Türkiye sanki ulaşabileceği en yüksek seviyeye erişmiş, çıkabileceği azami yüksekliğe tırmanmış, gidebileceği bütün yolları bitirmiş de şimdi geri dönüyor. Döneceği yerden memnun olmalı ki aynı kaldırımlara basarak geri gitmekte zerre kadar tereddüd göstermiyor. Ne mutlu geri gitmekten memnun olana!
Çinliler geçmişi ileride, geleceği geride görürler. Bu kültüre göre geçmiş, o zaman aralığında ne olduğunu bildiğimiz için, önümüzdedir; gelecek ise bilinmezi çağrıştırdığından arkamızda... Hint felsefesinde merdivenler ve yılanlar vardır. Merdiven yükselişi muştular, yılansa tehlikeyi. Hintliler merdiven görünce sevinmezler çünkü bilirler ki yakınlarda bir yılan pusuda beklemektedir. Yılan gördükleri vakitse tasa etmezler, anlarlar ki merdiven uzakta değildir.
Bir Türk nasıl düşünür? Herhalde Çinli ya da Hintli gibi değil.
Öyleyse nasıl? Evet, bugünkü sohbetimizin temel sorusu budur: Türkler nasıl düşünürler? Bu istifhamın çengelini zihnimize asalım ve son sür'at Tanzimat'a dönüşümüz hakkında iki çift laf edelim.
Ölen Eskinin Tasfiyesi: Yeniçerilere Veda
Bazı olaylar gözümüzün önünde yaşandığı için kıymetlendirmekte zorlanıyoruz. 15 Temmuz 2016'da yaşanan darbe girişimi bu tarz olaylardan.
FETÖ'ye bağlı unsurların hükümeti zor kullanarak devirmek amacıyla Silahlı Kuvvetlerdeki hücrelerini harekete geçirdiği bu gecenin bazı noktaları aydınlanmış değil. Fakat özellikle Amerikalı "dostlarımızın" kimin kazanacağı meydana çıkana dek sessizce beklemelerini hepimiz hatırlıyoruz.
O gece darbeciler kaybetti. Ardından modern yeniçerilerin tasfiyesi başladı. Yeniçeriler derken sadece darbecileri ya da FETÖ'nün şartlanmış mensuplarını kastetmiyorum. Bunlarla beraber eski düzene dair kim varsa onları anlıyorum. Unutmayın ki yeniçeriler tasfiye edildiklerinde eski sistemin merkezî aktörleriydiler.
Yeniçerilerin kışlalarına kadar yakılıp, dergâhlarına kadar basılmalarının sebebi Sultan Mahmud'un kişisel nefreti değildi. Devlet kendi valisi karşısında âciz düşmüştü. Böyle bir ortamda, bekaa meselesi bir numaralı problem olarak ortadayken, kimse yeniçerilerin kılıç çekme ihtimalini göze alamazdı. Bu yüzden topluca tasfiye edildiler ve devlet geç kaldığı bir işi aceleye getirerek başka bir düzene geçti.
Türkiye'nin ilk modernleşme hamlelerine başlamasından bu tarafa inatla sürdürdüğü merkezileşme çabaları da tam gaz devam etti. Güç tek bir kişinin şahsında temerküz ederken bürokrasi her yere egemen olmaya başladı. Dengeleyici olması beklenen unsurlar ya tasfiye oldu ya da boyun eğdi. Çünkü onlar eskide kalmıştı. Tanzimat'ın İlanı'na ya da Başkanlık Sistemi'ne böyle bir havada geçildi.
Carl Schmitt’in dediği gibi “Egemen istisnai olana karar verendir”. Bitmeyen bir istisna hâli yaratıldı. Böylece "sokaktaki vatandaş" sürecin dışına itildi. Sahnedekilerin yaptıklarını görüyor, söylediklerini duyuyordu. Fakat bunları ne için yaptıkları sorusunu sormasına izin verilmiyordu. Eski ölmüştü ama yerine neyin konulduğu hakkında kimse bir şey söylemiyordu.
Abdülhamid değil Mahmud: Tayyip Erdoğan
Bütün bu tasfiyeyi yapabilmek için aynı anda birkaç yeteneği haiz bulunan bir adama ihtiyaç vardı. Yani bir sefer müthiş hırslı, ikincisi zamanlama konusunda usta...
Ayrıca bu adam derinine düşünmeyen, hızlı hareket etmeyi daha doğrusu hareketin kendisini seven pratik biri olmalıydı.
Tayyip Erdoğan ya da Sultan Mahmud bu iş için biçilmiş kaftandı. Lider, tarihin kendi beden ölçülerine göre diktiği bu elbiseyi mükemmelen taşıdı. Başka birinin reenkarnesi olmaya çalışırken kendi kendini oynamaya başladı.
Sultan Mahmud devletin yaşaması için elinden geleni yapmış, lüzumsuz sertliğe fazlasıyla yüz vermiş bir hükümdardı. Her istediğini yapmış, yaptıkları çoğu zaman istediği sonuçların tam tersini vermişti. Modern Sultan Mahmud Patrikhane kapısına papaz çiviletmese de peş peşe seri tasfiyelere (Ergenekon, Balyoz, 15 Temmuz) imza atarak bilhassa bürokrasiyi hırpaladı. O da Sultan Mahmud gibi içeride her istediğini yaptı. Beklediği sonuçları, tıpkı Sultan Mahmud gibi, çoğu zaman elde edemedi.
Sultan Mahmud'un bir faydası memlekete sıfırdan başlamak için gerekli olanı vermesiydi. Öyle görünüyor ki Tayyip Bey'de aynısını yapacak.
Apo'yla Anlaşma: Yeniden Sened-i İttifak
Yeniçerileri yok eden Sultan Mahmud, veya vesayeti tasfiye eden Tayyip Erdoğan, "Yeni Türkiye" kurduğunu iddia etti. Mahmud bunu reformlarla gösterdi. Erdoğan, kronolojiyi parçalama pahasına, Sened-i İttifak yaparak...
Hakikaten de Yeni Türkiye olduğu iddia edilen bu ülkenin eskisinden tam olarak ne konuda farkı olduğunu Apo yeniden tedavüle sokulana kadar anlamak mümkün olmadı. Alemdar Mustafa Paşa, yani Devlet Bahçeli, Apo'ya el uzatana kadar eskimiş unsurların tasfiye edildiğini fakat davranış ve düşünce kalıplarının aynen muhafaza edildiğini görmüştük.
Eşkıyayla barışan devlet fikri ilk anda herkese yabancı geldi. Fakat yeni bir Sened-i İttifak'a ihtiyaç vardı. Türkiye yüz yıldır çözemediği Ortadoğu problemini halletmek amacıyla harekete geçmişti ama beklenen ilerleme bir türlü sağlanamıyordu.
Eskiden problemleri ordu çözüyor, hariciye peşinden sebebini açıklıyor, en son topluma düşense destek vermek oluyordu.
Yeni Türkiye'de önce istihbarat ön hazırlıkları yapıyor, sonra ordu giriyor, ardından hariciye açıklama yaparken, vatandaş şaşırıyordu. Çünkü vatandaş artık ikna edilmesi gereken bir unsur değil, "zaten" rıza göstermesi gereken sistemik bir parçaydı.
Vatandaşlık kültürünün ağır yara alması bizi Tanzimat'ın hemen öncesine götürdü. Sistemin çivileri yerinden çıkmasa bile pek de sağlam görünmüyorlardı. Bir şeyler yapılmalıydı.
Bu öyle bir hamle olmalıydı ki hem sistemi tahkim etsin hem Ortadoğu'ya dönük revizyonist politikayı desteklesin hem de yenisinin eski olandan ne kadar farklı olduğunu meydana çıkarsın.
Ayrıca, güçsüz "devletçikler" yoluyla Ortadoğu'da hakimiyet kurma modelinin - bu modelin kurucusu - ABD eliyle çökertildiği bir zamanla uyum göstermeliydi. Son amaç şuna matuftu: Türkiye kabuk değiştiriyordu ama temel stratejisinde bir değişim söz konusu değildi. Hâlâ uluslararası sistem konusunda statükocu, hâlâ Ortadoğu özelinde revizyonistti.
Devlet Bahçeli'nin Apo'yu muhatap alma hikâyesi böylece gelişti. Süreç PKK'nın kendini feshine kadar geldi. Fakat burada durması söz konusu olamazdı. Yepyeni Türkiye'ye yeni bir kimlik gerekiyordu.
Yeni Anayasa: Yine Tanzimat
Eskisinde geleneksel söyleme modernizmi yediriyorduk, yenisinde modernizmin içine geleneği katık ediyoruz. Cumhuriyetten eski olan anayasa tartışmamızın hülasası bu olacak gibi duruyor. Türkiye, Fransızların tabiriyle, değiştikçe aynılaşıyor.
Anayasa haricinde "devleti kurtarmak", "Doğu Sorunu", kaht-ı rical gibi kavramları hâlen sıkça kullanıyoruz. Demek ki ihtiyaç duyuyoruz. Öteki taraftan kavram karmaşamız ve kültürel kuruma tam gaz devam ediyor.
1839 yazısında teşhisin doğru, tedavi yönteminin eksik olduğunu yazmıştım. Teşhisin de yanlış olduğunu iddia eden muhafazakârlar bizi başa döndürdü. Bu onlar adına büyük bir başarıdır. Vatandaş adınaysa şu soru meydandadır: Biz yüz elli yılda hiç mi ilerlemedik?
Bundan 150 yıl evvel Türk kalarak düşünen birileri Tanzimat'ı ilan etmişti. Bu modernleşme hamlesine itiraz edenler de Türkçe düşünüyordu. Bugün Türk nasıl düşünür diye soruyor ve tek hamlede cevap vermekte zorlanıyorsak ne kadar ilerlediğimizin cevabını da veremeyiz. Cevabı bizim yerimize verecek birilerini ararız. Arıyoruz da. Yoksa neden bu yazıyı buraya kadar okudunuz ki?
Marx'ın dediği gibi tarihte olaylar iki sefer yaşanır: İlkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak.
Her şeyin şakasının yapılabildiği ülkemizde komediye ihtiyaç var mı cidden?
0 Yorumlar