Blog Notlar serimiz ikinci yazısıyla sürüyor. Blog konusu üzerine olmadığı için "Blog Notları" değil, "Blog Notlar" başlığını tercih ettiğimi ilk yazıda açıklamıştım. Tekrarda beis görmüyorum.
Yine bir hatırlatmada bulunmalıyım, sonra notlar faslına ışınlanacağız. Blog Notlar'ın en önemli özelliği, kendilerinden önce ve sonra gelen yazılarla kesinlikle; kendilerinden önce gelen başlıklarla ise yüksek ihtimalle hiçbir alâkaları olmamasıdır.
Bugünkü konularımız şunlardan ibarettir: Amiraller Bildirisi, "birarada" kelimesi, "diktatör" tartışması, Umberto Eco'nun biyografilerle ilgili kıymetli bir öğüdü, Namık Kemal'den bir söz ve kitap tavsiyesi bölümünün bugünkü misafiri Ömer Seyfettin'in Balkan Savaşı Günlüğü'nden birkaç ufak alıntı.
1
"Birarada" kelimesi üzerine
TDK'yla her zaman uyuşamıyoruz. Buna rağmen ben, özellikle yazım kurallarında kafama takılan şeyleri, her zaman TDK'dan sorarım. Genellikle TDK ne diyorsa onu kabul eder ve yazarım. Fakat bazen tahammül edilmez şeyler olur ve ben bildiğimi "yazarım". İşte bir örnek: birarada kelimesi. "Hep beraber, birlikte" anlamında kullanılan bu güzide kelimemiz TDK'ya göre şöyle yazılmalıdır: bir arada.
Bir kelime sessiz harfle bitiyor, devamcısı da sessi harfle başlıyorsa, biliyorsunuz, genellikle "ulama" olur. Yani tek kelime olarak okunur. Bu işin dil bilgisi yönü. TDK bunu bilmez mi? Hepimizinden iyi bilir. Fakat kurallarını esnetmek istemez.
Sondaki "-da" ekini kelimeden atarsak geriye "bir ara" kalır. Bu zaman belirten bir kavramdır. "Bir ara görüşürüz" gibi. Aynı şekilde yazılan ve "ara" sözcüğüne vurgu yapan kelime ise bambaşka bir anlamdadır. Bu kelime anlam olarak birarada kelimesinden epeyce farklı olsa da karıştırılmaya müsait bir durum yaratabilir. Yani zaman ve yer belirtirken ayrı yazılması, durum belirtirken birleşik yazılması daha uygun ve akılda kalıcı bir etki bırakabilir. Fakat TDK kural esnetmez.
Yukarıda yazdığım iki argümanı yeterli görmüyorsanız son bir kurşunum daha var: kelimenin anlamı. "Birlikte, hep beraber" anlamına sahip bir kelimeyi neden "ayrı" yazıyoruz, anlayamıyorum. Fakat TDK ve kuralları...
Bir kelimeyi neden bu kadar kafaya taktın diyecek olanlar da bulunabilir. İnsan kavramlarla düşünür. Bu kavramlar da genellikle kelimelerdir. Yine kelimeler, dilin en önemli öğelerindendir. Rahat düşünmek için kelimelerin yerli yerinde ve doğru yazılması, dahası üstüne uzun uzun konuşulması gerekir.
Birarada kelimesini bir işaret fişeği gibi düşünebilirsiniz. Vakit buldukça Türkçe'yle ilgili yazmayı sürdüreceğim.
2
Amirallerin serbest bırakılışı
Ne oldu Paşinyan? Amirallerin ne cunta faaliyeti bulunabildi ne Silahlı Kuvvetlerin içinde derin bir bağları ne de dışarıdaki kontakları. Yaşı 70'i geçmiş adamları bir hafta - on gün fuzulî yere tutuklamış olduk. Bunun böyle olacağını yazmıştım: Kalifiye Düşman Arayışı.
Amirallerin neden bir hafta tutuklu kaldığı sorusunun cevabı ikidir ve birbiriyle bağlıdır: Sosyal medya ve siyaset. Troller bunu bir "darbe bildirisi" diye lanse edince siyasetçiler de konunun üstüne atladılar. İş orada kaldı.
Bu trolleri kimin organize ettiği ve kimin yönettiği bellidir. Özellikle, AKP'li olduklarını ifade ederek bu bloğu takip eden arkadaşlara, şu noktayı işaret etmek istiyorum: Kimsenin böyle bir gündemi yokken işi buraya çekmek partinize ne kazandırdı? Siyasette bazen yalan ve esasen çarpıtma para eder. Bu sefer etmeyeceği belliydi. Neden ve kim bu konunun üzerine çullanılmasını teşvik etti?
Hiç kimsenin hiçbir şey kazanmadığı garip bir oyun oynandı. Güçsüzün zaten kazanacak hâli yok da, güçlü neden kazanamadı? Bunun da gayet basit iki sebebi var. Daha doğrusu iki şeyle bağlantının koparılmasıdır buna sebep: vatandaş ve hakikat.
Kafamın içinde bir Serdengeçti var ve böyle saçmalıklar gördükçe "Hakikat, hakikat, hakikat istiyor." Yoksa, sizde yok mu?
3
Umberto Eco, "Entelektüel bir biyografi (yani kişinin yaptıklarının değil yaptıklarını da şekillendiren düşüncelerinin tarihini) yazıyorsanız, o kişinin üzerine yazılan ikincil kaynaklara kendinizi çok kaptırmayın, aksi halde onları tartışırken bulursunuz kendinizi" diyor. Doğru düzgün biyografi bulunmayan memleketimizde "kaliteli-kalitesiz" ayrımını yapabilmek için iyi bir kıstas olur düşüncesiyle paylaşmak istedim.
4
Yurt dışında Erdoğan'a saydırmanın maliyetsizliği
AB heyeti, Cumhurbaşkanı'nı ziyaret etti. Her hâllerinden gayet rahatsız olduklarını belli eden bu heyet, en sonunda kendi salaklıkları yüzünden açığa düştü. Şöyle oldu: Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ve Avrupa Konseyi Başkanı Charles Michel'den mürekkep heyet oturarak poz vermek amacıyla Cumhurbaşkanı'nın yanına geçtiler. AB tarafı haber vermediği için bizimkiler AB'yi temsilen bir sandalye ayırmışlardı. Uyanık Michel koşarak gitti ve oturdu. Zavallı von der Leyen ayakta kaldı.
Bu bizim pek aşina olduğumuz bir koltuk meselesidir. AB'nin naif bünyesi kaldırmamış olacak ki, hadise "kriz" diye tarif edildi.
Bu krizin AB tarafının aptallığından kaynaklandığı çok açıktı ve nitekim AB'deki basın ve siyasetçiler de bunu böyle açıkça ifade ettiler. Yırtık dondan çıkan İtalya Başbakanı hariç. Durup dururken bizim Cumhurbaşkanı'na "diktatör" dedi.
Şurada anlaşalım: Türkiye'nin demokrasi kalitesi birinci sınıf değildir ve günden güne erimektedir.
"Sandıktan sandığa" diye tarif edilen kısa zamanlar haricinde vatandaş hükümeti denetleyemiyor. Bu da işi Roma meclisinde seçilen konsillere çeviriyor. Bu işin bizi ilgilendiren tarafı. Fakat İtalya Başbakanı, Türkiye demokrasi tarihini şöyle bir gözünün önüne getirerek Cumhurbaşkanı'na "diktatör" demiyor. Fırsat bulmuşken hakaret ediyor. Sırf bu durum bile İtalyanların başbakan diye koltuğa oturttukları adamın "kalibresini" göstermeye yeter. Bizimkiler de cevap verdi zaten.
Her zaman olduğu gibi bu durum bana başka bir şey düşündürüyor: Türkiye'nin Cumhurbaşkanı'na saldırmanın gittikçe maliyetsiz bir hâl alması. Özellikle AB ve ABD'de...
Bu eskiden böyle değildi. Zannetmeyin ki, AKP'den öncesinden bahsediyorum. Hayır, Tayyip Bey'in uzun başbakanlık döneminde de böyle münasebetsizlikler neredeyse hiç görülmez, olur da ilgili memleketten birisi bu tarz bir tanımlama yapacak olsa Türkiye'nin resmî açıklamasından çok önce, kendi ülkesinde, ağzının payı verilirdi.
Bu düzen bozuldu. Bunun tek suçlusu olarak Tayyip Bey'i bulmuyorum. AB'nin en az bizimki kadar derin ikiyüzlülüğü de sorumludur. Mesela yakın zamanlarda okuduğum Andrew Roberts'ın Savaşta Liderlik kitabından bir alıntıyla, Batı'nın "beğeni kıstaslarını" hatırlatayım:
"1945-1947 arasında Moskova'da bulunan İngiliz bakan Sir Frank Roberts'ın tuttuğu notlara göre, "Roosevelt ve Churchill, Stalin'den bir anlamda etkilenmişti. Zira Stalin, dönemin diktatör klişelerine uymuyordu. Örneğin bir demagog değildi; gösterişli üniformalar içinde kasıla kasıla yürümüyor, konuşurken tatlı dil kullanıyor, düzenli bir insan imajı çiziyor, arada sırada espri yapıyor ve lafı uzatmıyordu."
Tabii ne kıymetli Sir Roberts ne de kitabın yazarı Andrew Roberts Roosevelt-Churchill ikilisinin esas hoşuna giden yönü deşmiyorlar. (Andrew Roberts kitapta konuya değiniyor ama başka bir açıdan) Stalin, o dönem, "kazanılabilecek bir müttefik"ti. Bu yüzden Time Dergisi iki sefer onu yılın insanı seçti ve Churchill "Demir Perde çekildi" diyene kadar Batı'da "sempatik Joe amca" olarak lanse edildi. Ne zaman ki aralarında itişme başladı; Batı, Stalin'i (Çelik Adam) keşfetti. Ve ona çok kızdı.
Tayyip Bey'i Stalin'le mukayese edecek hâlim yok. Yalnızca Batılı bakış açısını göstermek istiyorum. Çünkü ileride bu meseleye çok temas edeceğiz gibi duruyor.
Doğrusunu Allah bilir ya, Tayyip Bey'in diplomasiyi artık garanti oy mantığının ötesine taşıması gerekiyor.
5
"İcrasına imkan olmamakla hak bâtıl olmuş demek değildir." Namık Kemal
Kitap Tavsiyesi: Ömer Seyfettin - Balkan Savaşı Günlüğü
Ömer Seyfettin, Balkan Harbi'nde vazifeli subaylarımızdan birisiydi. Harp esnasında tuttuğu günlüğü, kısa olmakla beraber, bize ordunun yapısını mükemmelen tarif ediyor. Böylesi bir bozgun anında Ömer Seyfettin gibi birinci sınıf bir kalemin orada bulunması elbette kendisi için bir bahtsızlıktı. Fakat Ömer Seyfettin'in, Ömer Seyfettin'lerin kalemlerinin gölgesinde yetişen bizler için şanstır. Çünkü Balkan Harbi tarihimizin belki de en kepaze anıdır. Bu kepazeliği ve yaşanan travmayı sansürsüz ifade kabiliyetine sahip birinci adam da Ömer Seyfettin'dir. "Şansımız" deme sebebim budur.
Zaferleri uzun uzuuun anlatıp bozgunları "hızlı hızlı" geçenler üzerinde tesiri olur mu bilmiyorum ama birkaç alıntı yapmak isterim:
"30 Ekim 1912
(...) Sekiz sene önce, okuldan çıktığım vakit gezdiğim bu yerleri, bir gün böyle kaçarak terk edeceğimizi hiç aklıma getirir miydim?(...) Bölüğün yarısından çoğu Türkçe bilmiyor. Tabur Babil Kulesi gibi. Ne alanın satandan ne de satanın alandan haberi var.
...
18 Aralık 1912
(...) Bir çalılığın içinde doktoru, eczacıyı, Birinci ve İkinci Taburlardan birkaç subayı gördüm. Yeri kazıyorlardı. Meğerse açlıktan bir asker ölüyormuş. Ağzından köpükler akıyordu. Zavallı, daha tamamıyla nefesi bitmeden kazılan mezarının kazma seslerini işitiyordu."
Son alıntıyı 12 Aralık 1912 tarihinden bir cümleyle yapayım: "Fakat ümit ölmez."
0 Yorumlar