Cumhuriyet her şeyiyle şehirli bir projedir. İlk yıllarında, kıt kaynaklarının mühim kısmını – büyük bir isabetle – şehirlere ayırmıştır. Az ama öz eğitim kurumları şehirlerde yükselirken; cumhuriyetin getirdiği asri yaşam biçiminin vasatı da tabii ki şehirler olmuştur. Köy ise “gitmesek, görmesek de” bizimdir. Bazen “saflığı”, bazen “yobazlığı” temsil eder. Fakat her halükârda pek bilinmez. Kıymetli olduğu düşünülen ama paha biçmek için de uzmanını bulmak gereken taşlar gibidir. (Halkiyat çalışmalarının zirvesinin cumhuriyetin ilk yılları olması tesadüf değildir.) Yine aynı sebepten (bilinmezlik), kimse köyü yerinden kımıldatmak istemez.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren takip edilen politikalar
(kültürel, siyasi ve tabii ki ekonomik) biraz da köyden kente göçü engellemek
üzerine kuruludur. Kemalistinden liberaline, milliyetçisinden solcusuna kadar
bu ülke üzerine laf söyleyen herkesin bir “köy politikası” olmuştur. Bu
politikanın temelinde devletin kuruluş kodları yatar: “Köylü köyde
tutulmalı, ille de şehirlere gelmek istiyorsa, kota uygulanmalıdır.”
Burada iki problem buluyoruz. İlki bütün yolların Roma’ya
çıkması gibi, bütün fikirlerin devlete bağlanmasıdır. Toplum, millet,
işçi sınıfı adına ne derseniz deyin devlet diyemeyeceğiniz insanlar için
politikalar üreten toplulukların gönüllü bir şekilde devletin yörüngesinde
dolaşması bugünkü meselemiz olmadığı için tespit etmekle yetiniyor, ikinci
probleme geçiyoruz. Bu problem en az ilki kadar “gariptir”: Köy politikasını
tayin edenler şehirlilerdir.
Evet, bütün bu görüşlerin münevver kesimi şehirde oturuyor
ve köy politikası tespit etmeye uğraşıyordu. Yazdıklarına, plan diye teklif
ettiklerine, aralarındaki tartışmalara bugünden bakınca saflık seviyeleri
inanılır gibi değildir. Çünkü çoğunluğu köyü görmemiştir. Görenler ise geç
yaşlarda ve şartlanmış bir zihinle izlemişlerdir Türk köylüsünü.
Köyden İndim Şehire
Şehirde oturup köy politikası çizmenin saçmalığı ancak
60’lara doğru anlaşılabildi. Bir kısım solcular bu problemi çözmeye niyetlendiler
ve köy öğretmenlerine güdümlü metinler yazdırdılar. Yetinmeyip bunlara “roman”
adını verdiler ve ödüller dağıttılar. Onlar gibi yazmayan, yani hakiki edebiyat
yapmaya çalışanların da (Kemal Tahir, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Tarık Buğra…)
burnundan getirdiler. Sorsanız faşizmle mücadele ediyorlardı.
Milliyetçiler de boş durmadılar elbette. Önce kendi
yazarlarıyla okur kitlelerinin arasını bir güzel açtılar. Köyden şehre gelen
gençleri yeni ortama adapte edecekleri yerde, köydeymiş gibi davranmalarını
teşvik ettiler. Komünizmle mücadele ediliyordu, kitap belki okunabilirdi ama
şimdi zamanı değildi. Sorsanız vatanı kurtarıyorlardı.
Sol edebiyatımızı, milliyetçiler edebiyat okurlarımızı böyle
sakatladı. Bunun esas mahsuru bütün kültürel yatırımını şehirlere yapmış bir
memleketin kültürsüz kalmasına sebebiyet vermesidir. Kültürel çoraklık,
şehirleri çöllere dönüştürmenin ön şartıdır.
Cumhuriyet her şeyiyle şehirli bir projedir dedik.
Dolayısıyla buna karşı çıkan muhafazakâr muhalefetin kendisine insan
devşireceği alan köyler olacaktı. Öyle de oldu. Muhafazakârlar şehirlere göçü
de heyecanla takip ettiler. Çünkü bu göç müesses nizamın kesinlikle
hazırlanmadığı bir hadiseydi. Göç köyden şehre doğru olmuyordu, sanki köyler
akın akın şehrin üstüne çıkıyordu. Muhafazakâr kanaat önderlerinin çoğunun
teşviğiyle yeni gelenler; “Şehirli âdetlerine” uyan köylülerini azarladılar,
tiyatroya giden komşularını çekiştirdiler, şehirli mesleği yapan arkadaşlarını
– para kazanıncaya kadar – hor gördüler.
Böylece iki ucundan çekiştirerek politikacılık oynadığını
zanneden taraflar, el birliğiyle şehirlerin içine ettiler.
Dikkat edilirse zikrettiğim kesimlerin entelektüelleriyle
avam tabakalarını ayırmadan konuşuyorum. Çünkü bütün bu kesimlerin entelektüel
tabakalarını işgal edenler aslında gidişatı gördüler hatta aleyhine çalışanlar
da oldu. Kemal Tahir solu eleştirdi, Erol Güngör milliyetçi düşünceyi elekten
geçirdi, Necip Fazıl mesela Kaldırımlar’ın şairiydi. Ama bunlar sözde kaldı.
Derli toplu bir programa evrilmedi. (Kemal Tahir romancıydı, Erol Güngör’ün
ömrü yetmedi, Necip Fazıl ise şairdi.)
Bir de öteye değil ötekisine bakan “ara tabaka” işin içine
girdi ve yapılanlar “Memlekete faydalı mı?” sorusunun yerini “Bize faydalı mı?”
aldı. Bu ara tabaka, entelektüellerin karışık dilini vatandaşa basitleştirerek
anlatma işini yüklenenlerden oluşuyordu. Tabii ki kısa zamanda rayından çıktı
ve aradakiler kendi fikirlerini “yukarıdakilerin” düşüncesi diye satmaya
başladılar. (Aslında bu süreç halen devam etmektedir. Türkiye’nin
“entelektüel problemi” üzerine yeterince laf edilmiştir. Ben sadece yazının
amacına uyacak kadar temas ettim.)
“Köylüyü köyde oturtma” politikası çöktü. Sonra ne oldu?
Gecekondulardan Gelen Karar
Şehirde oturup köy politikası yazan adamlar meydandan
çekildiler ve yerlerini ikame edenler (“ara tabaka”) gecekonduların ne kadar
bereketli olduğunu keşfettiler. Siyaset yapıyorsanız oy deposuydu, üretim
yapıyorsanız ucuz işgücüydü, konuşma yapacaksanız bedava dinleyiciydi,
tarikatsanız potansiyel müriddi. Kimse itiraf etmedi ama ben yazayım: Köyden
kente göç engellenemeyince, şehrin sınırlarından biraz taviz verildi ve yeni
politika olarak “gecekonduyu yerinde tutma” belirlendi. Daha doğrusu devlet
belirledi, kafalarında “görüş” taşıyan hazirun da hemen uyuverdi.
Devletin elindeki kaynakları nasıl yönettiği bundan
sonrasını tayin edecekti. Milletin iyiliği için fikir üretenlerin tartışmaları
alternatifleri gösterecekti. İnsanlar yaşadıkları çevre hakkında bilgilenecek,
politika üzerine düşünce üretmeye “en tepeden” değil evlerinin önünden
başlayacaktı. Kamu otoritesi silahla değil hukukla tesis edilecekti. Huzur ve
güven ortamını elinde tüfekle sahneye atlayan askerler değil, vatandaşlar
koruyacaktı. Köylerin kente yığılmasıyla toz altında kalan Türkiye, ayağa,
yıllardır yatırım yaptığı şehirler üzerinden kalkacaktı.
Bir de alternatif senaryo vardı. Buna göre devlet elindeki
kaynakları yönetmeyi beceremeyecek, fikir üretenler devletin önünden değil
arkasından gidecek, insanlar yaşadıkları mahale yabancılaşacak, politika
denince herkesin aklında Ankara’da mukim siyasetçiler canlanacak, huzur ve
güveni yine asker sağlayacak, kamu kavramı yok olacaktı. Köylerin kente
yığılmasıyla toz altında kalan Türkiye, gecekonduların şehri işgal etmesiyle
yıkılacak, yerine “Yeni Türkiye” kurulacaktı.
İkincisi oldu. Gecekondu, en başta orada yaşayanlar
için, bir problem olarak değerlendirilmek yerine; memeleri süt dolu bir inek şeklinde
kıymetlendirildi. Kimi solcular “gariban halkımızın zor şartlarından” dem
vurdu, liberaller “gecekondu yaşamı” üzerine derin tezler ileri sürdü, milliyetçiler
“milliyetçilik mahallede başlar” gibi bir garabeti savundu, Kemalistler
gecekonduları görmemek için uzağa taşındı. Muhafazakârların “ara tabakası” ise
memnundu. Onlar gecekondunun değerini anlamıştı. “Yeni Türkiye” buradan
yükselecekti. Çünkü 90’lı yıllara girmiştik ve muhafazakârlar da devletin “ne
güzel” bir varlık olduğunu anlamaya başlamışlardı. (Belediyeler üzerinden. Yani
gecekondunun tek muhatabı.)
Buraya kadar anlattığım hikâyeden alacağımız ilk ders çok
basittir: Bir şeyi engellemek üzerine politika kurulmaz.
Nitekim gecekonduyu yerinde tutma siyaseti de çöktü.
2000’lerin başında artık “kentsel dönüşümlerden”, “imar barışlarından” söz
etmeye başlamıştık. Çünkü gecekonduyu yerinde tutamadığımız gibi şehirlerin
doğal büyümesini de engelleyemedik. Asırlardır, bayramlar haricinde,
karşılaşmayan iki kültür formu ilk defa aynı ortamda buluştu. Sanki Berlin
Duvarı yıkılmıştı.
Bunun planını yapan oldu mu? “Böyle bir şey yaşanacak” diye
uyaran var mıydı? Savundukları köyün ölümünü görmeyenler, yaşadıkları
şehirlerin çöküşünü fark edemediler mi? Planını yapan olmadı, uyaran varsa ben
bilmiyorum, sonuncular da gördüler ama “diğerinin de” görmesini beklediler. Bu
yüzden çok geç oldu.
Gecekonduların yerine dikilen TOKİ’lerin çevresine park
haricinde sosyalleşme alanı yapmak akla geldi mi? Bu binalar şehir planlarına
uyularak mı yapıldı, yoksa “plan tadili” denen garabetin çocukları olarak mı
meydana geldiler? Toplu bina aşıkları, adına kültür denilen ve insanın yine
kendi yaşamını kolaylaştırmak için ürettiği her şeyi kapsayan kavramdan
haberdarlar mıydı? Her şeyiyle siyasete batmış meslek örgütleri her şeye kızmak
haricinde ne söylediler? Sendika diye bir şeyin var olduğunu unutalı çok oldu
ama yine de soralım: Sendikalar neredeydi? Aydınlarımız, münevverlerimiz,
entelektüellerimizden koltuk kavgasına baş vermeyenleri akıllarını hangi
saçmalıkla bozdular da bu konuda ilaç için olsun doğru dürüst laf edeni çıkmadı?
Şehirde yaşayan insanlar sosyal kaynaşma için “köylü komşularını” azarlamaktan
başka bir tavır gösterdi mi?
Çok sorum var. Yukarıdakileri sadece fikir vermesi açısından
sıraladım. Yoksa bütün bu soruların cevabını ben de biliyorum, herkes de
biliyor.
Gelelim bugüne… Fikriyat başlığını verdiğim kategoriye
epeydir yazmamıştım. Bu eksikliği gündemle birleştirerek kapatmak, iki çift laf
etmek istiyorum. Daha önce “Köyün Ölümü ve Yükselen Taşra” adıyla yazdığım
yazıda “şehirlileşme” meselesine dair konuşacağımı söylemiştim. Depremin gör
dediğini de görerek, işte bu meseleye dalmak istiyorum.
Son Depremlerin Gösterdiği: Ayakta Duramayan Ülke
“Çarpık kentleşme”, “plansızlık”, “denetimsizlik”,
“yığılma”… artık adına ne derseniz deyin yaşadığımız son felakette ne kadar
ölümcül sonuçlar doğuracağını gördük. İki şehrimizi neredeyse tamamen
kaybettik. On binlerce ölü verdik. Halen sokakta kalan ve ölene kadar bu
travmayla yaşayacak milyonlarımız var.
Depremden sonra uzun uzun siyaset konuştuk. Bir noktada “Biz
neden hakiki siyaset konuşmuyoruz da böyle deprem üzerinden ima ediyoruz” demiş
olacağız ki, zaten “eskimiş” bir konu olan depremi bıraktık ve oturup
cumhurbaşkanlığı seçimini tartışmaya başladık. Tabii ki siyaset de konuşalım.
Ama depremin ilk gününden itibaren yaptığımız şeyin zaten siyaset konuşmak
olduğunu da bilelim. “Siyaset konuşmak” olmuş hadiseler üzerine laf etmek
veyahut olacakları “Ya tutarsa” diyerek tahmin etmekten öte bir şey değildir.
Siyaset belirlemek veya siyaset yapmak ise geçmişin
birikimini bugünün süzgecinden geçirip yarına hazırlanmaktır. Bunun için problemlerimizi
açıkça konuşmamız gerekiyor. Tespit yapmak ve çözüm önermek lazım geliyor. Bu
yazıyı bir teklif olarak kabul edin: Lafı olan varsa şimdi tam zamanıdır.
Sizi bilmem ama ben sözü ortaya atıp da kenara çekilenlerden
değilim. O yüzden, depremin ardından artık iyice emin olarak, cumhuriyetin
en önemli sorunu kabul ettiğim “şehirlileşme” meselesi hakkında konuşmayı planlıyorum.
Tespit edebildiğim problemleri de not düşmek, çözüm bulamasam bile çözüm önerisi
teklif etmek istiyorum.
“Şehirlileşme”
“Yeni Türkiye”nin hangi temelden yükseldiğini gördük.
Sonraki yirmi seneyi biliyorsunuz. Biz, depremden sonrasına, bugüne gelelim. Ama
önce bir dizi soruyla konuyu açalım.
Şehirlerimizi neye göre inşa ettik, ediyoruz? Bırakın şehri,
tek bir binanın inşası bile mimara terk edilemeyecek kadar önemli bir işken;
nasıl vatandaşın keyfine, müteahhidin cebine, siyasetçinin vaatlerine terk
edildi? Vatandaşına hiçbir konuda güvenmediği için “özgürlük” sahasında pek de
nefes aldırmayan Devlet-i Âliyye neden “Ben buraya yirmi beş katlı apartuman
dikerim” diyen uyanığa bu kadar gönülden özgürlük sağlıyor? Halbuki devlet
şiddet tekelini harekete geçirecekse tam da bu alanda harekete geçirmeli.
Başkasının hakkına bu kadar açgözlü, bu derece hoyratça tecavüz etmeye karar veren
gözü dönmüş sürüsünü yalnızca korku engelleyebilir.
Depremden sonra biraz inceleme fırsatı bulduğum “mevzuat
hazretleri” bu konuda hakikaten güven veriyor. Ama uygulama… İşte orası bütün
güveni götürüyor. Güveni götürse iyi, son depremde yaşadığımız üzere, dünyayı
tepemize yıkıyor.
Kimi kaynaklara göre, memleketimizde 450 bin müteahhit
olduğu rivayet ediliyor. (Devlet kaydeder ya hu! Ülkenin en büyük iş kolunda,
hayatımızın büyük bir kısmını geçirdiğimiz alanları inşa eden kişilerin
sayısını bile rivayetle öğreniyoruz. Sonra “Devlet unutmaz” diye meydan
okunuyor. Evet devlet unutmaz çünkü bakar, sayar, yazar, dosyalar. Yoksa bir
kısım aksakallı karanlık mahfillerde buluşup da birilerine hatırlatmaz.)
450 bin müteahhit… Bunların ailelerini, yanlarında
çalışanları, inşaat arazisinde ter dökenleri, işi bu inşaatları planlamak ve
denetlemek olanları da toplayınca, kabaca 10 milyon kadar insanımız “inşaat
ekonomisinden” besleniyor. Bu da “yirmi beş katlı apartuman” özgürlüğünün
sebebini bizlere haber veriyor: Bu kadar büyük paranın açamayacağı kapı henüz
icat edilmemiştir.
Demek ki, şehirlileşme meselemizde ilerleme kaydetmek
istiyorsak – tezat gibi görünse de – öncelikle inşaat ekonomisine alternatif
alanlar üretmemiz gerekiyor. Bu konuda iktisatçılardan çözüm önerileri beklemek
hakkımızdır. (Hızlı bir literatür taramasıyla bazı ilginç teklifler buldum.
Fakat hakkıyla incelemem vakit alacak. Biraz daha teferruatlarına odaklanıp,
dişe dokunur bulduklarımı, sizlere de haber vereceğim.)
Gelelim, dünyanın çoğunun yaşadığı, şehirlerin geleceğine…
Büyüyen Şehirler, Daha da Büyüyecekler
2010 yılında dünya nüfusunun yarısı şehirlerde yaşıyordu.
2018’de bu oran %55 olarak açıklandı. Yakın tarihli bir veriye denk gelmesem de
dünyadaki trendin şehirlerde yaşam olduğuna dair sürekli bir şeyler okuyorum.
Dolayısıyla geçen 5 yılda bu oranın arttığını, %60’ı bulmasa bile epeyce
yaklaştığını tahmin edebiliriz. Türkiye’de ise nüfusun %93,2’si il ve ilçe
merkezlerinde yaşıyor. (24 şehrimizin nüfusu 1 milyonun üzerinde.)
Önceden köyden kente doğru olan göçler, artık kentten
büyükşehre doğru oluyor. İstanbul, bugün Avrupa’nın en kalabalık şehridir.
(Resmi olarak 15 milyonun üzerinde görünse de; kütüğünü aldırmayanı, mültecisi
vesairesiyle 20 milyona yaklaştığını hatta belki geçtiğini tahmin edebiliriz.)
Dünya’daki tek trend şehirlerde yaşam oranının yükselmesi değil. Buna paralel
olarak kıta büyüklüğünde “mega kentler” meydana gelmeye başladı. Tabii bu kadar
nüfusu besleyen şehirlerin yönetilmesi de ayrı bir mesele teşkil ediyor. Şu
anda bildiğimiz bütün yönetim biçimlerini zorlayan yeni çözümler üretilmesi
gündeme geliyor. Bazı siyaset bilimciler şehirleri devletlerin yerine ikame
eden planlar ileri sürüyor.
Bu meseleyi daha sonra konuşmak üzere bir kenara bırakıyorum
ve büyüyen şehirlerin insanlar üzerindeki tesirine temas etmek istiyorum.
Şehirlerimiz sıkıştı. Kimse kimseyi tanımıyor. Güven kavramı
ortadan kayboldu. Çevrelerine dikilen çirkinlik abideleri yüzünden insanların
yalnızca estetik zevki değil ruh hali de bozuluyor. Önümüzde iki görev var. Birincisi,
siyaset yapıcılarına “şehircilik ilkesini” kabul ettirmeliyiz. İkincisi,
şehirde yaşayan insanları kaynaştırmalı, şehirlilerin yaşadıkları yerden
istifade etmelerini sağlamalı, dolayısıyla şehirlerimizi sevmeyi öğrenmeliyiz.
Şehircilik ilkesinden; şehirde yaşayan insanlara iş
imkanlarının yanında sosyalleşme alanlarının da tahsisini, insanları
yaşadıkları mahallerin yönetimine daha fazla dahil etmeyi, şehrin nimetlerinden
faydalanan sakinlerde “şehir bilinci” oluşturmayı, siyasetçilere yönettikleri
yerlerin babalarının çiftliği olmadığını ihtar etmeyi ve son olarak bütün bu
süreci belirli bir program dahilinde yönetmeyi anlıyorum. (Şehirlerin ne
yönde büyüyeceği, hangi sektörlerin hangi şehirlerde teşvik edileceği gibi
meseleler merkezi idareyle birlikte planlanmak zorunda olduğundan bu ilkenin kapsama
alanı dışında kaldılar.)
Bunu başaramazsak “nekro-siyasete” teslim oluruz. Nekro-siyaset;
insanları belirli bir şekilde yaşamaya ve yine belirli bir şekilde ölmeye
zorlayan, bunu başarmak için bütün güç kaynaklarını seferber eden siyaset
biçiminin ismidir. En güzel örneğini bugünlerde yaşıyoruz. Birileri çıkıp
sürekli deprem uyarıları yapıyor fakat kimse “acil” koduyla alınacak,
alınabilecek önlemlerden bahsetmiyor.
Pardon, “evinizi taşıyın” diyenleri unuttum. Peki bunu nasıl
yapacağımızı da lütfedip buyurur musunuz? Yoksa “Fakirler ölsün” mü diyorsunuz?
Sınıfların oturmadığı, buna rağmen “özel” hastaneler, “özel” okullar ve tabii
ki “özel” siteler sayesinde zengin ve fakirin birbirleriyle neredeyse hiç temas
etmediği bir memlekette mi bunu söylüyorsunuz? Teklif edilen siyaset buysa,
işte bunun ismi nekro-politikadır. Şehirlileşmeyi beceremezsek, hayatımızı
geçirdiğimiz alanlara doğru dürüst yerleşemezsek tepemizde sallanan demoklesin
kılıcı budur. Bir diğer alternatif ise, bundan daha beteri, çarpık siyasettir.
Sonuç: Çarpık Siyaset
Yazının başından beri köyden başlayarak şehirlere doğru
hareket eden göç dalgasını konu edindik. Peki, şehrin göbeğinde yaşayanlar buna
nasıl cevap verdiler? Gecekondular şehri sararken, şehrin esas sakinleri
“kentin gürültüsünden uzak” yerlere korunaklı siteler yaparak yerleştiler.
Böylece gecekondu şehir merkezine baskı yaparken; şehir bir kurbağa
çevikliğiyle kendi üzerinden zıplayıp merkezini dışarıya taşıdı. (Böyle
hadiseler dünyanın her yerinde olabilir ama yalnızca ülkemizde bir
“Kulturkampf”a dönüşür.) Şehir planlaması adı verilen ve şehirlerin sağlıklı
bir şekilde yönetilmesi için hayati derecede önem taşıyan işten bu çeviklik
sayesinde yüz çevirebildik. Şehirlerimizi zıplatabiliyorsak neyi planlayacaktık
ki?
Şehirlerden mutlak vazgeçiş, kültürel birikimlere sırt
dönüş böylece yaşandı. Medeniyet farklı kültür formlarının cem edilmesiyle
meydana gelir. Şehir ve köy bambaşka formlardır. İkisinin sağlıklı evliliğinden
müreffeh bir ülke çıkarabilirdik. Biz şehirlere tecavüz etmeyi seçtik.
Böylelikle piçleşmiş bir “medeniyet telakkisi” elde ettik. Bu engin dünya
görüşünü hayatın her alanına tatbik etmekten de çekinmedik.
Mesela buradan “çarpık siyaset” doğdu. Vatandaşla
bütün bağını koparmış, Olimpos Dağı’nda yaşayan homo politicusların ortak
özelliği şehirlerimizin yerleşimiyle pek mütenasip olmalarıdır: “Çarpık”
gülümseme, “çarpık” mantık, “çarpık çarpık” hareketler… Şehirler insanların
üzerinde, bildiğimizden de fazla, etkili olabilirler. Herhangi bir politikacıyı
dediğim gözle değerlendirin, neden bahsettiğimi daha iyi anlayacaksınız.
Bu çarpıklar kendi gibi çarpık olanlara meşruiyet
sağladılar. Geldiğimiz yere bakın. Düzeltiyorum: Düştüğümüz hale bakın!
Açık hava hapishanesine benzer şehirlerde, müebbede mahkûm olmuş gibi volta vuruyoruz.
Suçumuz ne? Türk olmak mı? Dışarıdakiler neyse, biz neden kendimizi
cezalandırıyoruz?
Milletler tek seferde ölmezler ama yavaş yavaş intihar
edebilirler. Ülkemizi, kendi ellerimizle, ağır ağır öldürüyoruz. Şehircilik
ilkesini hayatımızın merkezine almamız ve bu sürece dur dememiz gerekiyor.
İnanıyorum ki, diyeceğiz.
Depremden sonra herkes öfkeli, herkes kızgın. Fakat bu
duygular bir şeyi değiştirmeye yetmez. Hakiki değişiklikler için öfkemizi
aklımızın emrine vermeliyiz. Böyle bir durumda sorulacak ilk soru şudur: Şimdi
ne yapacağız? Bu yazı şimdi ne yapacağız sorusuna “Öncelikle derin bir nefes
alacağız” cevabını verdikten sonra, bir çözüm teklif etmektedir. Yalnızca bir
çözüm ve her zamanki gibi çok fazla soru…
0 Yorumlar