iddialara ayırarak ileriye gidemeyiz. Başımız dik, alnımız açık bir şekilde geleceğe bakmalı; geçmişin tarih olamamış bataklığından, geleceğin başarılacak hedeflerine odaklanmalıyız!

 


 

Yorum Gönder

0 Yorumlar