Şehircilik İlkesi

Cumhuriyet her şeyiyle şehirli bir projedir. İlk yıllarında, kıt kaynaklarının mühim kısmını – büyük bir isabetle – şehirlere ayırmıştır. Az ama öz eğitim kurumları şehirlerde yükselirken; cumhuriyetin getirdiği asri yaşam biçiminin vasatı da tabii ki şehirler olmuştur. Köy ise “gitmesek, görmesek de” bizimdir. Bazen “saflığı”, bazen “yobazlığı” temsil eder. Fakat her halükârda pek bilinmez. Kıymetli olduğu düşünülen ama paha biçmek için de uzmanını bulmak gereken taşlar gibidir. (Halkiyat çalışmalarının zirvesinin cumhuriyetin ilk yılları olması tesadüf değildir.) Yine aynı sebepten (bilinmezlik), kimse köyü yerinden kımıldatmak istemez.

Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren takip edilen politikalar (kültürel, siyasi ve tabii ki ekonomik) biraz da köyden kente göçü engellemek üzerine kuruludur. Kemalistinden liberaline, milliyetçisinden solcusuna kadar bu ülke üzerine laf söyleyen herkesin bir “köy politikası” olmuştur. Bu politikanın temelinde devletin kuruluş kodları yatar: “Köylü köyde tutulmalı, ille de şehirlere gelmek istiyorsa, kota uygulanmalıdır.”

Burada iki problem buluyoruz. İlki bütün yolların Roma’ya çıkması gibi, bütün fikirlerin devlete bağlanmasıdır. Toplum, millet, işçi sınıfı adına ne derseniz deyin devlet diyemeyeceğiniz insanlar için politikalar üreten toplulukların gönüllü bir şekilde devletin yörüngesinde dolaşması bugünkü meselemiz olmadığı için tespit etmekle yetiniyor, ikinci probleme geçiyoruz. Bu problem en az ilki kadar “gariptir”: Köy politikasını tayin edenler şehirlilerdir.

Evet, bütün bu görüşlerin münevver kesimi şehirde oturuyor ve köy politikası tespit etmeye uğraşıyordu. Yazdıklarına, plan diye teklif ettiklerine, aralarındaki tartışmalara bugünden bakınca saflık seviyeleri inanılır gibi değildir. Çünkü çoğunluğu köyü görmemiştir. Görenler ise geç yaşlarda ve şartlanmış bir zihinle izlemişlerdir Türk köylüsünü.

Köyden İndim Şehire

Şehirde oturup köy politikası çizmenin saçmalığı ancak 60’lara doğru anlaşılabildi. Bir kısım solcular bu problemi çözmeye niyetlendiler ve köy öğretmenlerine güdümlü metinler yazdırdılar. Yetinmeyip bunlara “roman” adını verdiler ve ödüller dağıttılar. Onlar gibi yazmayan, yani hakiki edebiyat yapmaya çalışanların da (Kemal Tahir, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Tarık Buğra…) burnundan getirdiler. Sorsanız faşizmle mücadele ediyorlardı.

Milliyetçiler de boş durmadılar elbette. Önce kendi yazarlarıyla okur kitlelerinin arasını bir güzel açtılar. Köyden şehre gelen gençleri yeni ortama adapte edecekleri yerde, köydeymiş gibi davranmalarını teşvik ettiler. Komünizmle mücadele ediliyordu, kitap belki okunabilirdi ama şimdi zamanı değildi. Sorsanız vatanı kurtarıyorlardı.

Sol edebiyatımızı, milliyetçiler edebiyat okurlarımızı böyle sakatladı. Bunun esas mahsuru bütün kültürel yatırımını şehirlere yapmış bir memleketin kültürsüz kalmasına sebebiyet vermesidir. Kültürel çoraklık, şehirleri çöllere dönüştürmenin ön şartıdır.

Cumhuriyet her şeyiyle şehirli bir projedir dedik. Dolayısıyla buna karşı çıkan muhafazakâr muhalefetin kendisine insan devşireceği alan köyler olacaktı. Öyle de oldu. Muhafazakârlar şehirlere göçü de heyecanla takip ettiler. Çünkü bu göç müesses nizamın kesinlikle hazırlanmadığı bir hadiseydi. Göç köyden şehre doğru olmuyordu, sanki köyler akın akın şehrin üstüne çıkıyordu. Muhafazakâr kanaat önderlerinin çoğunun teşviğiyle yeni gelenler; “Şehirli âdetlerine” uyan köylülerini azarladılar, tiyatroya giden komşularını çekiştirdiler, şehirli mesleği yapan arkadaşlarını – para kazanıncaya kadar – hor gördüler.

Böylece iki ucundan çekiştirerek politikacılık oynadığını zanneden taraflar, el birliğiyle şehirlerin içine ettiler.

Dikkat edilirse zikrettiğim kesimlerin entelektüelleriyle avam tabakalarını ayırmadan konuşuyorum. Çünkü bütün bu kesimlerin entelektüel tabakalarını işgal edenler aslında gidişatı gördüler hatta aleyhine çalışanlar da oldu. Kemal Tahir solu eleştirdi, Erol Güngör milliyetçi düşünceyi elekten geçirdi, Necip Fazıl mesela Kaldırımlar’ın şairiydi. Ama bunlar sözde kaldı. Derli toplu bir programa evrilmedi. (Kemal Tahir romancıydı, Erol Güngör’ün ömrü yetmedi, Necip Fazıl ise şairdi.)

Bir de öteye değil ötekisine bakan “ara tabaka” işin içine girdi ve yapılanlar “Memlekete faydalı mı?” sorusunun yerini “Bize faydalı mı?” aldı. Bu ara tabaka, entelektüellerin karışık dilini vatandaşa basitleştirerek anlatma işini yüklenenlerden oluşuyordu. Tabii ki kısa zamanda rayından çıktı ve aradakiler kendi fikirlerini “yukarıdakilerin” düşüncesi diye satmaya başladılar. (Aslında bu süreç halen devam etmektedir. Türkiye’nin “entelektüel problemi” üzerine yeterince laf edilmiştir. Ben sadece yazının amacına uyacak kadar temas ettim.)

“Köylüyü köyde oturtma” politikası çöktü. Sonra ne oldu?

Gecekondulardan Gelen Karar

Şehirde oturup köy politikası yazan adamlar meydandan çekildiler ve yerlerini ikame edenler (“ara tabaka”) gecekonduların ne kadar bereketli olduğunu keşfettiler. Siyaset yapıyorsanız oy deposuydu, üretim yapıyorsanız ucuz işgücüydü, konuşma yapacaksanız bedava dinleyiciydi, tarikatsanız potansiyel müriddi. Kimse itiraf etmedi ama ben yazayım: Köyden kente göç engellenemeyince, şehrin sınırlarından biraz taviz verildi ve yeni politika olarak “gecekonduyu yerinde tutma” belirlendi. Daha doğrusu devlet belirledi, kafalarında “görüş” taşıyan hazirun da hemen uyuverdi.

Devletin elindeki kaynakları nasıl yönettiği bundan sonrasını tayin edecekti. Milletin iyiliği için fikir üretenlerin tartışmaları alternatifleri gösterecekti. İnsanlar yaşadıkları çevre hakkında bilgilenecek, politika üzerine düşünce üretmeye “en tepeden” değil evlerinin önünden başlayacaktı. Kamu otoritesi silahla değil hukukla tesis edilecekti. Huzur ve güven ortamını elinde tüfekle sahneye atlayan askerler değil, vatandaşlar koruyacaktı. Köylerin kente yığılmasıyla toz altında kalan Türkiye, ayağa, yıllardır yatırım yaptığı şehirler üzerinden kalkacaktı.

Bir de alternatif senaryo vardı. Buna göre devlet elindeki kaynakları yönetmeyi beceremeyecek, fikir üretenler devletin önünden değil arkasından gidecek, insanlar yaşadıkları mahale yabancılaşacak, politika denince herkesin aklında Ankara’da mukim siyasetçiler canlanacak, huzur ve güveni yine asker sağlayacak, kamu kavramı yok olacaktı. Köylerin kente yığılmasıyla toz altında kalan Türkiye, gecekonduların şehri işgal etmesiyle yıkılacak, yerine “Yeni Türkiye” kurulacaktı.

İkincisi oldu. Gecekondu, en başta orada yaşayanlar için, bir problem olarak değerlendirilmek yerine; memeleri süt dolu bir inek şeklinde kıymetlendirildi. Kimi solcular “gariban halkımızın zor şartlarından” dem vurdu, liberaller “gecekondu yaşamı” üzerine derin tezler ileri sürdü, milliyetçiler “milliyetçilik mahallede başlar” gibi bir garabeti savundu, Kemalistler gecekonduları görmemek için uzağa taşındı. Muhafazakârların “ara tabakası” ise memnundu. Onlar gecekondunun değerini anlamıştı. “Yeni Türkiye” buradan yükselecekti. Çünkü 90’lı yıllara girmiştik ve muhafazakârlar da devletin “ne güzel” bir varlık olduğunu anlamaya başlamışlardı. (Belediyeler üzerinden. Yani gecekondunun tek muhatabı.)

Buraya kadar anlattığım hikâyeden alacağımız ilk ders çok basittir: Bir şeyi engellemek üzerine politika kurulmaz.

Nitekim gecekonduyu yerinde tutma siyaseti de çöktü. 2000’lerin başında artık “kentsel dönüşümlerden”, “imar barışlarından” söz etmeye başlamıştık. Çünkü gecekonduyu yerinde tutamadığımız gibi şehirlerin doğal büyümesini de engelleyemedik. Asırlardır, bayramlar haricinde, karşılaşmayan iki kültür formu ilk defa aynı ortamda buluştu. Sanki Berlin Duvarı yıkılmıştı.

Bunun planını yapan oldu mu? “Böyle bir şey yaşanacak” diye uyaran var mıydı? Savundukları köyün ölümünü görmeyenler, yaşadıkları şehirlerin çöküşünü fark edemediler mi? Planını yapan olmadı, uyaran varsa ben bilmiyorum, sonuncular da gördüler ama “diğerinin de” görmesini beklediler. Bu yüzden çok geç oldu.

Gecekonduların yerine dikilen TOKİ’lerin çevresine park haricinde sosyalleşme alanı yapmak akla geldi mi? Bu binalar şehir planlarına uyularak mı yapıldı, yoksa “plan tadili” denen garabetin çocukları olarak mı meydana geldiler? Toplu bina aşıkları, adına kültür denilen ve insanın yine kendi yaşamını kolaylaştırmak için ürettiği her şeyi kapsayan kavramdan haberdarlar mıydı? Her şeyiyle siyasete batmış meslek örgütleri her şeye kızmak haricinde ne söylediler? Sendika diye bir şeyin var olduğunu unutalı çok oldu ama yine de soralım: Sendikalar neredeydi? Aydınlarımız, münevverlerimiz, entelektüellerimizden koltuk kavgasına baş vermeyenleri akıllarını hangi saçmalıkla bozdular da bu konuda ilaç için olsun doğru dürüst laf edeni çıkmadı? Şehirde yaşayan insanlar sosyal kaynaşma için “köylü komşularını” azarlamaktan başka bir tavır gösterdi mi?

Çok sorum var. Yukarıdakileri sadece fikir vermesi açısından sıraladım. Yoksa bütün bu soruların cevabını ben de biliyorum, herkes de biliyor.

Gelelim bugüne… Fikriyat başlığını verdiğim kategoriye epeydir yazmamıştım. Bu eksikliği gündemle birleştirerek kapatmak, iki çift laf etmek istiyorum. Daha önce “Köyün Ölümü ve Yükselen Taşra” adıyla yazdığım yazıda “şehirlileşme” meselesine dair konuşacağımı söylemiştim. Depremin gör dediğini de görerek, işte bu meseleye dalmak istiyorum.

Son Depremlerin Gösterdiği: Ayakta Duramayan Ülke

“Çarpık kentleşme”, “plansızlık”, “denetimsizlik”, “yığılma”… artık adına ne derseniz deyin yaşadığımız son felakette ne kadar ölümcül sonuçlar doğuracağını gördük. İki şehrimizi neredeyse tamamen kaybettik. On binlerce ölü verdik. Halen sokakta kalan ve ölene kadar bu travmayla yaşayacak milyonlarımız var.

Depremden sonra uzun uzun siyaset konuştuk. Bir noktada “Biz neden hakiki siyaset konuşmuyoruz da böyle deprem üzerinden ima ediyoruz” demiş olacağız ki, zaten “eskimiş” bir konu olan depremi bıraktık ve oturup cumhurbaşkanlığı seçimini tartışmaya başladık. Tabii ki siyaset de konuşalım. Ama depremin ilk gününden itibaren yaptığımız şeyin zaten siyaset konuşmak olduğunu da bilelim. “Siyaset konuşmak” olmuş hadiseler üzerine laf etmek veyahut olacakları “Ya tutarsa” diyerek tahmin etmekten öte bir şey değildir.

Siyaset belirlemek veya siyaset yapmak ise geçmişin birikimini bugünün süzgecinden geçirip yarına hazırlanmaktır. Bunun için problemlerimizi açıkça konuşmamız gerekiyor. Tespit yapmak ve çözüm önermek lazım geliyor. Bu yazıyı bir teklif olarak kabul edin: Lafı olan varsa şimdi tam zamanıdır.

Sizi bilmem ama ben sözü ortaya atıp da kenara çekilenlerden değilim. O yüzden, depremin ardından artık iyice emin olarak, cumhuriyetin en önemli sorunu kabul ettiğim “şehirlileşme” meselesi hakkında konuşmayı planlıyorum. Tespit edebildiğim problemleri de not düşmek, çözüm bulamasam bile çözüm önerisi teklif etmek istiyorum.

“Şehirlileşme”

“Yeni Türkiye”nin hangi temelden yükseldiğini gördük. Sonraki yirmi seneyi biliyorsunuz. Biz, depremden sonrasına, bugüne gelelim. Ama önce bir dizi soruyla konuyu açalım.

Şehirlerimizi neye göre inşa ettik, ediyoruz? Bırakın şehri, tek bir binanın inşası bile mimara terk edilemeyecek kadar önemli bir işken; nasıl vatandaşın keyfine, müteahhidin cebine, siyasetçinin vaatlerine terk edildi? Vatandaşına hiçbir konuda güvenmediği için “özgürlük” sahasında pek de nefes aldırmayan Devlet-i Âliyye neden “Ben buraya yirmi beş katlı apartuman dikerim” diyen uyanığa bu kadar gönülden özgürlük sağlıyor? Halbuki devlet şiddet tekelini harekete geçirecekse tam da bu alanda harekete geçirmeli. Başkasının hakkına bu kadar açgözlü, bu derece hoyratça tecavüz etmeye karar veren gözü dönmüş sürüsünü yalnızca korku engelleyebilir.

Depremden sonra biraz inceleme fırsatı bulduğum “mevzuat hazretleri” bu konuda hakikaten güven veriyor. Ama uygulama… İşte orası bütün güveni götürüyor. Güveni götürse iyi, son depremde yaşadığımız üzere, dünyayı tepemize yıkıyor.

Kimi kaynaklara göre, memleketimizde 450 bin müteahhit olduğu rivayet ediliyor. (Devlet kaydeder ya hu! Ülkenin en büyük iş kolunda, hayatımızın büyük bir kısmını geçirdiğimiz alanları inşa eden kişilerin sayısını bile rivayetle öğreniyoruz. Sonra “Devlet unutmaz” diye meydan okunuyor. Evet devlet unutmaz çünkü bakar, sayar, yazar, dosyalar. Yoksa bir kısım aksakallı karanlık mahfillerde buluşup da birilerine hatırlatmaz.)

450 bin müteahhit… Bunların ailelerini, yanlarında çalışanları, inşaat arazisinde ter dökenleri, işi bu inşaatları planlamak ve denetlemek olanları da toplayınca, kabaca 10 milyon kadar insanımız “inşaat ekonomisinden” besleniyor. Bu da “yirmi beş katlı apartuman” özgürlüğünün sebebini bizlere haber veriyor: Bu kadar büyük paranın açamayacağı kapı henüz icat edilmemiştir.

Demek ki, şehirlileşme meselemizde ilerleme kaydetmek istiyorsak – tezat gibi görünse de – öncelikle inşaat ekonomisine alternatif alanlar üretmemiz gerekiyor. Bu konuda iktisatçılardan çözüm önerileri beklemek hakkımızdır. (Hızlı bir literatür taramasıyla bazı ilginç teklifler buldum. Fakat hakkıyla incelemem vakit alacak. Biraz daha teferruatlarına odaklanıp, dişe dokunur bulduklarımı, sizlere de haber vereceğim.)

Gelelim, dünyanın çoğunun yaşadığı, şehirlerin geleceğine…

Büyüyen Şehirler, Daha da Büyüyecekler

2010 yılında dünya nüfusunun yarısı şehirlerde yaşıyordu. 2018’de bu oran %55 olarak açıklandı. Yakın tarihli bir veriye denk gelmesem de dünyadaki trendin şehirlerde yaşam olduğuna dair sürekli bir şeyler okuyorum. Dolayısıyla geçen 5 yılda bu oranın arttığını, %60’ı bulmasa bile epeyce yaklaştığını tahmin edebiliriz. Türkiye’de ise nüfusun %93,2’si il ve ilçe merkezlerinde yaşıyor. (24 şehrimizin nüfusu 1 milyonun üzerinde.) 

Önceden köyden kente doğru olan göçler, artık kentten büyükşehre doğru oluyor. İstanbul, bugün Avrupa’nın en kalabalık şehridir. (Resmi olarak 15 milyonun üzerinde görünse de; kütüğünü aldırmayanı, mültecisi vesairesiyle 20 milyona yaklaştığını hatta belki geçtiğini tahmin edebiliriz.) Dünya’daki tek trend şehirlerde yaşam oranının yükselmesi değil. Buna paralel olarak kıta büyüklüğünde “mega kentler” meydana gelmeye başladı. Tabii bu kadar nüfusu besleyen şehirlerin yönetilmesi de ayrı bir mesele teşkil ediyor. Şu anda bildiğimiz bütün yönetim biçimlerini zorlayan yeni çözümler üretilmesi gündeme geliyor. Bazı siyaset bilimciler şehirleri devletlerin yerine ikame eden planlar ileri sürüyor.

Bu meseleyi daha sonra konuşmak üzere bir kenara bırakıyorum ve büyüyen şehirlerin insanlar üzerindeki tesirine temas etmek istiyorum.

Şehirlerimiz sıkıştı. Kimse kimseyi tanımıyor. Güven kavramı ortadan kayboldu. Çevrelerine dikilen çirkinlik abideleri yüzünden insanların yalnızca estetik zevki değil ruh hali de bozuluyor. Önümüzde iki görev var. Birincisi, siyaset yapıcılarına “şehircilik ilkesini” kabul ettirmeliyiz. İkincisi, şehirde yaşayan insanları kaynaştırmalı, şehirlilerin yaşadıkları yerden istifade etmelerini sağlamalı, dolayısıyla şehirlerimizi sevmeyi öğrenmeliyiz.

Şehircilik ilkesinden; şehirde yaşayan insanlara iş imkanlarının yanında sosyalleşme alanlarının da tahsisini, insanları yaşadıkları mahallerin yönetimine daha fazla dahil etmeyi, şehrin nimetlerinden faydalanan sakinlerde “şehir bilinci” oluşturmayı, siyasetçilere yönettikleri yerlerin babalarının çiftliği olmadığını ihtar etmeyi ve son olarak bütün bu süreci belirli bir program dahilinde yönetmeyi anlıyorum. (Şehirlerin ne yönde büyüyeceği, hangi sektörlerin hangi şehirlerde teşvik edileceği gibi meseleler merkezi idareyle birlikte planlanmak zorunda olduğundan bu ilkenin kapsama alanı dışında kaldılar.)

Bunu başaramazsak “nekro-siyasete” teslim oluruz. Nekro-siyaset; insanları belirli bir şekilde yaşamaya ve yine belirli bir şekilde ölmeye zorlayan, bunu başarmak için bütün güç kaynaklarını seferber eden siyaset biçiminin ismidir. En güzel örneğini bugünlerde yaşıyoruz. Birileri çıkıp sürekli deprem uyarıları yapıyor fakat kimse “acil” koduyla alınacak, alınabilecek önlemlerden bahsetmiyor.

Pardon, “evinizi taşıyın” diyenleri unuttum. Peki bunu nasıl yapacağımızı da lütfedip buyurur musunuz? Yoksa “Fakirler ölsün” mü diyorsunuz? Sınıfların oturmadığı, buna rağmen “özel” hastaneler, “özel” okullar ve tabii ki “özel” siteler sayesinde zengin ve fakirin birbirleriyle neredeyse hiç temas etmediği bir memlekette mi bunu söylüyorsunuz? Teklif edilen siyaset buysa, işte bunun ismi nekro-politikadır. Şehirlileşmeyi beceremezsek, hayatımızı geçirdiğimiz alanlara doğru dürüst yerleşemezsek tepemizde sallanan demoklesin kılıcı budur. Bir diğer alternatif ise, bundan daha beteri, çarpık siyasettir.

Sonuç: Çarpık Siyaset

Yazının başından beri köyden başlayarak şehirlere doğru hareket eden göç dalgasını konu edindik. Peki, şehrin göbeğinde yaşayanlar buna nasıl cevap verdiler? Gecekondular şehri sararken, şehrin esas sakinleri “kentin gürültüsünden uzak” yerlere korunaklı siteler yaparak yerleştiler. Böylece gecekondu şehir merkezine baskı yaparken; şehir bir kurbağa çevikliğiyle kendi üzerinden zıplayıp merkezini dışarıya taşıdı. (Böyle hadiseler dünyanın her yerinde olabilir ama yalnızca ülkemizde bir “Kulturkampf”a dönüşür.) Şehir planlaması adı verilen ve şehirlerin sağlıklı bir şekilde yönetilmesi için hayati derecede önem taşıyan işten bu çeviklik sayesinde yüz çevirebildik. Şehirlerimizi zıplatabiliyorsak neyi planlayacaktık ki?

Şehirlerden mutlak vazgeçiş, kültürel birikimlere sırt dönüş böylece yaşandı. Medeniyet farklı kültür formlarının cem edilmesiyle meydana gelir. Şehir ve köy bambaşka formlardır. İkisinin sağlıklı evliliğinden müreffeh bir ülke çıkarabilirdik. Biz şehirlere tecavüz etmeyi seçtik. Böylelikle piçleşmiş bir “medeniyet telakkisi” elde ettik. Bu engin dünya görüşünü hayatın her alanına tatbik etmekten de çekinmedik.

Mesela buradan “çarpık siyaset” doğdu. Vatandaşla bütün bağını koparmış, Olimpos Dağı’nda yaşayan homo politicusların ortak özelliği şehirlerimizin yerleşimiyle pek mütenasip olmalarıdır: “Çarpık” gülümseme, “çarpık” mantık, “çarpık çarpık” hareketler… Şehirler insanların üzerinde, bildiğimizden de fazla, etkili olabilirler. Herhangi bir politikacıyı dediğim gözle değerlendirin, neden bahsettiğimi daha iyi anlayacaksınız.

Bu çarpıklar kendi gibi çarpık olanlara meşruiyet sağladılar. Geldiğimiz yere bakın. Düzeltiyorum: Düştüğümüz hale bakın! Açık hava hapishanesine benzer şehirlerde, müebbede mahkûm olmuş gibi volta vuruyoruz. Suçumuz ne? Türk olmak mı? Dışarıdakiler neyse, biz neden kendimizi cezalandırıyoruz?

Milletler tek seferde ölmezler ama yavaş yavaş intihar edebilirler. Ülkemizi, kendi ellerimizle, ağır ağır öldürüyoruz. Şehircilik ilkesini hayatımızın merkezine almamız ve bu sürece dur dememiz gerekiyor. İnanıyorum ki, diyeceğiz.

Depremden sonra herkes öfkeli, herkes kızgın. Fakat bu duygular bir şeyi değiştirmeye yetmez. Hakiki değişiklikler için öfkemizi aklımızın emrine vermeliyiz. Böyle bir durumda sorulacak ilk soru şudur: Şimdi ne yapacağız? Bu yazı şimdi ne yapacağız sorusuna “Öncelikle derin bir nefes alacağız” cevabını verdikten sonra, bir çözüm teklif etmektedir. Yalnızca bir çözüm ve her zamanki gibi çok fazla soru…


Yorum Gönder

0 Yorumlar