Zaman bazı şeyleri eskitir. Eskiyen yozlaşır. Yozlaşan ise kaybolur.
Milletimiz için kaybı en ağır olan şey ise "ölçü" olmuştur. Ölçü gidince üslûb kayboldu. Üslûb gidince şiir; şiir gidince edebiyat ve edebiyat gidince de dil zarar gördü.
"Ölçüyü kaçırınca"; saygı yok oldu, sevgi tarihe karıştı, birlikte yaşama pratiği zedelendi.
Ölçüsüz binalar şehirlerimizi yaşanır olmaktan çıkardı. Ölçüsüz övgüler insanları çileden çıkardı. Ölçüsüz yergiler kimilerini delirtti.
Ölçü ufukta görünmeyi kestiği vakit, tarih yazımımız da kekremsi bir tat vermeye başladı.
Kerteriz Olarak Avrupa
Sonra bir kerteriz noktası aranmaya başlandı. Bu öyle bir nokta olmalıydı ki; siyasetle çatışmasın, yazarlarla çelişmesin, milletimizi de fazla üzmesin. Çok düşünmeden bulundu: Avrupa.
Son üç yüz senelik tarihimize bakınca "Tanrı olmasaydı da onu icat etmemiz gerekirdi" diyen adama hak veriyorum. Hakikaten bir Avrupa olmasaydı ne yapardık? İcat ederdik (!)
İşin "şakası" bir tarafa, tarih anlatımız Avrupa'dan onay almadan ilerleyemiyor. Yanlış anlaşılmasın, bu sıkıntı bütün tarihimize eşit bir biçimde dağılmıyor. Mesela bu nakısa Kadîm Türk Tarihi sahasında az görülürken; Yakınçağ kürsüleri Türkiye'yi Paris'ten okumaya çalışan manyaklarla dolu. Tabii akademinin bu pejmürde hâli, zaten bir kepazeliğin içinden doğan "alternatif tarihçilere" de rahatlık sağlıyor. Ama haklarını yemeyelim. Onlar daha çok Amerika seviyorlar.
Bazı basit bilgiler vererek ilerlemek gerekiyor. Birincisi Avrupa bizim öğretmenimiz değildir. İkincisi biz bir sömürge değiliz.
Bunları yazarken kastettiğim gürûh her söylediğini Avrupa'dan aşıran veya her yaptığını "Avrupa ne der?" düşüncesiyle ve utanarak yapanlardır. Bu "utanma" tabii ki, "başkasının adınadır". Yoksa altın dişini göstererek sırıtan, taşralı olduğunu belli etmemeye çalışırken kendi kendisinin karikatürü hâline gelen, sabahtan akşama kadar büyük kelimelerle konuşurken gece yatağa yalnızca şahsî çıkarlarıyla giren "Şark kurnazları" fazlasıyla Avrupalıdır (!) En azından suratlarına ayna tutana kadar...
Kelimelerini Kaybeden Millet
Modern tarih Avrupa'da doğmuştur. İki yüz sene evvel. İki yüz sene bir şeyler öğrenmek için yeterli zamandır. Öğrenme devrimizin bitmiş olması gerekiyordu. Yahya Kemal 60 küsur sene evvel "mektepten memlekete dönmek" derken bundan bahsediyordu. Fakat biz dönmek bir tarafa, gittikçe daha çok bağlandık. O derece bağlandık ki, kendi tarihimizi kendi kelimelerimizle anlatamayacak hâle düştük. Kendimize ait kelimeleri bile sahaya süremeyince, kavram üretme imkânımız da ortadan kalktı. Bunun tam üzerine; iktidarın tarlalara üniversite açma, tarihle hesaplaşma gibi "zamanla dövüşen" uygulamaları bindi. Böylece bu terazi bu kefeyi tartmaz hâle geldi. Saydığım şeyler aslında çoğunlukla reaksiyoner, günübirlik ve/veya sonuç diye bakılacak hadiselerdir. Esas sorun ise "derindedir"...
Milletlerin de psikolojileri vardır. Millet anlatısı mitolojik öğeler barındırdığı için geçmişe referans vermekte tereddüt göstermez. Bir "plan" varsa, onun hayata geçirilmesi amacıyla geçmişten örnekler bulunması zararlı bir faaliyet olarak görülemez. Fakat ortada bir plan olmazsa ve herkes kendi uydurduğu geçmişe referans verirse ne olur? Kakafoni!
Bugün bunu yaşıyoruz. Aslında kriz bu derece tek nedenli (plansızlık) ve tek merkezli (Avrupacılık) olsaydı, çözümü nispeten kolay olurdu. Amerika merkezli yayılan ama dikkatli bakarsanız Kuzey Anadolu Fay Hattı kadar Türkiye kokan "post-modernizm" dalgası, sahillerimizden çok düşüncemizi allak bullak etti. Post modernizmin tarihle münasebeti, üzerine uzun uzun konuşulacak bir konudur. Ben bugün en az konuşulan ve en alâkasız duranını konu edeceğim: Politik doğrucu tarih.
Değişik Bir İntihar Biçimi Olarak Politik Doğruculuk
Post modernizm şumüllü (meta) bir kavramdır. Felsefeden edebiyata, siyasetten uluslararası ilişkilere kadar her tarafa uzanır. Şu anda dünyanın hakim görüşü konumundadır. Fakat bir zamandır tökezlemeye, miadını doldurmaya başlamıştır.
Öyle ki, post modern dünyanın en fazla atıf yapılan kelimesi "post-truth" (gerçek ötesi) olmaya başladı. Hatta bu iki kavram birbirlerinin yerine de kullanılıyor. Yani, bugün gerçeğin bir önemi kalmadı.
Gerçek başka türlü olsa da, kalabalıklar bunun tam zıddına inanıyorsa, kalabalıkların sözü makbul kabul ediliyor. Buna popülizm diyorlar.
Eğer; gerçekle, post modern entelektüeller dövüşürse, burada da entelektüellerin dediği doğru kabul ediliyor. Buna da "politik doğruculuk" deniyor.
Politik doğruculuk, kavramlardan çok kelimelere takılan bir kısır döngünün adıdır. Örnek vermek gerekirse; bugün Amerika'da kamuya açık hiçbir yerde "negro" kelimesini kullanamazsınız. Bir siyaha böyle hitap edecek olursanız herkes sizi kınar. Öyle bir kınarlar ki, bir daha konuşmaya tövbe edersiniz. Ama mesela bir siyah öldürebilirsiniz. Bunu o kadar da dert etmiyorlar. Nasıl, şövalye ahlakına uygun bir tutum değil mi? "Öldür ama hakaret etme".
Ülkemize de musallat oldu. Mesela "adam" kelimesini yasaklamaya çalışan bir lobi var. Ve işin komik tarafı ciddiler. Aynı mantıkla fahişeye fahişe diyemiyoruz. "Seks işçisi" diyeceğiz. Tüm bunlar "modernleşme" çabalarına "gavura gavur denmeyecek" yasağıyla başlayan ülkede yaşanıyor. Demek ki bu "politically correct" esasen Avrupalı ve tarihi de Amerikalıların tahmininden çok daha eski(!)
Politik doğruculuk ve popülizmin çarpışmasında tarafsız kalmayı yeğlerim. Çünkü ikisi de bir çözüm sunmuyor. Birisi sorumlu ebeveyn tavrıyla parmak sallıyor ve "fakir komşumuza fakir olduğunu belli etme, e mi yavrum" diyor. Ötekisi de dört yaşında erkek çocuğu yaramazlığı ve ilk defa duyduğu kelimeyi cümle içerisinde kullanma hırsıyla dikleniyor: "Fakir fakir... Bizim komşumuz fakir". Şimdi tam da bu anı donduralım. Ne görüyoruz? Zekâ kisvesine bürünmüş aptallık, güzelin postuna sarınmış çirkinlik, ahlâk kılığını giyinmiş sinizm. Çözüm? Çözüm önerisi? Çözüme dair birkaç kelâm veya ayrıntı? Yok! Öyleyse ne yapayım sizin "seks işçisi" kılıklı doğruculuğunuzu!
Tarihi Düzeltmek
Politik doğruculuk tabii ki, "fakir, zenci" vs ile sınırlı kalmıyor. Her şeyin âlâsını bilen, emekliliği yaklaşmış öğretmen kılıklı politik doğrucular tarihe de el atıyorlar. Daha doğrusu tarihi alt üst ediyorlar.
İngiltere'de Churchill'in, ABD'de Washington'un heykellerine saldırılıyor. Fransa, zaten bir türlü hakkında ne düşüneceğini tespit edemediği Napolyon'a yokmuş gibi davranıyor. Almanlar Bismarck'a sövüyor. Tabii Amerika ve Avrupa bunları yapınca, bizim doğrucular da hemen saldırıya başlıyorlar. Tek fark var: "gavurun" doğruculuğu mecburî; bizimkisi çalıntı. Hem de iki kere çalıntı.
"Türkiyeli" politik doğrucu ilk hırsızlığını Batı'dan yapıyor. İkincisini ise, eğer yaşasaydı Marx'ı zevkten dört köşe edecek bir tezattan, yani kendi ülkesinin yobazından...
Nasıl mı? Yukarıda heykellere saldırıdan bahsetmiştim. Bunun dünya tarihindeki ilk organize şekli bu topraklarda yaşanmıştır. Kendilerine Ticani ismini veren bir kısım şaki, Atatürk heykellerine saldırıyorlardı. 5816 Sayılı Atatürk'ü Koruma Kanunu bu sebeple çıkarılmıştı.
Şimdi denilebilir ki; "Efendim o başka, bu başka." Hiç de değil! "Bugünkünün" amacı nedir? Tarihteki yanlışları ortadan kaldırmak. 70 sene evvelki yobazın derdi nedir? Tarihteki yanlışları ortadan kaldırmak. Aradaki tek fark; bugünün doğrucuları heykeli "zamanı geçmiş bir sanat" olarak kabul ederken, yobazlar doğrudan "put" diyordu. Bu basit bir teferruattır. "Büyük resme bakarsanız"; Türkiyeli politik doğrucu, Türk yobazının 70 sene gerisine düşmeyi başarmıştır.
Başkasının gözlüğüyle öz tarihimizi okumanın gözlerimize verdiği zarar ortadadır. Diğer taraftan politik doğruculuğun tarih yazımımıza tesiri de hayli bereketli bir konudur. Bu yüzden, serinin bir sonraki yazısı için, şimdiden "Kendi Gözlerimizle Bakmak" başlığını tespit edelim. Ölçünün ortadan kalkması bize nelere mâl oldu, bu uğursuz gecenin sabahı yok mu, neden bütün dünya politik doğrucuymuş gibi davranmak zorunda kaldı gibi soruları da orada tartışalım.
0 Yorumlar