Kuzeydeki İşgalin Yansımaları (Türkiye'nin Özgüven Krizi)


Kuzeyimizdeki iki akraba toplumun, Karadeniz vasıtasıyla komşumuz olan iki devletin arasında yaşananlar doğal olarak bize de yansıyor. Hâlen devam eden savaşın taraflarını bir kez daha, kısaca, hatırlamak faydalı olacaktır. 

İşgalcinin Hesabı

Önce işgalciden başlayalım. Rusya hakkı olmadığı hâlde, yalnızca kaba kuvvete dayanarak, Ukrayna'da bir işgal harekâtı yürütüyor. Bu harekât Şubat sonundan bu tarafa doğrudan Rus ordusu eliyle sürdürülse de, Kırım'ın 2014'te Ukrayna'dan koparılarak yutulması da dahil edilirse, aslında sekiz yıllık bir plandan bahsediyoruz demektir. 10 gündür gördüklerimiz bu planın son ve en kanlı aşamasını oluşturuyor. Kendi varlığını muhafaza edebilmek için muhakkak Ukrayna'yı kontrol etmek isteyen Rusya; Ukrayna topraklarındaki Rusları kışkırtmayı, onlara silah ve pasaport dağıtmayı her günkü itiyadı gibi yerine getirdi. Burada silah ve pasaport önemlidir. Çünkü dağıtılan silahlar Ukrayna'nın birliğine yöneltilirken; pasaportlar vasıtasıyla Rus vatandaşlığı ve Rusya'ya bağlılık fikri insanlara ısındırılıyor. Harekâtın ilk aşamasında beklediğinden fazla direnişle karşılaşan Rusya, yine de duracağa benzemiyor. Anlaşılan "her bedeli" göze alarak bu işgali tamamlamak istiyor. 

Kendisini hiçbir ideolojiye taraftar hissetmeyen Putin'in hastalık derecesinde bağlandığı tek bir fikir var: "Güçlü bir devlet olmak Rusya'nın genlerine işlemiştir". Rus kafası güçlü devlet fikrinde bize benzer. Yani, lüzumu hâlinde, kafa kopartmaktan çekinmeyen devlet, güçlü devlettir. Krizin henüz savaş aşamasına çıkmadığı zamanlardan beri Rusya ilgi alanlarım arasında yer alıyor. Türkçe, İngilizce ve Almanca kaynakları tarayıp, neredeyse bütün "görsel" materyalleri inceledim. Sonuçta çıkan sonuç beni bir hayli şaşırttı: Bu üç dilde Rusya hakkında üretim yapanların neredeyse hiçbiri bu ülkeyi tanımıyor. Rusya'yla ilgili bilgiler ya bizzat Rusların yansıttıkları (en iyi örneği Putin'in otobiyografisi, First Person) veyahut Rusya'da uzun yıllar görev yapmış diplomatların yazdıkları. (En başarılı misali George Kennan'ın meşhur X Article'ı) Türkiye'de ise tek bir eser haricinde kayda değer hiçbir şeye rastlamadım: Akdes Nimet Kurat'ın Rusya Tarihi. O da 1917'ye kadarki bölümü anlatıyor. Fakat istisnai olsa da bu ülkeyi anlayan veya anlamaya yarayacak kavramlar üreten birileri var. Bu minvalde; Fransız tarihçi Braudel'in Rusya'yı tanımlarken kullandığı bir ifade bence "anahtar kavram" değerindedir: Braudel Rusya için "Öteki Avrupa" diyor. Bunu istediğiniz anlamda alın. Öteki Avrupa, esas Avrupa'yla bütünleşmek istiyor ama kendi şartlarıyla... Hadisenin Rusya açısından özeti budur. 

Çanakçının Planı

İşgal edilen Ukrayna'dan önce ABD'nin başını çektiği Batı kampına değinmek gerekiyor. Çünkü bu kamp savaşın açık tarafı olmasına rağmen, öyle değilmiş gibi davranıyor. Son 10 günde ortaya çıktı ki; Rusya ne kadar saldırgansa Batı da o kadar ikiyüzlüdür. Rusya Kırım'a çöktükten sonra, karşılık vermek amacıyla Gürcistan'ın eski cumhurbaşkanı ve ABD'nin sadık adamı Saakaşvili'yi Ukrayna'nın Odessa şehrine "süper vali" tayin ettiren, Ukrayna'yı yıllarca NATO ve AB'nin kapısında bekleten Batı şimdi bu işgal karşısında "eli kolu bağlı" oturuyor. Anlaşılan, Rusya'nın burnunu sürtmek için zımpara niyetine Ukrayna'yı kullanmak isteyen Batı cephesinin aktörleri, doğrudan saldırıya maruz kalmadıkları sürece "izleyici" koltuğunu koruyacaklar. Tıpkı Lenin gibi, Deli Petro'nun kurduğu St. Petersburg Devlet Üniversitesi'nden mezun olan Putin; anlaşılan okuldaşı ve mektebinin kurucusuyla bir noktada buluşuyor: Bu liderler, Batı'nın insafsızlığını iyi seziyorlar. Öteki taraftan bakarsak, Batı kötü rol yapıyor da diyebiliriz. Neticede ABD'nin başını çektiği takım, kontrolü tamamen kaybetmiş görüntüsü veren Rusya'nın karşısına, kimsenin ne olduğunu bilmediği ve yine hiç kimseye faydası olmayan bir politikayla çıkıyor. (Tarkovski filmlerinin, Dostoyevski'yi anlatan derslerin yasaklanması Batı'nın "biz onay vermezsek hiçbir üretiminiz geçerli sayılmaz" kibrine dayanıyor. Bu kibir yanlış olmasının yanında haksızdır. Dünya'da kültürel üretim Batı'yla başlamadığı gibi, kültür veya medeniyet kimsenin tekelinde değildir. Bu aptalca politikadan dönülmezse kaybeden Rusya olmaz. Batı uzun vadede, bizde çok sevilen tabirle, "kültürel iktidarını" kaybeder.)

İşgal Altındakinin Hedefi

İşgal edilen Ukrayna'ya gelirsek; Rusya ve ABD - AB'nin kapışmasında arada ezilen bu ülke aslında birlikten uzak bir görüntü çiziyor. Ülkenin doğusundaki Slavlar kendilerini Rusya'nın parçası olarak kabul ederken; batıdaki Slavlar "Ukraynalı" kimliğini benimsiyor ve hayatta en çok Ruslardan nefret ediyorlar. Rus yanlısı hükümetlerin yönetiminde askeri gücünü bilerek zayıflatan, Batı yanlısı yönetimler elinde ise ekonomisini kendi eliyle duraklatan bu ülkenin insanları hakikaten rahat yüzü görmüyorlar. Burayı bir cümleyle açmak gerekirse; Rus yanlıları yönetime geldiklerinde "ağabeylerinin" askeri himayesini sağlamak ve gelecek itirazları sıfırlamak için orduyu neredeyse hiç mesabesine indirirken; Batı yanlıları en büyük ticari partnerleri Rusya olmasın diye üretimi durdurma noktasına kadar gidebiliyorlar. Bu yüzden bir devletin yaşaması için en temel gereklilikler olan; ordu, ekonomi ve millî birlikten yoksun kalan Ukrayna halkı şimdi son nefesinde teslim olmamak için çarpışıyor. Bu direnişin nereye kadar süreceği ve sonunda neye evrileceğini ise zamanla birlikte halkın dayanma azmi tayin edecek gibi görünüyor. Son 20 senede, Stepan Bandera isminin Ukrayna milliyetçileri tarafından daha fazla seslendirilmesi ve Bandera'nın etrafında bir kahraman kültü yaratılması, "Ukrayna'yı Rusya için yeni bir Afganistan yapma" fikriyle uyuşuyor. Çünkü; önce Nazilerle işbirliği yapan sonra da çarpışan Bandera ve milisleri, 2. Dünya Savaşı'nın sonunda Sovyet hakimiyetine bırakılan Ukrayna'da, 1950'lerin ortasına kadar Ruslara direnmişlerdi. Eğer Ukrayna milliyetçileri davalarında samimilerse, Rusya'ya son mermiye dek, dolayısıyla uzunca bir süre direnecekler demektir. 

Şimdi gelelim yazının esas konusuna yani; "cennet vatanımız" Türkiye'ye.

Arada Kalmış Bir Milletin Gariplikleri

Ülkemizle ilgili konuşurken bir süredir şu cümleyi tekrar ediyorum: Türkiye şaka değildir. Galiba daha evvel yazmamıştım ama bundan sonra sıklıkla tekrarlarsam mazur görülsün. Çünkü her şeyi mizahla yok eden bir kitle türedi ve bunlar Nietzsche'den beter çıktılar. Ötekinin hiç olmazsa bir düşüncesi, amacı ve kalitesi vardı. Türkiye'deki çakmaları ise; en olmayacak şeylerden "şaka" üretiyor, uzun uzun tartışılması lazım gelen hadiseleri tek cümleden mürekkep komikliklere çeviriyor ve böylece birçok meselenin konuşulmasına, hayli yüklü sayıdaki konunun çözülmesine engel teşkil ediyorlar. Şunu belirtmeliyim ki: hemen her şeyin mizahı yapılabilir. Buradaki sıkıntı zaten mizah yapılması da değildir. Sıkıntı; "mizahtan" başka bir şeye müsaade etmeyen bir havanın dikte edilmesidir. Bir müddet bazı şeyleri hazmetmek için yardımcı olan "Türkiye simülasyonu" "şakası"; bugün birçok insanı her şeyi oyun olarak algılamaya itti. Tekrar ediyorum: Türkiye bir şaka değildir. Ekliyorum: Savaş da şaka değildir. 

Yukarıdaki paragraf bir nevi "sosyal medya" eleştirisiydi. Fazla uzatmadan "aptal kutusuna" da değinmek istiyorum. Bu süreçte; televizyon izlemenin çok öğretici bir şey olduğu benim için kesinleşti. Mesela diplomaside "gel gel" diye bir tabirin bulunduğunu, herhangi bir meselede fikir beyan etmek için bir harita ve bir çubuğun yeterli olduğunu öğrendim. Bunları yalnızca 10 dakikada kavradım. Kim bilir uzun zamandır dünyayı televizyondan izleyenler başka neler neler öğrenmişlerdir de, benim haberim yoktur. Boşluk kapatılmaz gibi duruyor, bu yüzden böylesi bir çabanın içine girmeyeceğim fakat peşinden koşmak için fena bir hedef olmadığını da not düşmem gerekiyor. 

Hem televizyon hem de internet gibi iki farklı "âlemde" savaş, aşağı yukarı bu seviyede değerlendiriliyor. Bütün bu ilginçliklere rağmen, milletimizin süreci takip etmesini olumlu görüyorum. Çünkü milletimiz bu savaşın çok uzak bir yerde çıkmadığını, esasen savaşın zorunlu bir hâl olmadıkça kötü bir şey olduğunu ve herkesin haklı olduğu bir düzende güçlünün daha fazla haklı olduğunu bir kez daha anladı. Tarihe bakışımızdaki sakatlıklar olmasa zaten biliyoruz diyecektim ama neticede niyet hasıl oldu. Ukrayna'nın başına gelen felaket Türklerin dikkatini harekete geçirdi.

Rusya'nın Son İşgali yazısında da değindiğim iki grup ise bu dikkati dağıtmak için elinden geleni yapıyor. Bunlardan birincisi, kendilerine verdikleri isimle, Avrasyacılar; ikincisi ise, yine kendilerine verdikleri isimle, Batıcılar. Gerçekte ilk grup Rus, ikinci grup başta ABD olmak üzere Batı'nın ülkemizdeki etki ajanlığını yapıyorlar. 

Özgüven Krizi

Şurada anlaşalım: Devletlerle insanlar farklı istikametlerde ilerliyorlar. İnsanların daha sıkı, iç içe yaşadıkları devirlerde devletler tek başlarına var olmaya gayret ediyorlardı. Şimdi insanların birbirlerine tahammülü azalmaya, yalnızlıktan keyif alanların sayısı artmaya başladı; aksine devletler birbirlerine daha fazla ihtiyaç duyuyorlar. Dolayısıyla "yalnız ve güzel" olmak artık telaffuzu tehlikeli bir tanımlama hâlini aldı. Yalnız devletler "güzel" kalamıyor. Bu kabulden ve ülkemizin tarihinden hareketle Türkiye'nin "tarafsız" ülkeler arasına dahil olması düşünülemez. (Türkmenistan ve hatta tarafsızlığın mucidi İsviçre bile artık bitaraf kalmakta zorlanıyor.) Bizde sakız gibi çiğnenen "eksen değiştirme" veyahut "kendi eksenini kurma" gibi söylemler ise bir günde gerçekleşecek işler olmadıkları gibi; asgari bir tartışma, hakiki bir kritik ve kalite gerektiriyor. Bunlar da bizde yok. Demek ki Türkiye bir yerlere dahil olacak, olmak zorunda. Ama burada iki mesele önem taşıyor: Öz kuvvetine dayanma ve daima belirli bir mesafeyi koruma. Türkiye, uzun yıllardır "Batı'nın" içinde yer almasına rağmen bunların kıvamını bir türlü tutturamadı. Ya mesafeyi kaybedecek kadar açtık ya da ortadan kaldırdık; ya kuvvetimizi abarttık veyahut kendimizi hakir gördük. Bu kadar gel-git millî hafızayı zayıflattı, bu yüzden bir özgüven krizine tutulduk. Aşağıdaki birkaç paragrafta bu özgüven krizinin bünyede yarattığı sarsaklığa örnek teşkil eden bazı grupları ele alacağım.

Kamplara Bölünen Aptallık

Rusyaseverlerimiz; maşuklarının "barış için silaha sarıldığını, Rusya'nın güvenliğinin ve jeopolitiğinin dikkate alınması gerektiğini, hem Türkiye'nin de Rusya'yla benzer durumlarla yüz yüze geldiğini" iddia ediyor ve ekliyorlar: "Rusya haklıdır. Türkiye de Rusya'nın yanında yer almalıdır."

Rusya'nın ne için silaha sarıldığı Türkleri hiç alâkadar etmez. Rusya'nın güvenliği, ancak Türkiye'nin güvenlik öncelikleriyle mukayese edilerek ciddiye alınır. Türkiye'nin Rusya'yla benzer sıkıntılarla karşı karşıya geldiği iddiası doğrudur ama eksiktir: Türkiye bu "sıkıntıların" önemli bir kısmında yine Rusya'yla karşı karşıya gelmektedir. 

Amerikaseverlerimiz maşuklarını şöyle savunuyor: "Rusya tarihi düşmanımız olduğundan ABD ile el ele yürümeliyiz, zaten NATO'ya üyeyiz dolayısıyla askeri ittifaka daha sıkı sarılmalıyız, Rusya'nın Ukrayna'yı işgalinde Batı'nın hiçbir sorumluluğu yoktur, Ruslar bunu çok önceden kafaya koymuşlardı" diyor ve ekliyorlar: "Türkiye'nin yeri Batı kampıdır, alternatife gerek yoktur."

Bir ülkeyi "tarihî düşman" kabul etmek, ona karşı teyakkuzda bulunmayı gerektirir; gidip başkasına el açmayı değil. Üyesi olduğumuz ve millî çıkarlarımız gereği bu üyeliği devam ettirmemiz gereken NATO'ya gelince; Rus uçağını düşürdüğümüzde nasıl kaçıp bizi "ayıyla yatağa atmak" istediklerini hep birlikte gördük. Suriye'nin kuzeyinde terörü adeta elbirliğiyle destekleyenler de başta ABD olmak üzere NATO "müttefiklerimizdir". Ukrayna'nın işgalinde Batı'nın oynadığı kışkırtıcı rolü yukarıda zaten izah etmiştim. Türkiye'nin yeri ise, kendisine daima kapının yanının ayrıldığı bir kampta bekçilik değildir. Alternatifler, iyi kullanıldıklarında, her zaman değerlidir. 

Amacım bu görüşleri tartışmak olmadığından bu faslı daha fazla uzatmayacağım. Zaten ortada "tartışılacak" değil, savunucuları adına utanılacak şeyler var. Ama bu iki "kampın", (bunlara Rusyaseverlerle aşağı yukarı aynı kitle tarafından savunulan Çinseverlik, Zülfü Livaneli'nin tek başına yürüttüğü Kübaseverlik, bilmemneseverlik gibi acubeler de dahildir) ortak bir noktaları var: Türkiye'yi ille de bir tarafa yamamak. Dünya'da yamanarak yükselen hiçbir millet de devlet de yoktur. Bunu bilmiyorlar mı? Muhtemelen bilmiyorlar, bilenlerin de umuru değil. (Neden değil sorusuna cevabım yok.) Bu kadar özgüven yoksunluğu artık cehaletle de tevil edilemez. Ama biz şimdilik tespiti koyup, hazmedilmesini bekleyelim. Hazımda güçlük çekilirse gerekli kolaylığı sağlamak için yeniden bu topa girerim. 

Sanki Türkiye yürümeyi yeni öğrenmiş bir çocuk; ABD batıda, Rusya kuzeyde ve Çin de doğuda ellerini açıp bizi "kucaklarına" davet ediyormuş gibi davranmak ve insanları da buna inandırmaya çalışmak kötü maksatlı olmayı gerektirir. Meraklısı nereye oturmak istiyorsa gitsin otursun, milleti peşinde sürüklemeye çalışmasın. Yoksa, "muhtemel savaşların" bozguncuları olarak tarihe geçerler. Hiçbir millet bozguncu sevmez. 

Kendi Dilinde Düşünmek

Dünya'yı İngilizce veya Rusça okumakla; dünyayı bu dillerle anlamak, rüyalarını yine bu dillerde görmek, hayallerini de bunlarla şekillendirmek birbirinden çok farklı şeylerdir. Kimliğini, kültürünü kaybetmemek; havadan konuşmak yerine ayağını yere basmak için hangi dilde okunursa okunsun Türkçe anlamak, Türkçe düşünmek gereklidir. 

Bir topluluğa üye olmak başka bir şeydir, gidip aşık olmak başka şeydir. Bir daha tekrarlıyorum: Türkiye şaka değildir. Güçlü ordunuz, güçlü ekonominiz, millî birliğiniz yoksa hiçbir kampta kalıcı ve kuvvetli bir yer tutamazsınız. Türkiye'yi kendi kendisiyle dövüşme saçmalığından  çıkarmalı, ardından "potansiyeli" neyse onun üzerine konuşmaya başlamalıyız. Şimdilik verili durum bu olduğundan, dışına çıkmıyor, böylesi bir tartışmayı konu edinmiyorum. 

Soğuk binalar, onca bürokrasi, diplomasi ezcümle devlet dediğimiz yaratık en çok damarına basıldığı vakit insana benzer. Bugün Rusya damarları kıpkırmızı olmuş bir öfkeyle Ukrayna'nın tepesine çökerken bunlardan bahsetmek istemezdim. 

Fakat kaide değişmiyor: Her koyun kendi bacağından asılıyor. Bazen can sıksa da, bazen hakikaten "kendisinden başka bir şeyle uğraştırmasa" da, ben Türkiye'yi seviyorum. Bu yüzden basit bir teklifim var: Bozgunculardan ve etki ajanlarından uzak; olabildiğince soğukkanlı düşünceler ortaya atalım ve bunların üzerinde tartışalım. Şimdilik bu kadar. 

(Bu arada; çeşitli mecralar vasıtasıyla, savaşla ilgili fikirlerini Ukrayna ordusuna ileten ve birçok Batılı devletten daha fazla Ukrayna'nın yanında duran vatandaşlarımızı da bu vesileyle selamlıyorum.) 



Yorum Gönder

0 Yorumlar