| Türk Kültürü ve Milliyetçilik |
Yakın zamanda Erol Güngör'ün "Bir Zihin Yapısının Tahlili" başlıklı makalesini paylaşmıştım. Beklediğimden fazla ilgi gördü. Bunun üzerine kitap-kritik yazılarına Erol Güngör'ün bir eseriyle devam etmeye karar verdim: Türk Kültürü ve Milliyetçilik.
Yazıya başlamadan önce bu serinin diğer iki yazısını da hatırlatmak istiyorum. İlki Falih Rıfkı'nın Zeytindağı kitabı üzerineydi. İkincisi ise Esat Uras'ın Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi eseri hakkındaydı. Bu yazının da dahil olduğu - ve inşallah gelecek yazılar için de geçerli olacak- bir tespit yapmam gerekiyor. Bu yazılar aslında tam anlamıyla kitap-kritik değildir. Normalde kitap eleştirilerinde daha az alıntı, daha fazla yorum vardır. Benim yazılarımın alıntı sayısının fazla olma sebebi bu kitapları "özetleme" kaygısı değil, tanıtma amacıdır.
Gerçi lafımı hiçbir yazardan esirgemesem de, bu seride biraz frene basarak yazdığım doğrudur. Çünkü seçtiğim kitaplar alanında önemli eserlerdir. Bir de şu ana kadar konu ettiğim kitapların yazarları bu dünyayı terk etmişlerdir. İnsan kendi sözüne kıymet veriyorsa ölülerle fazla uğraşmamalıdır. Biraz da bu sebeple itidalli yazmak zorunluluğu doğuyor. Yine de kitap eleştirilerinde olması gereken her noktaya dikkat ettiğim içindir ki, bu seriye kitap-kritik ismini vermekte ısrar edeceğim ve belirli aralıklarla seriyi sürdürmeye gayret edeceğim.
Yazar Hakkında
1938'de Kırşehir'de doğan Erol Güngör, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ni bitirdi. (1961) Sosyal psikoloji alanında uzmanlaşan Güngör, henüz asistanlığı döneminde çeviri ve telif eserler vermeye başladı. Profesör olduktan yalnızca dört sene sonra Konya Selçuk Üniversitesi rektörlüğüne tayin edilen Erol Güngör, 1983'te geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti.
İngilizce ve Fransızca bilen Güngör; Sosyal Psikoloji ve Batı Düşüncesindeki Büyük Değişme gibi çevirilerin yanısıra; Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, İslam'ın Bugünkü Meseleleri, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak gibi telif eserlere de imza attı. Sosyoloji, psikoloji ve sosyal psikoloji alanlarında yayın yapan dergilerin çoğunda makalelerini yayınlayan Güngör, döneminin milliyetçi dergilerinin de neredeyse tamamında yazılar yazdı.
Türk Milliyetçiliğindeki Yeri
Erol Güngör'ü, milleti sosyal olaylar ve olgular temelinde değerlendiren "sosyolog milliyetçiler" ekolünün üçüncü kuşağı olarak buluyoruz. Bu ekolün önceki temsilcileri aynı zamanda Güngör üzerinde en fazla tesiri görülen iki isimdir: Ziya Gök Alp ve Mümtaz Turhan. Nitekim bugün konu ettiğimiz Türk Kültürü ve Milliyetçilik kitabında uzun sayılacak bir Gök Alp kritiği yapmakla beraber, eserini "Prof. Mümtaz Turhan'ın aziz hatırasına" ithaf etmiştir.
Erol Güngör; ilmî disiplinden kopmadan yazdığı yazılarında ve kitaplarında daima temiz ve vuzuha ermiş bir Türkçe kullanır, yorulmadan kültür vurgusu yapar. Özellikle ilmî disiplin konusunda hocası Mümtaz Turhan'dan, milliyetçilik ve kültür bahsinde yazma ısrarı hususunda - her zaman aynı fikirde olmasa da - Ziya Gök Alp'ten etkilendiği görülür.
Erol Güngör, Türk milliyetçiliğini yenilememiştir. Erol Güngör Türk milliyetçiliğinin daima yenilenebildiğini göstermiştir. İkisi farklı şeylerdir. Kimi "eski öğrencilerinin" hocalarının milliyetçiler üzerindeki etkisi münasebetiyle bu ayrımı çok zaman atlayıp, kendilerine alan açmaya çalıştıkları görülüyor. Bu her şeyden önce ayıptır. Hem Erol Güngör'ün hakikaten aziz olan hatırasına, hem de Türk milliyetçiliğinin asırlık tarihine yapılabilecek ender bir terbiyesizlik örneğidir. Beni bu yazıyı yazmaya iten sebeplerden birisi de budur. Türk milliyetçileri, kendi içlerinden çıkan değerlere sahip çıkmaya muktedirdir.
Güngör Türk milliyetçiliği düşüncesi içerisinde yıllardır değerini muhafaza ediyor. Yazdığı son cümlesi de "yanlışlanana dek" bu değerini koruyacağa benziyor. Ve tarihin Erol Güngör'ü yanlışlamak için hiç de acele etmediği görülüyor.
Kitap Hakkında
Ötüken'in bastığı kitap (2002 tarihli 15. basımı esas alıyorum) 236 sayfadan mürekkep ve altı ara başlıktan oluşuyor. Bölüm başlıkları şunlardır; Milliyetçilik ve Halkçılık, Millî Kültürün Dünü ve Bugünü, Bir İnsan ve Bir Kültür, Millet ve Din Hayatı, İnsanımızın Kaynağı, Koptuğumuz Dünya.
Tek bir konu etrafında yazılmış tekdüze bir eserden bahsetmiyoruz. Daha çok bir makaleler seçkisi diyebiliriz. Erol Güngör kitapta; batılılaşma serüvenimizi, kültür ve medeniyet kavramlarını, din ve devletin milletimiz nezdindeki önemini, milliyetçiliği, cemiyeti, siyaseti, Türk münevverini, Türkiye'nin yerini ve kültürün temeli dili metodolojiye sadık kalarak tartışıyor.
Yazarı hayattayken son baskı tarihi 1980 olarak görünen kitabın bazı yerleri şüphesiz zaman içinde aşınmıştır. Bazı bölümlerin daha yazıldığı dönemde bile çok da iyi olmadığı söylenebilir. Fakat kimi pasajlar var ki sanki bugün yazılmış gibidir.
Kitap bir makaleler seçkisi olması hasebiyle az sayfayla çok şey anlatmayı hedefliyor. Kelime erezyonuna tutulmasa da, cümlelerin tasarruflu kurulduğu açıktır. Fakat konuyu makale makale anlattığı ve kısacık kitabın içinde birbirinden farklı konulara temas ettiği için, biraz daha geniş ele alınsa ortaya belki bir şaheser çıkarmış dedirtiyor. Ne yapalım, kader böyleymiş. Belki dördüncü veya beşinci nesil sosyolog milliyetçiler bu eksiklikleri kapatacak şaheserler yaratırlar.
Kitabın dili anlaşılır ve açık olduğu için alıntıları aynen aktaracağım.
Kitaba Geçmeden
Yukarıda da değindiğim gibi kitaptaki kimi pasajlar sanki bugün yazılmış gibidir. Bu durum beni "zaman" ve "kader" kavramları üzerine düşünmeye yöneltti. Tabii ki feylesoflar gibi bir düşünüşten bahsetmiyorum. Karabudunun aklı ne kadar keserse, o kadar... Yazının çeşitli yerlerinde zaman kavramına döneceğim. Sonuç bölümünde de tabii ki birkaç şey söyleyeceğim. Bunu bir "önbilgi notu" olarak kabul edin.
Kültür ve Medeniyet
Kitap; kültürü hem çalışma alanı hem de milletin temeli kabul eden bir yazarın elinden çıktığı için, özellikle "kültür" kavramına verdiği karşılık büyük önem kazanıyor.
Güngör kültürü şöyle tanımlıyor: "Bir cemiyetin kültürü, birarada yaşayan insanların hayatın muhtelif problemlerine karşı denedikleri çözüm yollarından meydana gelmiştir. Bu çözüm tarzlarının bir kısmı zamanla sabit hâle gelerek cemiyetin bütününe mal olur ve onun kültürünü teşkil eder. Mamafih, sosyal ilimlerde kültürden bahsedilirken bu müşahhas âlet ve usûllerden ziyade, onların arkasında mevcut bulunduğu farzedilen manevî unsurlar (inançlar, norm ve kıymet sistemleri) anlaşılır. Çeşitli cemiyetleri kültür bakımından ayırdeden şey onların kullandıkları âlet ve vasıtalardan ziyade bu âlet ve vasıtaların gerisindeki zihniyet veya manevî kıymetler bütünüdür." (s. 33)
Biz de kadîm kültüre sahip milletlerdeniz. En uzun süreli devletimiz olan Osmanlı İmparatorluğu, bu kültürün zirvesini teşkil eder. Peki bizim kültürümüz, özellikle Osmanlı zamanında nasıldı?
"Modern medeniyetin gelişmesinden önceki klâsik cemiyetlerde kültür değişmeleri çok yavaş bir seyir takip ediyordu ve cemiyetler arasındaki kültür alışverişleri bunların mevcut bünyelerinde sarsıntıya meydan vermeyecek cinsten unsurlar etrafında cereyan ediyordu. Klâsik cemiyette bu durgunluğa paralel olarak, eğitimin gayesi de geleneksel kültür kıymetlerini yaşlılardan gençlere aktarmaktan ibaret kalıyordu. Bizim Osmanlı Cemiyeti böyle statik bir âhengin en güzel örneğini teşkil eder. Tahsil ve tecrübe sonunda idareci-münevver tabakasına geçen insanları halktan ayırdeden husûsiyet, bilgi ve kabiliyet farkıdır; üst tabakayı meydana getirenler, padişah da dahil olmak üzere, bir ve aynı kültürün en ince ve en işlenmiş tarafını temsil ederler. Dünyaya, tarihe, kendi kültürlerine ve yabancı kültürlere karşı tavırları halkın tavrından pek farklı değildir." (s. 27)
"Kültür değişmesi" hem Güngör'ün hem de hocası Mümtaz Turhan'ın üzerinde önemle durduğu ve çalıştığı konuların başında gelir. Ama değişen kültürümüzden önce "medeniyet" kavramını da yerli yerine oturtmamız gerekiyor.
Bizde çokça tartışılan kültür-medeniyet ayrımını "gaye ile vasıta arasındaki farktan ibaret" (s. 103) gören Güngör; matbaanın medeniyetin; kitabın ise kültürün öğesi olduğunu söylüyor.
Medeniyet daima tek yönlü yani ileriye doğru seyreder (s. 104) diyen Güngör, kültür için aynı durumun geçerli olmadığını iddia ediyor ve şu alıntıyla iddiasını ispatlıyor:
"Kültür sahasında eski ve yeni tâbirlerinin objektif manâsı yoktur, bu tâbirler sadece iki şey arasındaki zaman farkını gösterir. Kültür kıymetleri kendi başına gaye olan şeyler oldukları için bunlar hakkında vakıa hükmü değil, kıymet hükmü verilebilir. Nitekim kültüre ait eserlerin tarih içindeki gelişmesinde tek istikametli ve ileriye doğru bir gidiş görülmez. Âşık İzzet'in Karacaoğlan'dan ve Attila İlhan'ın Nedim'den daha iyi şair olduklarını söyleyemeyiz, halbuki bunlar arasında geçen zamanda teknolojik veya medenî gelişmeler daima eskisinden daha mükemmel olmuştur. Bugünkü Yunanistan'ın medenî seviyesi Eski Yunan'dan iki bin yıl daha ileridedir, ama bugünkü Yunanistan'da Fidyas ayarında bir heykeltıraş veya Eflâtun çapında bir filozof yoktur. İstanbul'daki Bayezid meydanını bugünkü hâle getiren mimar, Bayezid Camiini ve külliyesini yapan mimardan dört yüz elli yıl sonra gelmiştir; yani ikisi arasında bu kadar yıllık bir medenî terâkki vardır. Fakat yaratılan kültür eseri bakımından arada dört yüz elli yıldan daha fazla bir gerileme olduğu açıkça görülüyor." (s. 105)
Bu gerilemenin sebebini; kültümüzün hırpalanmasında, kesikler yemesinde bulan Güngör bunun günlük hayattaki çatışmaları da etkilediğini söyler: "Eğer bizim eskilerle olan kültür bağlantımızda büyük ve fecî bir kopukluk olmasaydı, bugün eski-yeni kavgası diye manâsız bir çatışma da olmayacaktı." (s. 115)
Kültürümüzün kesikliğini de muhteşem bir örnekle açıklar: "Yahya Kemal Itrî'den bahsederken manâlı şeyler söylüyordu; biz bugün Itrî'yi överken boş lâf ediyoruz, çünkü onu duymak ve anlamaktan çok uzağız." (s. 113)
Batılılaşma - Modernleşme
Kültürümüz neden yaralandı? Ne oldu da kesikler yedi? Erol Güngör'ün de değindiği üzere zorunlu olan batılılaşma politikamız yüzünden. Batılılaşmanın, her ne kadar zorunlu da olsa, bizim için ne ifade ettiğini şu paragrafta kâmilen açıklar:
"Bizim batılılaşma gayretlerimiz parçalanmak üzere olan bir memleketin kurtuluş çırpınmaları halinde süre gelmiştir. Karşısına çıkan bütün kuvvetleri çığ gibi ezen ve müthiş bir süratle ilerleyen Batı Medeniyeti bize sadece yeni bir teknik ve zihniyet inkılâbı olarak değil, aynı zamanda memleketimizi parçalamaya çalışan ordular halinde girdi. Savaşlarda ardı ardına yenilmemiz, topraklarımızın birer birer elden çıkması karşısında mevcut bünyemizi süratle değiştirmek zorunda idik." (s. 38)
Yani, bir taraftan Avrupa'yla savaşıyor, öteki taraftan bu medeniyeti benimsemeye çalışıyorduk.
Konuyla ilgili en dikkat çekici tespitlerinden birisi şudur: "(...) sosyal değişmenin ana unsurlarının her cemiyette aynı neticelere yol açacağı hakkındaki yanlış kanaat da fuzulî gayretlere karşı fuzulî mukavemetler doğurmaktan başka işe yaramamıştır." (s. 92)
Evet, "fuzulî gayretlere karşı fuzulî mukavemetler"... Bu tabir; yalnız batılılaşma serüvenimizin değil, "modern" Türk düşüncesinin ve hatta Türk siyasetinin de özeti kabul edilebilir.
Güngör, Avrupalılaşmak ile modernleşmek arasına kalın bir çizgi çeker: "Avrupalılaşma taraftarlarının iddiaları herşeyden önce objektif tahlile gelmeyecek kadar vuzuhsuzdur. Avrupa diye yekvücut bir kültür veya medeniyet yoktur; hepsi de modern medeniyeti şu veya bu derece temsil eden çeşitli millî kültürler vardır. Avrupacıların iktibas etmek istedikleri şeyler bu medeniyete ait değerler ise, o takdirde Avrupalılaşma tezi millî kültürün inkâr edilmesini gerektirmez." (s. 91)
Düşünce Dünyamız
Kelimenin neredeyse tüm anlamlarıyla "zorlanan", düşünde ayrışan bu ülkenin düşüncesi nasıldır?
"İki yüz yıllık siyasî düşünce tarihimiz tıpkı devletimizin iki yüz yıllık siyasî tarihi gibi şaşkınlıklar, hayal kırıklıkları, ümitsizlikler ve devamlı bir perişanlık halindedir." (s. 79)
Bu perişanlık etkisini en fazla gençler üzerinde gösterecektir:
"Yakın zamanlara kadar merkeziyetçi-otoriter idarenin monolitik bünyesi kendi içine giren herkesi eritebilecek kadar kudretli ve sağlam görünüyordu. Türkiye'deki ve dünyadaki değişmeler bu monolitik bünyenin siyasî kadrosunu dağıtmış olmakla beraber, henüz bu kadronun temsil ettiği zihniyet yerine gerçekçi ve ilerici bir düşünce geleneği kurulamadı. Geçmişteki başarısızlıkların tesirini en çok yeni nesiller hissettiği için en çok isyan eden de onlar oluyor. Buna rağmen ortaya sürülen alternatiflerin birer kalıp değişikliğinden ibaret olması, gençlerin de eski düşünce alışkanlığına esir edildiklerini göstermektedir." (s. 53-4)
"Yakın zamana kadar" kaydıyla bahsettiği "merkeziyetçi-otoriter idare" Tek Parti iktidarıdır. (CEHAPE) Fakat hepimizin aklına başka bir şey geldi değil mi? Zaman ne çabuk geçiyor derler ya, anlaşılan bazen başladığı noktaya dönmek için hızlanıyor bu zaman denilen... "şey".
Gençlerden devam edelim. Güngör "zamanın" gençliğini tanımlıyor:
"Onlar da kendilerinden öncekiler gibi kurtarıcılık ve hocalık dâvası içindedirler; dağarcıklarına konan bir avuç ve hepsi yanlış bilgilerin Türkiye'yi refaha kavuşturacağına, bunun için de herhangi bir vesile ile iktidara geçmenin yeteceğine inanıyorlar. Hepsi de yetersiz buldukları bir ideolojinin yerine bir başka dogmatizm bina etmek hevesindedir." (s. 54)
Neden bu kadar fazla "ideoloji", "dogma", "siyaset" diyoruz? Bu fasid daireye tıkılmamızın sebebi nedir?
"Hazır veya kolay aldığımız medeniyet ile yabancı kaldığımız kültür sahalarında varlık gösterme imkânı kalmayınca, gücümüzün büyük kısmını ideolojik faaliyete harcamamız pek tabiî idi." (s. 107)
Güngör bunları yazdıktan sonra, "hazır alma" alışkanlığını çılgınlığa çevirirken; kültür sahasında azıcık kalan varlığımızı da bir nevi noktaya kadar indirdik. Buradan okuyunca, her şeyi "siyaset etme" hevesimiz pek de şaşırtıcı gelmiyor. (Daha önce yazmıştım. "Siyaset etmek" katletmek manasında kullanılırdı, şimdi anlamı genişledi.)
Siyaset demişken şu tesbitini de paylaşmadan geçmeyeyim: "(...)Türkiye'de mühendislik işlerini genellikle kalfaların, politika işlerini de mühendislerin yaptıklarını hatırdan çıkarmayalım." (s. 192)
Münevverin Hâli
Peki bizi bu cendereden çıkartacak, fasid daireleri yıkacak, gözlerimizi ufkun genişliğine çevirip yüreğimizi ve zihnimizi rahatlatacak olanın, yani münevverin hâli nicedir?
"Türkiye için meselenin en korkunç tarafı da münevverin uzun yıllar içinde bu esareti iyice benimseyerek tıpkı yüzyıllarca sömürge idaresi altında yaşamış gibi düşünmeye ve davranmaya alışmış olmasıdır." (s. 34)
"Sömürge münevverinin" bir de hastalığı vardır: "Reformculuk bilhassa geri kalmış memleket münevverlerinin bir hastalığı olduğu için, bu tiplere bizde çok rastlanıyor." (s. 163)
Erol Güngör'ün münevvere eleştirisi burada bitmez. Sosyal psikoloji alanının mühim temsilcilerinden olan Güngör, münevveri "çocuk" olarak görür. Ama bildiğimiz çocuklardan değil: "...fakat onlar hafızalarını kaybederek yeni bir şahsiyet kazanmak sevdasına kapıldıkları için kendi kendilerini çocuk durumuna düşürdüler." (s. 64)
Ortaya güzel şeyler çıkmasa da, genel bir çerçeve çizmekten çekinmez:
"Bunca yıllık gayretlere ve hürriyete rağmen Türkiye'de fikir hayatı son derecede sönük kalmıştır. Tek partili inkılâp idaresi zamanında zaten bir fikir hayatı olamazdı; demokrasi devrinde ise kalkınma ile eğitim arasındaki münasebet yine yanlış anlaşıldığı için, ilim ve fikir adamı yetiştirecek yerde okuma-yazma bilen cahiller yetiştirmek üzere milyonlarca lira sarfedilmiş, yüzbinlerce Türk çocuğu en güzel yıllarını boşu boşuna geçirmiştir. Türkiye hâlâ bütün köylü vatandaşlara okuma-yazma öğrettiğimiz veya liseye gelmiş herkesi üniversite mezunu ettiğimiz takdirde cehaletten kurtulacağımızı zanneden cahil vatandaşlarla doludur. Böyle bir memlekette fikir münakaşası yerine ideoloji kavgalarının ön plâna geçmesi elbette tabiî karşılanmalıdır. Fikir münakaşası fikir sahibi kimseler arasında olur, ideolojik kanaatlar arasında münakaşa bahis konusu değildir; onlar sadece kavga veya harp ederler. İşte bu yüzden Türkiye'de demokratik sosyalizm yerine marksizm, modernleşme yerine züppelik ve dejeneresans, dilde gelişme yerine uydurmacılık veya ırkçılık, muhafazakârlık yerine devekuşu politikası, iktisadî kalkınma yerine kapalı ekonomi hasreti, geniş perspektifli ve ağırbaşlı bir dış politika yerine, ya korkaklık, ya kabadayılık gösterileri hâkimdir." (s. 219)
Tanıdık geldi mi?
Çözüm Anahtarı
Bunca olumsuzluk, yani; sömürge münevverleri, her şeyin siyasallaşması, hazır alma sevdası, beklenen atılımın bir türlü yapılamaması ve en tehlikelisi milletin yarılması... Bunların hiçbirisi Güngör'ün gözünü yıldırmaz. Çünkü o "kurtuluşun" değilse bile, toparlanmanın anahtarını bilmektedir:
"O kadar köklü ve kuvvetli bir millî kültürümüz var ki, elbette kendisinden kopmaya çalışan çocuklarını birgün hizaya çeker." (s. 137)
Kültür bunu nasıl yapacak? Ona sahip çıkanlar eliyle. Yani, milliyetçiler. Peki, nedir bu milliyetçilik?
Milliyetçilik
"Milliyetçilik, millî kültürü bizzat bir medeniyet kaynağı haline getirmek ve cemiyeti soysuz değişmelerin açık pazar yeri halinden kurtarmak hareketidir. Binaenaleyh milliyetçilik aynı zamanda bir medeniyet dâvasıdır." (s. 100)
Türk milliyetçiliğini anlamak için, en azından bir ayağınızın bu topraklara basıyor olmasının gereğini de layığıyla vurgular:
"Türkiye'nin tarihî kaderi onu Avrupa milletlerinden ayırdığı gibi, henüz istiklâline kavuşmuş Afrika, Asya ve Balkan milletlerinden de ayırmıştır. Bu yüzden, milliyetçilik hakkında yazılan eserlerin pekçoğu Türkiye konusunda münevverlerimizin kafasında çok yanlış kıyas ve benzetmelere yol açmaktadır. Biz büyük bir imparatorluğun ve büyük bir medeniyetin çocuklarıyız, bizim milliyetçiliğimiz sömürgecilerin işgalinden kurtulmak ve devlet kurmak için yapılan siyasî istiklâl mücadelelerine, yahut sıfırdan başlayarak millî kültür yaratma hareketlerine benzemez." (s. 10)
Dilde Türkçecilik akımından bahsederken, çok önemli bir noktaya, "Türkçülerin zaman perspektifine" temas eder:
"Dikkat edilirse, Türkçecilik cereyanı kültürün de devamlılığı prensibini hiçbir zaman ihmal etmemiştir; Türkçülerin zaman perspektifi içinde geçmiş, bugün ve gelecek arasında herhangi bir kesinti yoktur. Onların kullandıkları malzeme millî hayatın gerçek unsurlarına, yani hafızalardan silinmemiş bir geçmişe, yaşanan bir bugüne ve bütün milletçe hayal edilen bir geleceğin zaruretlerine dayanıyordu." (s. 42)
"Zamanın birliği" bahsini en fazla vurgulayan Türkçü yazar Nihâl Atsız'dır. Yağmur Atsız, "Ömrümün İlk 65 Yılı" isimli otobiyografik kitabında liseden arkadaşı Erol Güngör'den "evin ilave oğullar tâifesinden" şeklinde bahsediyordu. Bu alıntıdan anladığımız kadarıyla; zamanda birlik vurgusunda ve Güngör'ün bir sosyolog olarak esas çalışma alanı olmayan Türk tarihini bu denli rahat kavramasında Atsız'ın etkisini tespit edebiliyoruz.
"Kitaba Geçmeden" ara başlığında dediğim gibi; yazı boyunca zaman kelimesine kimi olumlu kimi olumsuz, kimi parçalı kimi bütün çok fazla vurgu yaptığım fark edilmiştir. Bunun sebebi birazdan okuyacağınız alıntıdır. Çünkü bu alıntı, yazının tamamı gözönüne getirildiği vakit, zaman üzerine hakikaten düşünmemiz gerektiğini gösterir önemdedir ve 1970'lerin sonunda yazılmıştır:
"Türkiye'de bu yeni millî kültür ve millî tarih görüşünün muayyen bir kadrosu ve teşkilâtı olmadığı için belli bir programı da yoktur. Fakat birbirinden ayrı yerlerde yine birbirinden farklı tohumlarla filiz veren yeni harekette bazı ana çizgiler tesbit etmek mümkündür. Yeni hareket herşeyden evvel milliyetçidir, yani Türk millî kültürünü dış kuvvetler karşısında bir varlık olarak ortaya çıkarmak ve geliştirmek iddiasındadır. Bütün milliyetçi hareketler gibi bu da kültürün devamlılığı esasından işe başlamaktadır; milletimizin hüviyet değiştirmesinde fayda görecek yerde kendine -halka- dönmesini ve dünden bugüne intikal eden kültür mirasına sahip çıkmasını tercih etmektedir. Türk münevverinin kendi milleti ile barışması için olduğu kadar dünyada eski şahsiyetli mevkiimizi kazanmamızın da ancak bu sayede mümkün olacağına inanmaktadır. Yeni hareket iktisadî kalkınma gayretini ideoloji haline getiren her türlü entellektüel budalalığın karşısındadır; iktisadî hayatı sosyal hayatın bir parçası olarak görmekte ve iktisadî değişmeden ziyade kültür değişmesine önem vermektedir. Yeni hareketin fikir öncüleri Türk milletinin bir başkasını model almayacak kadar orijinal bir medeniyete sahip olduklarına inanmaktadırlar. Bu medeniyetin billûrlaşmış kıymetlerini kimi roman, kimi sinema eseri, kimi ilmî araştırma, kimi dinî eser halinde ortaya çıkarmakta ve işlemektedir. Onlara göre Türk kültürüne dönüş hareketi geçmişi diriltmek veya maziyi yaşamak gibi psikolojik tatmin hareketlerinden ayırdedilmelidir, bu tamamen rasyonel ve ilmî bir düşünüşün gereği olarak görülmelidir. Geçmiş yüzyılların yarattığı millî kültür halk içinde yaşayan canlı bir realite olduğu için belki burada "dönüş" kelimesini kullanmak bile doğru olmaz." (s. 15)
Sonuç Yerine
Bu yazıyı yazmak için Türk Kültürü ve Milliyetçilik kitabını ikinci kez okudum. Yalnızca kaçıncı sayfadan hangi konunun not alınacağına dair iki A4 kağıdı doldurmuşum.
Bunların sadece bir kısmını yazının içerisine dahil ettim. Kitabın esas konusunu anlamak için, tamamını okumak gerekiyor. Yine de eserin ruhunu elimden geldiği kadar aktarmaya çalıştım.
Türk Kültürü ve Milliyetçilik kitabı yalnızca milliyetçiler değil, milliyetçiliği merak eden herkes için başvurulacak kaynaklardan birisi olma özelliğini koruyor. Fakat tekrarda beis yok: bu bir şaheser değildir.
Erol Güngör kesinlikle iyi niyetli bir adamdı. Bugün ülkemizi onun "millî" saydığı bir topluluk idare etmektedir. Fakat bu "yerli ve milli" (ki bu tabirin babalarından birisi de Erol Güngör'dür) topluluk, yine Güngör'ün, "gayr-ı millî" kabul ettiği yönetimlerin hatasına düşmekte, ülkeyi de içinden bir türlü çıkamadığımız bir bunalımda tutmaktadır. Belki de iyi niyetle bu hataların tekrar edilmeyeceğini düşünen yazar, burada fena halde yanılmıştır. Galiba devleti ele geçirip toplumu tahakküm altına almak isteyen aydınların karşısına, toplumun yanında, devlete saygılı bir münevver olarak çıkan Güngör Türk bürokrasisini yeterince tanıyamamış olmanın hatasına düştü. Veyahut da yazdığım gibi iyi niyetine yenildi.
Peki tek suçlu bürokrasi veya siyaset mi? Neden her gelen aynı şeyi tekrarlıyor?
Bunun -en azından şimdiki idarecileri ilgilendiren- nedenini yine Güngör'de buluyoruz. Dilde tasfiyecilik meselesinin dile ve dolayısıyla kültüre zararını şu tek cümleyle açıklıyor: "Gençlerimiz vekar kelimesinin manâsını bilmezler." (s. 59) "Zamanın" gençleri şimdi büyüdüler, memleketi idare ediyorlar. Hâlâ "vekar kelimesinin" anlamını öğrenemediler. Sonra kelime tedavülden kaldırıldı.
İyi niyetli tahminlerin, kötümser senaryoların, ikisinin arasında bir yerlerde sallanıp duran gerçeklerin ortasında "biz", bakalım "biz" neler yapacağız? Zamanın çemberini kırabilecek miyiz? Garip bir tezat: "Zaman" gösterecek.
Umutsuz olmak da, umutlu olmak da insana mahsustur. "Enseyi karartmayalım."
0 Yorumlar