Tarihi Kurmak başlığını verdiğim ve "gittiği yere kadar" yazmaya niyetlendiğim yazıların ikincisindeyiz. Aslında birinci yazı bu olmalıydı ama bana tarihi yeniden kurmamızı düşündüren ilk hadise Gezi Parkı ve bunun kökeni de 12 Eylül travması olduğundan, aklıma esen yerden giriş yaptım. Şimdi, ikinci yazıda ilk yazının bir kısım boşluklarını doldururken biraz daha "teorik" takılacak, üçüncü yazıyla da -muhtemelen- bir başka pratiği masaya yatıracağım.
"Muhtemelen" ibaresini tesadüfen seçmedim. Çünkü bu yazı serisinin nerede başlayıp nerede biteceğini ben de bilmiyorum. Bildiğim; Türkiye'nin kabul edilebilecek seviyenin çok üzerinde hatalı bir tarih anlayışına sahip olduğu... Bu durumu yakaladığım örneklerden hangisi beni konuşmaya ikna ediyorsa, onun peşine takılarak tartışıyorum. İşin ucunun nereye çıkacağını, "tarihi kurmanın" nerede biteceğini ben de bilmiyorum. (Bkz. İlk yazı)
Bu "post-modern" girişten sonra, lafa girebiliriz.
Zaman, mekân ve insan. Tarih; bunların hangisinin ötekileri daha çok etkilediği muhasebesinden ibarettir. Geçmiş ise merkeze insanı ve o insanın anlattıklarını (doğru ve yanlış) alan bir düşünce kurma biçimidir. İnsanlar; gelecekten korktukları zaman geçmişe dönerler. Bir de meşruiyet devşirecekleri vakit... Tarihle geçmişin ortaklaşıp birbirinin içine girdiği yer de tam burasıdır: meşruiyet ihtiyacı.
Geçmiş; hesaplar kapandığında, kavgalara ara verildiğinde, çıkar sağlama ihtimali ortadan kalktığında ve artık para etmediğinde tarih olur.
Bazen iki saatlik geçmişe sahip olaylar tarih olurken, bazen iki asırlık geçmiş tarih olmaz.
"Şeytanın yeryüzündeki gölgesi" Henry Kissinger'a meşhur Çin gezisinde Fransız İhtilaliyle ilgili ne düşündüğünü sormuşlar. Üstad "Bunun hakkında konuşmak için henüz çok erken" demiş, 70'li yılların başında. Aradan 50 sene "geçmiş" olmasına rağmen, hâlâ aynı cevap geçerlidir. Henüz Fransız İhtilali hakkında konuşmak için çok erken. Çünkü; İhtilâl-i Kebir, kürre-i arzı etkilemeyi sürdürüyor. Bu yüzden Fransız İhtilali henüz tam anlamıyla tarih olmamıştır.
Bugüne bir etkisi olmasa da üzerinden çıkar sağlama ve kavgaya meze yapma kapasitesi sayesinde Ermeni Tehciri de geçmiş olmasına rağmen tarih olamamıştır.
Geçmiş ve tarihin "meşruiyet devşirme" noktasında iç içe girme durumuna en iyi örneklerden birisi Sultan Abdülhamid'in hâl edilişidir. Yani, tahttan indirilişi... Fransız İhtilali'ni bütün dünya tarihleştirmeyi başaramamış, Ermeni Tehciri bir asrı aşkın süredir hiç durmadan konuşulmuşken; Sultan Hamid'in hâllinde bizim için bambaşka bir ibret vesikası yatmaktadır. Buna Türk'ün imkansızı mümkün kılma başarısı da diyebiliriz.
Çünkü; Abdülhamid'in tahttan indirilişi aslında tarih olmuş bir hadiseydi. Sonra meşruiyetini Abdülhamid'den alan bir iktidar memleketi idare etmeye başladı. Bir de üstüne 15 Temmuz Darbe Teşebbüsü yaşanınca Abdülhamid'in hâl edilişi yüz sene evvel yaşanmış bir tarihi hadiseden; daha dün yaşanmış, dolayısıyla yarın da yaşanabilecek geçmiş statüsüne alındı. Böylece geçmiş hadiseleri tarihleştirmeye çalışan milletlerin karşısına, tarihi hadiseleri geçmişleştiren millet olarak çıktık. İmkansızı mümkün kılma başarımız budur.
(İktidarın tarih algısına verdiği zararlardan şurada biraz söz etmiştim: Tarihe El Ense Çekmek.)
Çok daha eski zamanlardan kalma olaylar arasında "tarihleştirmeyi" beceremediklerimiz, daha doğrusu tarihleştirmek istemediklerimiz de vardır. Onlara gelmeden tarih yapmayı başardığımız birkaç nadir örneği es geçmeyelim:
Mesela; Tanzimat Fermanı'nın ilanı, 2. Mahmud'un fes giyme kararı ve Viyana Kuşatması tarih olmayı başarmış nadir hadiselerimizdendir. Bunların tarih olması da tesadüf değildir. Mesela; Avusturya'yla halihazırda sınır komşusu olmadığımız ve dolayısıyla kafamıza göre Viyana önlerinde ordumuza abdest aldıramayacağımız için Viyana Kuşatması tarih olmuştur. Fes yerine şapka, Tanzimat'ın ikircikli düzeni yerine de Cumhuriyeti geçirebildiğimiz içindir ki, bu olaylar tarihleşmeyi başarabilmiştir.
Fakat İstanbul'un Fethi'ni bir türlü tarihi bir hadise olarak kabul edebilmiş değiliz. İstanbul'un altını üstüne getiriyoruz, nüfusuyla oynuyoruz, kafamıza göre gökdelenler dikip silüetini bozuyoruz, ondan sonra da "İstanbul bizim hemşehrim" diye cümle aleme meydan okuyoruz. Bizim olmasa tüm bu kepazelikleri bize yaptırmayacaklarını düşünmüyoruz. Toplam nüfusu İstanbul'un yarısı kadar olan Yunanistan'da üç tane serseri "Konstantin'in Şehri'ni kurtaracağız" deyince de bunları ciddiye alıyoruz. Yahu, bırakın bunu söyleyenleri, topluca Yunanistan'ı getirseniz ve bizim orduyu sınırdan çekseniz de bir şey olmaz. Ha bir şey olur! Tarlabaşı semtinde Yunan generali kıyafetiyle dolaşan Türkler... Dünyanın en hızlı asimilasyon çalışması yaşanır ki, Çinliler bile hayret ederler! Biliyorsunuz Çinliler, asimilasyonu pek bir severler.
Yine Anadolu'ya dün gelmişiz gibi, burayı fethedişimizi efsaneleştirmeye gayretleniyoruz. Ama buna girmeyeceğim. Tarihi hadiseleri "efsane olarak" anlatma merakımız ise lâf edilmeyecek gibi değil. Tarih tabii ki bir hikâyeler bütünüdür. Efsaneler de bir çeşit hikâye sayılırlar.
Fakat efsane ve hikâye arasındaki fark; hikâyenin belirli sınırlara sahip bulunmasıdır. Efsanenin sınırı yoktur. Sınırı olmayan şeylerden hikmet çıkarılmaz. Bu yüzden efsanelerin tutarlı olma kaygıları da yoktur. Bilakis hikâyeler tutarlı olmak zorundadırlar.
Bir eşkıyadan aristokrat yaratamayacağınız gibi, mesela Yavuz'u Mısır Seferi'ne uçakla gönderemezsiniz. Çünkü gerçeklerle uyuşmazlar, yani kolayca yanlışlanabilirler. Fakat bizde ikna edilmeye uygun bir kitle bulduğunuzda Kanuni'nin Mohaç Muharebesi'ni uydu görüntüsü vasıtasıyla idare ettiğini bile söyleyebilirsiniz.
Bunun sebebi kelimenin tam anlamıyla "ipini koparanın" tarihe de ipini koparması gereken bir varlık muamelesi yapmasıdır. Tarihe basitçe tarih olarak değil, "ortaya çıkarılması gereken sırları olan, sürekli gizlenen, her şeyi bilmemize imkan verecek olan" sihirli bir küre olarak bakmalarıdır. Bu yüzden sürekli okşarlar. Yine de küre istediklerini göstermez.
Zaman, mekân ve insan demiştim. Verdiğim örneklerde genellikle insan ve zaman üzerinden gittik. Aslında bunu yapmaya mecburduk. Çünkü bizim tarih anlatımızda ciddi mekân sıkıntısı vardır. Bu sıkıntı; hangi olayın nerede yaşandığı ezberinin çok ötesinde, mekânların insanlar üzerindeki etkisini bile görmek istemeyen bir hüviyettedir. Galiba bir istisna olarak, Osmanoğulları'nın kardeş katlini bıraktıktan sonra kafeste büyüyen şehzadelerini örnek verebiliriz. Bunu bile, yani bir noktada imparatorluğun en tepesine oturmuş ve tek karar verici mevkiinde bulunan adamların tahta çıkmadan önce neredeyse hiç yaşamamış oluşunu bile, atlamaya meyilliyiz. Çünkü mekânlara saygımız yok.
Saygı duymadığımız için ezip parçalamakta, daha fenası, yok saymakta bir beis görmüyoruz. İstanbul'a ettiklerimize yukarıda değinmiştim ama bunun ne zaman başladığını söylemedim. 1940'ların sonu, 50'lerin başında... Yani, "alternatif" tarih yazımının filizlendiği ama "resmî" tarihin de papağan gibi kendisini tekrar etmeye başladığı zamanlarda... Sizce tesadüf mü?
Nereden başlayıp nereye geldik. Serinin sonraki yazısında bugün bıraktığımız yerden devam edeceğiz. Bakalım "tarihi kurma" çabamız nasıl ilerleyecek?
0 Yorumlar