Açılış
İç Mekân. Gece.
Bir adam sandalyesine yaslanmış, belirli bir ritmi takip
ederek, klavyenin tuşlarına basmaktadır. Oda küçük, ekran küçük, yazılar
küçüktür. Kameraman, biraz da gecikerek, yaklaşma lütfunda bulunduğunda;
yüzünde müstehzi bir gülümseme olan adamın şunları yazdığı görülür:
Merhaba kıymetli kitap dostları. Kitap okumayı hayat amacı
haline getiren bibliyomanlar, kafasındaki sorulara kitaplarda cevap arayan
çaresizler, anlamsızca kitap seven yarı meczuplar… merhaba! Kitaplara sıkışınca
aranan eski sevgili muamelesi çeken üçkağıtçılar, aynı kitabı dönüp dönüp
okuyan yarı cahiller, kitapların yığılı olduğu mahallere “bir arkadaşa bakıp
çıkacak” gibi giren aceleciler… merhaba!
Merhaba kitap düşmanları! Okumayı delilik, yazmayı
zırdelilik, okudukları üzerine konuşmayı eşeklik, kitaplardan öğrenmeyi
cahillik sayanlar; size de merhaba!
Topunuza hoş-âmedî efendim!
Neden Kitaplar?
Daha önce bu blogda “Matbuatımızdan Seçme Yazılar”
başlığıyla, bir ay boyunca Türk basınında yazılmış ve faydalı bulduğum yazıları
toparlıyordum. Bu işi iki seneye yakın sürdürdükten sonra geçen ay seriyi
sonlandırdım. Bir taraftan istediğim kalitede yazılar paylaşamıyordum; diğer
taraftan günlük yazıların yeterince doyurucu olmadığını düşünmeye başlamıştım.
(Aslında bu düşünceyi eskiden de taşıyordum ama sadece taşıyordum. Muhtemelen
bir yerlerden duymuş ve ikna olmuştum. Bir hakikat olduğuna inanmam bizzat
tecrübe etmemle oldu. Hayatın birçok farklı alanında olduğu gibi…)
“İnsan Neden Okur?” başlıklı denememde hangi saiklerle okuduğumuzu
konu edinmiştim. Bence yazının özünü veren şu pasajı hatırlatmak bu serinin
neden ortaya çıktığını ve hangi istikamette ilerlemek istediğini verecektir:
(Okuma eyleminde) “Her halükarda iki ortak amaç görülür: Hayatı anlamak ve onu yaşamak için gerekli enerjiyi bulmak.
Anlamak ve enerji depolamak yalnızca "bilmekle" mümkündür. Herkesten, her yerden ve her şeyden öğrenebiliriz. Fakat bunları biraraya getirmek, mana vermek için terkip yapmayı bilmeliyiz. Terkip yapabilmek Allah vergisi bir yetenek değildir. İnsan bunu kendisi kazanmak zorundadır. Ya çok fazla yanlış yaparak ya da çokça okuyarak...”
Eğer büyük bir yazar olsaydım, kendime atıfta bulunduğum için özür dilemem gerekirdi. Neyse ki büyük bir yazar değilim. Neyse ki, burası “her şeyin her şeyle bağlantılı” olduğu bir blog…
Sigara içmek ve durmadan dövüşmekle beraber hayatım boyunca sürdürdüğüm üçüncü alışkanlık kitap okumaktır. Kitaplardan çok şey öğrendim ama onları “eğiticiler” olarak kabul etmedim. Kitap okuyan birçoklarında görülen yeni uyuşturucu içmiş “rahatlığı” bende hiç olmadı. Aksine bir kitap okuduysam ikincisine yöneldim, rahatsam rahatsız oldum, kaçmak için okuyorsam saplandım; kısacası her seferinde yağmurdan kaçarken doluya tutuldum.
Kalemim ilk kez “başkaldırdığında” insanları birlikte kavga etmeye davet ettim. Aradan biraz zaman geçince ne insanlara ne de birlikte verilecek kavgalara fazla yüz vermemem gerektiğini öğrendim. Daha sonra sigara propagandasına başladım, Allah’tan kısa sürdü. Bugün üçüncü alışkanlığımı insanlarla paylaşmak için bu seriye başlıyorum. Bu sefer davet yok, övgü yok; olsa olsa teşvik var…
Eğer alışkanlığınız yoksa kitap okumayı alışkanlık haline getirmenizi şiddetle öneririm. Benim önermemle böyle bir alışkanlık kazanmayacağınızı ise bilirim. Yine de belki birkaç kişinin aklına karpuz kabuğu düşürebilirim. Çünkü güzel bir kitap bitirmenin verdiği haz, yalnızca güzel bir kitap bitirmenin verdiği hazla mukayese edilebilir. Hayatın geri kalanında yaşadığımız hazların büyük bir çoğunluğunun temeli “ihtiyaç” ise, aslında kitap okumak da öyledir. Esas iş, bu ihtiyacı keşfetmek ve üzerine gitmekte…
Yöntem
Bu seride bir ay boyunca okuduğum Türkçe kitapları
paylaşacağım. Bu kitapları bir paragrafta anlatmayı deneyecek, bir paragrafın
üzerine çıkacak kadar beni etkilemiş olanlardan alıntılar yapacağım. Ayrıca,
serinin her yazısında; kitaplardan bir tanesini öne çıkarıp, ilham ettikleri
hakkında yazmayı planlıyorum.
Yalnızca Türkçe kitapları konu edinmemin sebebi diğer
dillerdeki (İngilizce ve Almanca) yayınlardan yapacağım muhtemel alıntıların
“boşa gitme” ihtimali. Bir de her kitabı özgün dilinde değerlendirmek diye bir
mesele var ki, henüz bu dillerde “kitap kritik” yapacak kadar rahat
yazamıyorum. İlerleme katettikçe, belki bu kitapları da özgün dillerinde
değerlendirecek bir şeyler yazarım, kim bilir?
Ocak ayı benim için hareketliydi fakat yedi kitap bitirmek
için zaman bulabildim. Kitaplar hakkındaki düşüncelerime geçmeden önce hangi
kitapları okuduğumu paylaşmak istiyorum.
Bu Ay Okuduklarım
1- Vatan Yolunda – Yakup Kadri Karaosmanoğlu
(İletişim Yayınları, 2003)
2- Teolojik- Politik İnceleme – Benedict Spinoza (Dost Kitabevi
Yayınları, 2016, Çevirenler: Cemal Bâli Akal ve Reyda Ergün)
3- Ahmet Mithat Efendi – Mustafa Baydar (Varlık Yayınevi, 1954)
4- Spinoza Problemi – Irvin D. Yalom (Pegasus Yayınları, 2019, Çeviri: Zeliha
Babayiğit)
5- Siyasal Düşünceler Tarihi – Enes Kabakcı (İstanbul Üniversitesi
AUZEF, tarih belirtilmemiş)
6- Prens - Niccolo Machiavelli (Can Yayınları, 2012, Çeviren: Kemal
Atakay)
7- Uzun Devrim – Edgar Snow (Yücel Yayınları, 1975, Çeviren: Olcay
Göçmen)
Ayın Kitabı: Teolojik- Politik İnceleme – Benedict
Spinoza
Spinoza, hayranı olduğum Alman felsefesini derinden
etkileyen isimlerden birisi olması sebebiyle ne zamandır merak ettiğim ama bir
türlü vakit ayıramadığım bir felsefeciydi. Şaheseri “Ethica” isimli kitabı
olmakla beraber; Spinoza’ya yeni başlayanlar için Teolojik – Politik İnceleme
öneriliyor. Zaman bu zamandır deyip, laiklik tartışmalarına ciddi katkılar
sağlayan ve bazı konularda halen aşılamadığını düşündüğüm bu kitabı okudum.
Özgün dili Latince olduğundan çevirisi hakkında ahkam
kesecek değilim, Türkçesini fena bulmadığımı söylemekle yetiniyorum. Malum
felsefe metinleri bir zamanlar “anlaşılmaması için” çevrildiğinden bu notu
düşmek istedim. Şimdilerde çok daha kaliteli çeviriler görüyorum ve bu kitabı
da dilimizde “anlaşılabilir” felsefe çevirileri arasına yazıyorum. “Harika bir
çeviri” diyerek işin içinden çıkıp sıvışmamamın nedeni, dilimizde oturmuş bir
felsefe lügatının olmamasıdır. Ama okuyucular üzülmesin; yakın dönemde bu
sorunu çözmek için ciddi çaba sarf edildiğini ve bu tarz çalışmaların sayısının
artarak sürdüğünü memnuniyetle gözlüyorum, bu vesileyle sizlere de haber
veriyorum.
Spinoza’ya dönersek, kitabın bazı konularda aşılamadığını
söylemiştim. Bunun sebebi, çok zeki bir adam olmasına rağmen, Spinoza’nın
mantığı değil; dokunduğu konuların tabu oluşudur. Tabuya nasıl dokunacağını
bilmek önemlidir. Yahudi cemaatinden dışlanan Spinoza, bunu şahsi bir kine
değil; meseleyi soğukkanlı ele almaya vesile kılmış. Birkaç alıntıyla
söylediklerimi açmak istiyorum.
“Sık sık şaşkınlığa düşmeme neden olan şey,
Hristiyanlığı, yani sevgi, neşe, barış, özdenetim ve herkese iyiniyetli
davranmayı öğretmekle övünen insanların, kötücül bir ruhla yarışmaları ve her
gün birbirlerine karşı en şiddetli kini açığa vurmalıdır. Nitekim, her birinin
inancı, başka duygulardan çok, bunlarla ölçülür. İşler artık öyle bir noktaya
geldi ki, birinin Hristiyan, Türk, Yahudi ya da pagan olup olmadığını yalnızca
dışsal görünümü ve ibadetiyle, bir de hangi kiliseye gittiğini, hangi fikirden
yana olduğunu, hangi mezhep babası adına yemin ettiğini öğrenerek
anlayabiliyorsunuz. Bunun dışında, hepsi benzer bir hayat sürüyor.
Bu belanın nedenini ararken, nereden kaynaklandığı
konusunda kuşkuya düşmedim. Din yığınların gözünde şunlara indirgenmişti:
Kilise görevlilerinin saygın kişiler, görevlerinin de saygın konumlar sayılması
ve en büyük saygının din adamlarına gösterilmesi… Kilise içinde böyle bir
kötüye kullanma baş gösterir göstermez, kutsal görevleri çekip çevirmeye
yönelik sınırsız bir arzu, en kötü yaratılışlı insanları pençesine aldı ve
tanrısal dini yayma sevgisi, hırsa ve iğrenç bir açgözlülüğe dönüştü; hatta
tapınak bile yozlaşarak bir tiyatro olup çıktı; orada dinlenenler artık din
bilginleri değil, hatiplerdi. Bunların tamamının arzu ettiği şey de, halkı
bilgilendirmek yerine, önlerinde hayranlıkla diz çöktürmek, fikirlerini
paylaşmayanlara herkesin önünde saldırmak, yalnızca yeni ve alışılmamış şeyler
öğretmekti. Sıradan insanda en çok hayranlık uyandıran şey de budur. Büyük
tartışmaların, kıskançlığın, kinin doğabileceği yer burasıydı ve art arda geçen
yıllar da bunların yatıştırılması için çare olamadı.” (s.46-7)
Peki, bu derece yozlaşma pahasına, dini rayından çıkarma
pahasına da olsa; insanlar neden din adamlarına ihtiyaç duyuyorlar?
“Demek ki yığınlar yalnızca kafalarda itaat ve sofuluğu
en fazla uyandırabilecek anlatıları tanımak zorundadırlar. Ne var ki onların da
kavrama yetenekleri, bu konuda bir yargıya varabilmelerini sağlayacak kadar
güçlü değildi. Çünkü özellikle, anlatıların içerdiği öğretiden çok, anlatının
karışık örgüsünden, tuhaf ve beklenmedik olaylardan hoşlanırlar. İşte bu
yüzden, yığınların, tarihi anlatıları okumanın ötesinde, onlara mizaçlarının
zayıflığıyla orantılı bir ders verecek din adamlarına ya da kilise mensuplarına
ihtiyaçları vardır.” (s.116)
İnsanların dini açıklarken zırvalayanlara bu derece bağımlı
olmasının esas sebebini ise şöylece tespit eder:
“Ama insanlar Kutsal Kitap hakkında sözcüklerle dile
getirdiklerini gönülden de dile getirselerdi, bambaşka bir yaşama usulünü
uygulamaya koymuş olurlardı. Böylesine uzlaşmazlıklarla baştan çıkmaz,
böylesine kinle birbirlerinin boğazına sarılmaz, Kutsal Kitap’ı yorumlamaya ve
dinde yenilikler icat etmeye yönelik kör ve pervasız bir arzuya kendilerini
kaptırmazlardı. Tam tersine, Kutsal Kitap’ın öğretisi olarak yalnızca onun açık
seçik öğrettiklerini kucaklamayı göze alabilirlerdi. Son olarak da Kutsal
Kitap’ın birçok bölümünü tahrif etmekten çekinmeyen bu günahkarlar, böylesine
bir suçtan kendilerini alıkoymuş ve kirli ellerini Kutsal Kitap’a uzatmamış
olurlardı. Ama sonunda hırs ve suç öylesine güçlendi ki, din, Kutsal Ruh’un
derslerine itaatten çok, insani yorumların savunusu oldu çıktı. Dahası,
yardımseverliğin alanına değil de, tanrısal gayretkeşlik ve ateşli coşku gibi
aldatıcı bir adla maskelenen en mantıksız kinin ve uzlaşmazlıkların yayıldığı
alana dönüştü. Bu belalara, tabiat ve aklı hor görmeyi, yalnızca bu ikisine
aykırı olana hayranlık duyup onu yüceltmeyi öğreten hurafe düşkünlüğü eklendi.
Bu yüzden insanların, Kutsal Kitap’a daha büyük bir hayranlık duymak ve Kutsal
Kitap’ı daha da yüceltmek için, onu, tabiatla aklı kesinlikle reddedercesine
açıklamaya uğraşmaları hiç şaşırtıcı değildir. O nedenle, kutsal metinlerde en
ulaşılmaz gizlerin saklı olduğunu hayal ederler. Bu saçmalıkları araştırmak
için ter döküp, geride yararlı olarak kalanı umursamazlar. Böylece hezeyan
içinde ürettikleri her şeyi bütünüyle Kutsal Ruh’a atfeder ve bunları
duygularının tüm gücü ve coşkusuyla savunmaya çabalarlar. İnsanoğlu böyledir:
Salt anlama yeteneğiyle kavradıklarını yalnızca anlama yeteneği ve akılla, tam
tersine, duygularının ona verdiği fikirleri de yine duygularıyla savunur.”
(s.135)
Metnin özgün halinde ayrıca vurgulanmadığı için altını
çizmek istemedim ama son cümleyi bir kez daha tekrarlamak istiyorum: “İnsanoğlu
böyledir: Salt anlama yeteneğiyle kavradıklarını yalnızca anlama yeteneği ve
akılla, tam tersine, duygularının ona verdiği fikirleri de yine duygularıyla
savunur.”
Son alıntıyı kitabın final bölümünden yapalım:
“Gerçekten de, bu özgürlüğün insanların elinden alınmaya
çalışıldığı, günah yalnızca insanın gönlünde var olabilecekken muhaliflerin
fikirlerinin yargılandığı yerde, sadece dürüst insanlara ilişkin örnekler
ortaya koyulmuş olur. Onlar daha çok şehitlere benzer ve insanları kızdırıp,
yüreklerine dehşet salmaktan çok, merhamete iterler; eğer intikam duygusuna
itmiyorlarsa… Böylece sadakat, inanç ve iyi alışkanlıklar ortadan kalkar,
dalkavuklar ve düzenbazlar yüreklendirilir, adil insanların hasımları da zafer
kazanmış olur. Çünkü öfkeleri karşısında geri adım atılmıştır ve siyasi bütünü
ellerinde tutanları, yorumcuları sayıldıkları öğretinin müridine
dönüştürmüşlerdir. Dolayısıyla, onların hak ve otoritelerini gasbetme cüreti
gösterirler. Doğrudan Tanrı tarafından seçilmiş olduklarını ve üstün gücü kullananların
kararları insan yaratısıyken, kendi kararlarının tanrısal olduğunu edepsizce
iddia ederler. Bu yüzden, onların tanrısal kararlara, yani kendi kararlarına
boyun eğmelerini isterler. Kimse, bütün bunların devletin esenliğiyle tam bir
karşıtlık içinde olduğunu inkar edemez.
Bu nedenle 18. Bölümde olduğu gibi burada da şu sonuca
varıyoruz: Devlet için en güvenli şey, dine bağlılıkla dini yalnızca
yardımsever ve haksever uygulamalara indirgemek, üstün gücü kullananların
kutsal ve dindışı sorunlar konusundaki hakkını sadece eylemleri gözönüne alarak
düzenlemek, her insanı da istediğini düşünmek ve düşündüğünü söylemekte özgür
bırakmaktır.” (s.291-92)
Bizim de bir asırdır tartıştığımız laiklik meselesine kafa
yoruyor ve bu düşüncenin tarihi kökenlerini merak ediyorsanız, Teolojik –
Politik İnceleme’yi okumanızı salık veririm.
Vatan Yolunda: Yakup Kadri’nin neredeyse bütün
eserlerini okudum diyebilirim. “Vatan Yolunda” benim için bir eksiğin
kapatılması açısından kıymet taşıyor. Tabii ki anlattığı dönemin etkisi
(Kurtuluş Savaşı), Yakup Kadri’nin rahat okunan üslubu ve Türkçesiyle benim
“eksik kapatma” uğraşım bir anda hatıralar yumağına dolanıyor ve neticede
lezzetli bir yemeğin hazzına dönüşüyor. Zaten 1911-30 arasında yazılmış doktor
reçetesinde bile Türkçe lezzeti bulan benim için, kitap bu bakımdan da tatmin
edici oldu. (“Sadeleştirme” işini yazarın kendisi yaptığı için hiç sırıtmıyor.
Bu işi yazar yerine yapanlara ise “budayıcı” ismini veriyorum.) Hasılı kelam,
pek de tarafsız olmayan bir gözle; Kurtuluş Savaşı’nda İstanbul basınını,
Ankara’yı, İzmir’i, Yunan mezalimine uğrayan kimi Anadolu şehirlerini, Mustafa
Kemal Paşa’yı, İsmet Paşa’yı, Halide Edip Hanım’ı ve bazı önemli kişi ve
olayları okumak isteyenlere “Vatan Yolunda” kitabını rahatlıkla öneririm.
Ahmet Mithat Efendi: Şimdilerde de tesadüf edilen ama
bir zamanlar hakikaten moda olan bir türde kaleme alınmış bir kitaptan
bahsediyoruz. Bu türün adı biyografi değil, monografi de değil. Seçme yazılar
da değil. Hepsinden az az barındıran bir kokteyl gibi. Amacı ise oldukça basit:
Okuyucuya yazar hakkında temel bilgileri vermek. “Ahmet Mithat Efendi” kitabı
bu görevi başarabiliyor mu? Evet. Eğer dönemindeki bir kısım gencin ifadesiyle
“Efendi Babamız” hakkında tek malumatınız ismini duymaktan ibaretse bu kitabı
okumanızı öneririm. (Ahmet Mithat Efendi’nin şahsından çok kimi eserlerine
aşinayım. Velûd bir yazar olduğunu biliyorum. Fakat “Ekonomi Politik” isimli
bir çalışma kaleme aldığını bilmiyordum. İnceleme fırsatı bulursam hakkında
yazmak istediğim konulardan birisini böylece bu kitaptan çıkarmış oldum.)
Spinoza Problemi: Irvin D. Yalom’u “When Nietzsche Wept”
(Dilimize “Nietzsche Ağladığında” diye çevrilmiş) kitabıyla tanımıştım.
Psikolojik roman denebilecek ama içinde mebzul miktarda tarih ve felsefe de
barındıran bu kitabı çok sevmiştim. Sıkı bir takipçisi olduğum Nietzsche hakkında
bu kadar başarılı bir roman okumayı beklemiyordum. Spinoza’nın Teolojik –
Politik İncelemesi’ni okurken, bu kitabı keşfettim ve hemen ısmarladım. Bu
romanı da başarılı buldum. Nietzsche’deki matematiği pek de bozmadan - hatta
üzerine bir ikinci aks daha ekleyerek – ilerleyen roman çabucak bitiyor. Bazı
muhteşem kitaplar vardır, bittiğine üzülürsünüz. Spinoza Problemi onlardan
değil. Daha ziyade, ne zaman bittiğini anlamadığınız, çabuk akan, kolay
kavranan, insana büyük şeyler değil ama minik duyuşlar kazandıran bir roman. “Fakat
insanlar kendileriyle ilgilenen insanları severler.” gibi.
Siyasal Düşünceler Tarihi: Peşinen söyleyeyim: Özet
mahiyetindeki kitapları hiç sevmem, ders notlarından ise nefret ederim. Fakat
burada “hoş duygularımı” bir kenara atmamı gerektiren bir şeyle karşı karşıya
bulunuyoruz. İstanbul Üniversitesi’nde “Siyasal Düşünceler Tarihi” isimli bir
ders veren Enes Kabakcı Hoca hem ders notu hem de özet niteliğinde bir derleme
yapmış. Hoca dersi nasıl anlatıyor bilmiyorum ama burada hiçbir düşünceyi
diğerinden ayırmadığı gibi, düşünceleri kendisine göre tanımlamaya da
girişmiyor. Neyse onu veriyor, bölüm sonlarında basit gibi görünen fakat kafa
açıcı tartışma soruları ekliyor ve kitap bittiğinde – eğer bahsedilen
düşünceler hakkında fikir sahibiyseniz – siyasal düşünceleri sıraya koymanıza
yardımcı oluyor. Tarihin öncelikli amacını süreklilik ve eşzamanlılık
ilkelerine riayet ederek bir şeyleri sıraya koymak olarak tanımlayan benim gibi
birisi için, bu ders notlarını kıymetli kılan da burası oluyor.
(Merak edenler için bu kıymetli kitabın linkini bırakıyorum.)
Prens: Bazı kitapları zamanından önce okumamak
gerekiyor. Prens’i lise döneminde okumuş ve geçmiştim. Açık üniversite
sınavlarında Machiavelli ile sık sık karşılaşınca bir kez daha okumaya karar
verdim. Hiç de pişman değilim, herkese tavsiye ederim. Bilhassa siyasi kariyer
yapmak isteyen dostlara ise Prens’i okumalarının bir gereklilik olduğunu
hatırlatırım. Hatta daha da ileri giderek şunu da eklerim ki; eğer liderlik
değil danışmanlık kadrolarına göz koyduysanız bu eseri başucu kitabı olarak
değerlendirmelisiniz. Türk siyasetinin içinde bulunduğu şu anki karmaşada
yalnızca Prens’ten ilham alarak vereceğiniz tavsiyeler başkanınızı yükseltmese dahi
siz danışmanları muhakkak vazgeçilmez kılacaktır.
Kitabın özü olmasa bile niteliğini vermesi bakımından şu
alıntıyı paylaşmak istiyorum: “Ele geçirme arzusu, gerçekten de çok doğal ve
olağan bir şeydir ve gücü yeten insanlar bunu yaptıklarında, her zaman övülecek
ya da [en azından] yerilmeyeceklerdir; ama bunu yapacak güçleri olmadığında ve
her ne olursa olsun böyle bir şeyi yapmak istediklerinde, hata etmiş olurlar ve
kınanmayı hak ederler.”
Uzun Devrim: Kendi dünyasının merkezi olan Çin her
zaman merak edilen bir ülke olmuştur. Seddi’nden tutun medeniyetine,
uluslararası sisteme “zoraki” bir biçimde dahil oluşundan çevre ülkelerle
kurduğu ilişkilere ve son asırda yaşanan devrime kadar hakikaten kendi kendisiyle
dolu bir ülkedir Çin. Amerikalı Maocu Snow, bana kalırsa Mao’yu dünya tarihinde
ölümsüz kılan esas olayın, yani Kültür Devrimi’nin izlerini sürüyor. Önderi
olduğu partisini, birlikte devrim yaptığı arkadaşlarından kurtarabilmek için,
parti üyesi olmayan yığınları örgütleyen ve nihayetinde “Karargahları
bombalayın” diyerek kendi kurduğu yapıya devrim yapan Mao hiçbir şey
beceremediyse bile adını tarihe yazdırmayı başardı. (Kültür Devrimi hakkında
bilginiz yoksa, son cümleyi bir kez daha okumanızı öneririm. Mantık hatası yok
– en azından benim cümlemde yok.) Zaman zaman taraflı olmaktan kaçınmasa, hatta
bazen yandaşlık seviyesine çıksa dahi; bu kitabı okuduğum için pişman değilim.
Çünkü; kendi hayat amacını köyde ve köylülükte bulmuş bir adamın, dünyanın en
kalabalık ülkesini nasıl peşinden sürüklediğini anlatıyor. (Mao sonrası Kültür
Devrimi’nden çark eden Çin, önceleri komünizm ve kapitalizmin gayrimeşru bir
birlikteliği olan “ekonomizm” denilen bir şeyi tecrübe etti. Şimdilerdeyse bu
ilişki yasallaştı ve mutlu bir evlilik kuruldu. Çin, yine garip zamanlardan
geçiyor.)
Umarım istifade etmişsinizdir. Gelecek ay yeni kitaplarla buluşmak üzere, görüşmek dileğiyle…
0 Yorumlar