Serinin ilk yazısındaki gibi “artistik” bir şekilde başlamak
isterdim. Fakat üzerimizden kıyamet gibi geçen bu ayın sonunda gerekli enerjiyi
kendimde bulamıyorum. O yüzden kuru bir merhabayla yetiniyorum.
Hayat devam ediyor mu? Ediyor. Yaşadığımız felaketi
unutabilecek miyiz? Tabii ki evet. Neden? Çünkü insanız. Ölmediğimize
şükrederek, bazen lanet ederek yaşayacağız.
Bazı felaketler insanı konuşmaya teşvik eder. Konuşursunuz
da… Ta ki sözlerinizin hiçbir kıymet hükmü taşımadığını anlayana dek… Sütten ağzım
yandığı için olacak felaketler karşısında önce susmayı tercih ediyorum. Ne bir
şey izlemeyi ne felaketin derecesini artıran bir haber edinmeyi ne de aczin
fotoğrafını gösteren görselleri seyretmeyi canım çekmiyor. Perişan bir şekilde
savrulmak da istemiyorum. Dolayısıyla kitaplara müracaat ediyorum. Şubat ayı
bunun istisnası olmadı. Sık sık duraklasam, bol bol sigara molası da versem 7
kitap bitirdim.
Bunların üzerine konuşmak istiyorum. Belki biraz olsun
zihninizi kıyametten alıp kıymetlere doğru çekebilirim. Sonra kıyameti konuşmak
ve aldığımız “notları” paylaşmak üzere tabii ki…
Söze şubat ayında okuduğum kitapların listesini paylaşarak
başlayacağım. Ardından öne çıkardığım bir tanesi üzerine biraz lügat
paralayacak, kalanlarını da birer paragrafla elden geçireceğim.
Bu Ay Okuduklarım
1- Kitaplar ve Sigaralar – George Orwell (Sel
Yayıncılık, 2021, Çeviren: Levent Konca)
2- 1984 – George Orwell (Can Yayınları, 2016, Çeviren: Celâl
Üster)
3- Sessiz Ev – Orhan Pamuk (İletişim Yayınları, 2009)
4- Tarık Buğra – Beşir Ayvazoğlu (Ötüken Neşriyat, 1996)
5- İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları – Louis
Althusser (İletişim Yayınları, 2002)
6- Edebî Portreler – Hakkı Süha Gezgin (Timaş Yayınları,
1999, Hazırlayan: Beşir Ayvazoğlu)
7- Candide – Voltaire (Alfa Yayınları, 2020, Çeviren: Ayşe
Meral)
Ayın Kitabı: Edebî Portreler - Hakkı Süha Gezgin
Bazı kitaplar zamanını bekler. Bundan yıllar önce, hangi
vesileyle olduğunu hatırlamıyorum, bir şekilde edindiğim bu kitabı yeni okudum.
“Keşke daha önce göz gezdirseydim” demiyorum çünkü tam zamanında okuduğumu
düşünüyorum.
Bizde portre pek yüz verilmeyen bir türdür. İnsana kıymet
vermediğimizden mi, eğer portresini yazacaklarımız ölüyse; ölülerden
korktuğumuz için mi yoksa yaşarken dedikodusunu ede ede insanları tükettiğimizden
sonradan yazacak bir şey bulamadığımızdan mı veyahut konuşmak yazmaktan tatlı
geldiği için midir bilinmez, bu böyledir. Hakkı Süha’nın, ele aldığı isimler
itibarıyla, geniş bir zamanı kapsayan ve hayli çeşitli bir görünüm sunan
portreleri bunun istisnasını teşkil ediyor. Hem ne istisna…
İçeriğe gelirsek… Bir sefer artık çoktan unutulmuş kimi
yazarlarla tanışmak eğlenceliydi. Her birinin portresini okuduktan sonra
düşündüm. “Acaba neden unutuldular?” diye. Öyle ya, her yazar iz bırakmak için
kaleme sarılır. Neredeyse her birine farklı cevaplar buldum.
“Her birinden sonra düşündüm” demem sizi şaşırtmasın, kitap
yavaş akıyor. Bunun sebebi kitap formatında hazırlanmamış olması. Hakkı Süha
Gezgin’in 30’ların sonundan başlayarak birkaç yıl boyunca çoğunluğunu Yeni Mecmua’ya
yazdığı portrelerin toparlanmasıyla kitap halini almış. Yazıları biraraya
getiren Beşir Ayvazoğlu kesinlikle çok iyi bir iş yapmış.
Kitapta sadece unutulmuş isimler mi var? Tabii ki hayır.
Mehmed Akif’ten Yahya Kemal’e, Ahmet Haşim’den Nazım Hikmet’e kadar onlarca
isim sayfaların arasında, Hakkı Süha’nın kaleminden çizilen portreleriyle,
arz-ı endam ediyorlar.
Benim gibi Türk edebiyatı meraklısı iseniz bu kitap –
istemeseniz bile – size bir dönemi bütünlüklü görme imkanını sağlıyor. Ayrıca
bunu o kadar tatlı bir Türkçeyle yapıyor ki, zevkinizi tahrik ediyor. Fikir
vermesi bakımından bir portreyi buraya alıyorum. Bakalım bana katılacak
mısınız?
(Tek başına bir sanat eseri hüviyetinde olan “Neyzen Tevfik”
maddesini geçiyor, ilklerin adamı Şinasî’nin portresini iktibas ediyorum.)
“Bir tek resmi var. Esmer bir adam olduğu hissini veriyor. O
zamanın fotoğrafçılığı ince çizgileri alamadığı, yahut hoyrat rötuşlarla
ortadan kaldırdığı için, bugün ona bakarken derinin altındaki varlığa
inemiyoruz. Teni hakkında fikrimiz yok. Şinâsi nasıl güler, ne türlü konuşurdu?
Bunu çağdaşlarının dilinden olsun öğrenmiş değiliz.
Onunla en çok uğraşan rahmetli Ebûzziya Tevfik Bey, bize
Şinâsi Efendi’nin itiyatları, yaşayışı hakkında o kadar güzel enstantaneler
bıraktığı halde, yüz ve gövdesi için hiç yorulmamıştır.
Bir “Efendi hiddetli görünüyordu!” cümlesi onlara göre her
şeyi ifade ediyor. Çünkü söz, onu bilenler onu tanıyanlar ve her haline
yakından alışanlar için söylenmiştir. Bunda tarihî bir miras, bir yadigâr
mânâsı olduğunu sezmiyorlardı.
Bununla beraber, Şinasî’ye dair en kıymetli malûmatı
toplıyan, sıralıyarak veren de yine toprağı nur olsun rahmetli Ebûzziya’dır.
Bâbıâli’nin karşısındaki matbaada yere serili bir yatak, güvez kaplı kürk ve duvarın
bir çivisine asılı cep saati, yere, tahtalar üstüne bastırılmış cigara
izmaritleri, toprak mangal, teneke tepsi ve kirli tabaklar öyle feci bir
dekordur ki bunlara baka baka biz, Şinasî’nin ruh tarafındaki fırtınalı
savrukluğu, kalenderliği seziyoruz.
Çamlıca’daki prens köşkleri ona açıktı. Halkı elpençe divan
dururdu. Şevkle karşılanır, şerefle uğurlanırdı. Fakat Şinâsi bütün bunları
bırakarak çıplak, sefil bir matbaa dekoru içinde bunak bir ağanın elinde
yaşamaya katlandı.
Bu nokta üstünde durmak ve Şinâsi’nin ye’sini, bezginliğini
belirten işaretler aramak lâzımdır. Amma ne yazık ki benim bugün çizdiğim
hudut, böyle derin ve etraflı tetkikleri almıyacak kadar dardı.
Yalnız, Efendi’nin yaradılıştan ağır, gamlı ve biraz da
evhamlı olduğunu biliyoruz. Paris’teki yaşayışı bile bir ev, bir lokanta birkaç
kütüphane ve bir tek bahçe arasında geçmişti. Tiyatroya, musikiye ancak
başkaları tarafından sürüklendiği, kurtulmak imkânını bulmadığı zamanlarda
gidermiş.
Müsteşrik Sasi, Ernest Rönan, Lamartin gibi büyük garp
şahsiyetleriyle tanışmak onun çekingenlik kabuğunu soyamamıştı. İstanbul’a
geldikten sonra Yusuf Kâmil Paşa’nın ve Prens Mustafa Fâzıl’ın konaklarında
ilmî münakaşalar dışında hiç söze karışmadığı, havai sohbetten hoşlanmadığı
söylenir.
Ömründe, o hiç kimseye bağlanmadı. Hattâ kendisine candan
bağlananlara bile.
Karısı Nevikter hanımı boşamak için tâ Paristen kalkıp
İstanbul’a geldi. Hem bu işi evine de uğramadan yaptı. Boşanma Beyoğlu’nda Eko
Doryan gazetesi idarehanesinde Jan Piyetri ve Tophane müftüsü Bekir Efendi’nin
huzurunda oldu. Ertesi gün tekrar Avrupa’ya gitmişti.
Şair Evlenmesi piyesinin tezini, biraz da kendi hayatındaki
evlilik acısı ilham etmiştir sanıyorum. Şinâsi, bu meselede siyret’i suret
haline koyarak dâvâyı şahsîlikten çıkarmaya çalışır.
Maddî varlığı hakkında bilgimiz eksiktir. Amma ruh Şinâsi’yi
her taraftan seyredebiliriz. Meselâ: Sultan Aziz, Tasvir-i Efkâr’a abone olmuş
ve bir yaverle beş yüz altın göndermiş. Şinâsi sorunca, aralarında şöyle bir
konuşma geçiyor:
Bu para nedir?
- Abone ücreti!
- Abone ücreti için bu çok fazla.
- Böyle gönderdiler.
- Hakkım değil alamam.
- İhsân-ı şâhâneyi red mi ediyorsun sen?
Yaverin sesi bu son cümlede ansızın korkunç bir diklik ve
keskinlik peydahlamıştır. Efendi boynunu büküyor. Fakat on parasına dokunmadan
fıkaraya dağıtıyor.
Bu kadar ağırbaşlılık, titizlik ve evhamlılıkta nasıl olup
da mizah çeşnisi şeyler yazmaya çalıştığına bir türlü akıl erdiremiyorum.
La Fonten’i örnek tutarak yazılmış oldukça güzel birkaç
manzumesi vardır.
Hele tenasühe kail filozofunu aradan ne kadar zaman geçse,
yine gülümsemeden hatırlıyamıyacağım.
Şiiri kurudur. Lisanı, vezni, usulû bilmek adamı şair
yapmaz. Şinâsi’nin bütün divançesinde belki birkaç güzel beyit bulunur fakat bu
kadarlık şiir, hemen herkesin hayatında vardır. Böyle düşündüğümüz içindir ki
onun başka başka kabiliyetleri ve kıymetlerini tartarken, şairliğine yüksek
paha biçemiyoruz.
Gören saçın arasından yüzün parıltısını
Sanır ki kara bulut içinde gün doğmuş.
beyti onundur.
Şâirliği böyle verimsizdir, fakat diğer sahalardaki
zenginliği ona yeter. Memlekette ilk tiyatroyu o yazdı. Türkiye’de siyasî,
idarî, içtimaî yeni fikirleri o neşretti. Gazeteleriyle milleti uyandırdı.
Eserlerine gelince:
Divançe-i Şinâsi şarklı ve garplı Şinâsi’nin aynasıdır. Baş
taraflarında maziye bağlı, sonunda Tanzimat’ın temelli şahsiyeti beliriyor.
Kasidelerinde kasideye şahsiyet verdi. Eski kasideler falan için filân için
değil herkese verilmek için yazılırdı. Başına birinin adını yazdınız mı kaside
onun olurdu. Halbuki Reşit Paşa’ya yazdığı kasideler bir başkasına mal
edilemeyecek kadar memduhunun hüviyetiyle damgalanmıştır.
[Şinasi’nin adı geçen kasidelerinden en meşhuru şöyledir ve
içinde cumhuriyetin ilk pırıltılarını taşır: “Bir azat kağıdıdır insana senin
kanunun / Bildirir haddini sultana senin kanunun” (SA)]
Şinâsi bizde Halkiyat’a ilk kıymet veren adamdır da. Durûb-ı
Emsâl-i Osmâniye’si bu yolda harcanmış emeklerle doludur. Lügati hakkında
yazılıp söylenenlerin çoğu boş çıktı.
Gerçi Şinâsi’nin, Cihangir’de Sormagir Mahallesi’ndeki
evinde bir matbaa yaptırdığı ve burada hattatlara bir seneye yakın bir lügat
yazdırdığını biliyoruz. Fakat acınarak söyliyelim ki bugün ortada ne basılmış,
ne de basılmamış böyle bir eser yoktur.
Peşte müzesinde, Viyana kütüphanesinde bulunduğu söylenen
Lügat-ı Şinâsi, Şinasî’nin lügatı değildir. Bunu yanlış okudukları için
Şinâsi’ye atfetmişler. Bu Şinâsi’nin lügatı mânâsına gelen Lügat-ı Şinâsi
değil, lügat ilmi demek olan Lügatşinasî’dir ve bir İranlı’ya aittir.
İstinsah edilmiş suretini bizim Darülfünun kütüphanemizde
rahmetli Muallim Cevdet bulup çıkarmıştı.
Şinâsi, dar bir ömre çok iş sığdırmış olanlardandır.
Nesiller gelip geçtikçe onun daha çok büyüdüğünü göreceğiz. Bazı yüzlerde,
zaman ve mesafe duvak gibi durur.” (s.301-304)
Yavaş yavaş okunacak, zaman zaman dönüp tekrar bakılacak bu
eseri, meraklısına, hararetle öneriyorum.
Kitaplar ve Sigaralar: Orwell’in dergilerde yayınlanmış bazı
yazılarını biraraya getiren bu kısa kitap aslında isminin çağrıştırdığı
şeylerle pek ilgilenmiyor. “Kitaplar ve Sigaralar” yalnızca ilk yazının başlığı
ve Orwell’in “Sigaraya yatıracağınız parayla kolaylıkla kitap alabilirsiniz”
önermesine dayanıyor. Üstad, insan iyi bir kitap okuduktan sonra sigara içmeyip
de - daha uygun fiyatla - ne yapacak sorusunu ise cevaplamıyor. Fakat ilerleyen
yazılarda güçlü karakter tahlilleri, hayatının daha erken devrelerine ait
olaylar eşliğinde, karşımıza çıkıyor. Toparlayacak olursak; okunsa da olur
okunmasa da olur denilecek bir kitap. Fakat Orwell’e özel bir düşkünlüğünüz
varsa tavsiye ederim. (Çeviriyi mukayese etmek için orijinalini okumam
gerekiyor, eğer unutmazsam, o zaman çeviriye dair yorumumu da buraya
iliştiririm.)
1984: Çok seneler evvel üniversitenin kantininde bu kitapla
birkaç saat geçirmiştim. Nedense hepsini okudum zannediyordum. Meğer
okumamışım. Bazı kitaplar öyledir, o kadar çok atıfta bulunulur, her cümlesi
öylesine didik didik edilir ve hatta içinden öyle sloganlar üretilir ki; ya
okudum sanırsınız ya da okuma ihtiyacı duymazsınız. Kitaplar ve Sigaralar’ın
yanında duran 1984’ü, elime alıp şöyle bir karıştırayım derken, bitirmediğimi bu
ruh hali içinde fark ettim. Kitabın depresif havasına bizim depremin etkileri
karıştı ve beklediğimden uzun sürede son cümleye ulaşabildim. 1984’le ilgili
söyleyeceğim yeni bir şey yok. “Ne gerek var” diye bir fikriniz yoksa muhakkak
okumanız gereken bir kitap diye düşünüyorum.
Sessiz Ev: Nobel’inden bağımsız olarak Orhan Pamuk
edebiyatımızın en kuvvetli yazarlarından birisidir. Mekân kurmakta özel bir başarısı
var. Bunu Sessiz Ev’de de gösteriyor. Fakat ne zaman bu adamı okusam
karakterlerin havada uçtuğu zannına kapılıyorum. Nitekim daha evvel adını bile
duymadığımı zannettiğim Sessiz Ev kitabıyla, bir arkadaşımın “Kitaptaki ülkücü
karakteri ele alışı bence başarılı” demesiyle tanıştım. Milliyetçi bir karakter
koyuşu belki 80’lere göre değerlendirilirse özgün sayılabilir. Karakterin iç
yapısında ise hiçbir özgünlük göremedim. Öteki karakterler de öyle. Yanlış
anlaşılmasın “Orhan Pamuk’a Sövenler” kulübüne üye yazılmak gibi bir derdim
yok. Fakat bu derece kuvvetli bir yazarın, karakterler üzerine aşırı eğilmekten
tesadüflere hiç şans vermediğini düşünüyorum. Lafı uzatmıyorum, Orhan Pamuk’un
romanlarını seviyorsanız muhtemelen bu kitabı okumuşsunuzdur. Eğer hiç
okumadıysanız ve bir yerden başlamayı kuruyorsanız Sessiz Ev iyi bir başlangıç
olmaz, benim de pek yakında yeniden okumayı düşündüğüm, Cevdet Bey’i tavsiye
ederim.
Tarık Buğra: Beşir Ayvazoğlu’nun “Büyük Ağa” Tarık Buğra’yı
anlattığı kitabının alt başlığı Haşim’in meşhur şiirinden alınma: “Güneş Rengi
Bir Yığın Yaprak”. Bu ismi Tarık Buğra tamamlayamadığı otobiyografisine vermiş.
Yazar, Tarık Buğra’nın yarım bıraktığını tamamlamak gibi bir iddiaya girmeden,
Küçük Ağa’nın yaratıcısını ele alıyor. Ayvazoğlu’nun kronolojik olarak daha
sonra yazdığı ama benim bu kitaptan önce okuduğum eserleriyle mukayese
edildiğinde – kişi adları hariç – değişmeyen bir matematik buluyorsunuz. Kısa,
okuru sıkmayan, zaman zaman edebî olan bir üslup; anlatılacak kişinin
yaşantısını eserlerinde arama sevdası ve bütün bu sürecin sakince anlatılması.
Ben bilgi-yoğun eserleri sevmekle beraber, mevzu edebiyat olduğunda, bu tarz
eserleri de beğeniyorum. Tarık Buğra gibi bugün dahi üzerinde yeterince
durulmayan bir kalemi konu edindiği için ayrıca memnunum. Kitap bende yeniden
Tarık Buğra’ya dönüş hisleri uyandırdı, meraklısına tavsiye ederim.
İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları: Eleştirel bir
Marksist olan Althusser bu kitapta, Marksist teori içinde bulduğu bir eksiği, yani
devleti, tartışıyor. İsmi kadar uzun olmayan kitapta benim esas dikkatimi çeken
nokta, Althusser’in bütün bir teorisini Hristiyanlık üzerinden açıklaması ve –
burayı açıkça söylemese de – muhtemelen ilhamını da Hristiyanlıktan alması. Bu
durumu sadece Althusser’in Katolik okulunda okumasıyla telif edemeyiz. Bizde
adına “Batı” denen medeniyetin temel direklerinden birisinin Hristiyanlık
olması da derdimize derman olmaz. Öyleyse? Öyleyse, şunu diyebiliriz: Batılı
entelektüel, hiçbir şey için olmasa bile, derdini geniş kesimlere anlatabilmek
için din hakkında malumat edinir. Bizimki gibi din cahilliğini entelektüel
olmanın ön şartı kabul eden bir milletin, bilhassa okumuş-yazmış kesiminin, bu
kitaptan alacağı çok ibret vardır. İlk yayımından buyana onlarca yıl geçtiği
gözönüne alınırsa, bu ders alınmış mıdır? Hayır. Benim baktığım zaviyeden
bakmıyorsanız veya Marksist literatürü izlemiyorsanız bu kitaptan alacağınız
pek bir şey yok. Ama yine de “Ben okuyacağım kardeşim, sen keyfine bak”
derseniz, sizin bileceğiniz iştir.
Candide: Birkaç sene evvel Fransızca öğrenmeye niyetlenmiştim.
Belirli bir seviyeye de geldim. Fakat sonra bu dili öğrenmenin bana entelektüel
havası katmaktan başka bir işe yaramayacağı sonucuna vardım ve çalışmalarımı
“bir müddet” ileri bıraktım. Candide’i dili hakkıyla öğrenince ilk okunacak
eser olarak not etmiştim. Çünkü Fransızca’ya “Voltaire’in dili” derler. Tabii
Fransızca planlarını ileri atınca Candide de görüntüden kayboldu. Herkesin
çokça konuştuğu ama çok az insanın iş yaptığı zamanlarda, yani bizim bugün
içinde bulunduğumuza benzer zamanlarda, sırf son cümlesi sebebiyle dahi
okunması gereken bir kitap. Çevirisi muhakkak orijinalinin tadını vermez. Yine
de Candide, eğer okumadıysanız, kesinlikle okumanızı önereceğim kitapların
arasında yer alıyor.
Yazıyı Candide’in final cümlesiyle kapatalım: “Bunlar güzel
sözler ama bahçemizi yeşertmek gerek”. Gelecek ay yeni kitaplarla buluşmak
dileğiyle…
0 Yorumlar