Bazı sözler vardır, hiç edilmemelidirler. Bazı yazılar hiç yazılmamalı, bazı fikirler hiç düşünülmemelidir. Fakat adına insan denilen yaratığı tehlikeli kılan özellik budur: Düşünme dersin felsefeyi keşfeder. Söyleme dersin "Tanrı öldü" diye haykırır. Yazma dersin roman diye bir şey icat eder. Sonra da oturup Karamazov Kardeşler'i yazar.
Karamazov Kardeşler, birisi gayrımeşru, tamamı annelerini kaybetmiş dört erkek kardeşin ve babalarının trajedisini anlatır. Baba Fyodor Pavloviç Karamazov dalkavuğun, sünepenin biridir. Üstelik en büyük oğlu Dmitri'nin sevgilisine aşıktır. Meşru olanlar içinde ortanca oğlan İvan ise ağabeyi Dimitri'nin nişanlısına vurgundur. Piç olan Smerdyakov evde uşaklık yaparken, en küçükleri Alyoşa ise manastırda keşiş olmaya çalışmaktadır.
Bir gece Baba Karamazov öldürülür. Katil kim sorusu etrafında; Hristiyanlık, Rus ruhu, büyük insanlık ideali, Rusya'nın 19. yüzyıl sonundaki vaziyeti gibi birçok konu arka planda işlenir. Zaten görünüşteki hikâye, yani babanın öldürülmesi, iki kaynağın kavuşmasından gelmektedir: Yazarın hayatı ve mitoloji. Yani, dün ve bugün.
Karamazov'un temasını tahlil etmeyi bırakıp, katil kim sorusuna dönmek istiyorum. Adaylarımız muhteliftir fakat ben yalnızca kardeşlere değineceğim. Çünkü bu kardeşlerin "babalarını öldürmek için" haklı sebepleri vardır.
Dimitri babasını öldürmekte haklıdır. Çünkü ihtiyar onun mirasına çökmüş ve sevgilisine evlenme teklif etmiştir. İvan babasını öldürmekte haklıdır. Çünkü onun derin görüşünden babası sığ ve gereksiz serserinin tekidir. Smerdyakov babasını öldürmekte haklıdır. Çünkü onu hiç benimsememiş ve uşağı yapmış, üstelik İvan bu cinayeti işleyebileceğini ona kabul ettirmiştir. Alyoşa babasını öldürmekte haklıdır. Çünkü babası şeytanın yeryüzündeki timsalidir.
Fakat babayı Alyoşa öldürmez. Çünkü o daima saygılı, namuslu, ahlaklı bir insandır. Aynı zamanda, manastırda bir keşiş de olsa, "Tanrı'ya inanıp inanmadığını bilmemektedir". Tanrı'nın safında savaşa girmezseniz, şeytanı neden öldüresiniz?
Babayı Dimitri de öldürmez. Çünkü ihtiyarı zengin eden, onu batağın içinden saygın bir isme kavuşturan, Dimitri'nin annesiyle evliliği olmuştur. Dimitri, annesi üzerinden kendisine geçen, üstten bakma hissiyatıyla babasını eşit bir muhatap olarak görmez. Parasını çaldığı için hırsızdır. Sevgilisine evlilik teklifinde bulunduğu için ahlaksızdır, o kadar. Fakat nişanlısı varken başka bir kadına kapılan Dimitri de ahlaksız, üstelik nişanlısının parasını sevgilisiyle yediği için hırsızdır. İşlemin farklı taraflarında yer alan aynı sayılar birbirini götürdüğünde, Dimitri kendisini ihtiyardan yukarıda görmektedir. Bu yüzden onu öldürmez. Sadece öldüreceğini söyler.
Katil, daha sonra klişeye dönüşecek şekilde, uşak Smerdyakov'dur. Çünkü onun hayatta saygı duyduğu tek kişi "kardeşi" İvan'dır. İvan ise babasının öldürülmesi fikrine "bir gereksizden kurtulmak" olarak bakmaktadır. Smerdyakov ustaca bir planla ihtiyarı öldürür.
İvan ise azmettiricidir. İvan dinsizdir fakat "Büyük Engizisyoncu"yu yazacak kadar da "acı çekmektedir". Yani aslında iyi bir Hristiyandır. Ağabeyini sevmektedir, kardeşini sevmektedir. Ağabeyinden nefret etmekte, kardeşinden nefret etmektedir. Katya'ya aşıktır. Katya'ya kinlidir. Babasıyla en uzun süre birlikte yaşayan odur. Babasının ölümünü isteyen de odur. İvan vicdansız bir dehadır. İvan vicdanlı bir aptaldır. İvan eğitilmesine rağmen iyi olamayan, kötülüğün hazzına aşık bir nihilisttir. Fakat ona bütün bunları yaptıran şey, yani kafasının içindeki şeytan; Tanrı'nın isyankâr meleği şeytan değil, İvan'ın bizzat kendi karışık zihnidir.
İvan Fyodoroviç Karamazov üzerinde duruyorum. Çünkü belki de roman türünün zirvesi olan Karamazov Kardeşler'in en canlı karakteridir. Çünkü İvan Karamazov, insanlığın kendisidir. Özellikle de bugünlerde...
Kafaların karışık olduğu dönemler, en saçma düşüncelerin bile kabul gördüğü hatta bütün düşünce iklimini ele geçirdiği devirlerdir.
Tarihin belki de en fazla "tarih" tartışılan bu evresinde, bütün tartışmaların temelinde yatan esas soruyu serinin sonuna sakladım: Tarihin amacı var mıdır?
Teleoloji
Teleoloji, her şeyin bir amacı olduğunu savunur. Çoğunlukla bu amacı sonuçtan sebebe giderek bulur. Bu hesaba göre, tabii ki tarihin de bir amacı vardır. Bilhassa Hegel'in tarih felsefesi bu görüşün üzerine kurulmuştur.
Ona göre her şey "bir"den çıkmış, sonra dağılmıştı. Hikâyenin sonunda yeniden "bir"e dönecekti, fakat çok daha gelişmiş olarak. (Meşhur diyalektik tanımını hatırlayın: Tez, Antitez, Sentez. Tez; dağınık "bir"liği, antitez derli toplu ayrılıkları ve sentez derli toplu birliği temsil eder.)
Teleoloji insanın "ileriye doğru" yürüyüşünü bir çeşit zorunluluk kabul eder. Tanrı tarafından verilmiş bir görev de sayabilirsiniz, doğanın kanunu da kabul edebilirsiniz. Orası teleolojiyi alâkadar etmez. O, "ileriye yürüyüşün zorunluluğuyla" ilgilenir.
Hegel'den önce de savunulan ama onunla tarih tartışmalarının ayrılmaz parçasına dönüşen bu zorunluluk fikri gerçekle ne kadar bağdaşır? Daha doğrusu ileriye doğru yürümek kader midir, yoksa kendi kendimize şuursuzca yaptığımız bir sayıklama mı?
Amacı tespit etmek için, akışa bakmamız zorunludur.
Tarihin Akışı
Tarihin akışıyla ilgili birbirinden ayrı üç fikir söz konusudur. Bunları ve hayata yansımalarını şöyle özetleyebiliriz:
Eğer adına tarih dediğimiz nesne, teleolojist görüşün iddia ettiği gibi, durmadan ileri doğru gidiyorsa; biz fanilerin bu gidişin ne tarafa doğru olduğunu tahmin etmemiz kolaylaşır. Dolayısıyla akışa müdahalede bulunma hakkını kazanırız. Devrimci tarih görüşünün temeli buradadır: Süreci hızlandırmak için inkılap hatta inkılaplar yapmak!
Bunun aksine yeninin, eskinin bozuk bir söyleyişinden başka bir şey olmadığını iddia ederek; iyi ve güzelin dünde (veya dinde) kaldığını söyleyenler ise tutuculardır. Buna göre yalnızca çökmüş olanlar, o da eskiye bakarak, yeniden kurulmak için yıkılmalı; bunun haricinde hiçbir şeye dokunulmamalıdır.
Bir üçüncü grup ise tarihin akışının sarmal olduğunu iddia eder. Eğer bir nesne sarmal hareketler yapıyorsa; bunun kendi kanunları olmalıdır. Kendi kanunu olan bir şey, insan kanunlarının dışına çıkabilir. Hegel'in "tarihin kurnazlığı" diye tanımladığı şey budur. (O bu tarz durumları istisna kabul ediyordu.) Tarihte yanılgı yoktur. Buna mukabil; "her ne olması gerekiyorsa, o olmuş da" değildir. Çünkü sarmalın akış hızı tahmin edilse de, akışın yönü hakkında tahminde bulunmak çoğu zaman zorlama hatta abestir.
Bu serinin herhangi bir yazısını okuduysanız, benim de son görüşün taraftarı olduğumu çözmüşsünüzdür. Sarmalın yönünü tayin edemiyorsak, nasıl bir zorunluluktan bahsedebiliriz? Biraz daha açalım: Ne yapıyorsa kendi kuralları ve kendi meşruiyeti içinde yapan tarihin bir amacı olabilir mi? Olsa bile biz bunu nasıl bileceğiz? Bir Hindu yazıtında "Şimdi ben ölüm oldum" ibaresi geçer. Şimdi biz tarih olmazsak, tarihin sırrını nasıl bilebiliriz?
On yazının sonunda "tarih=tarihtir" gibi bir yere gelmedim elbette. Ama her şeyi açıkladığını zanneden insanoğlunun; bu açıklamaları yaparken sırtını yasladığı; yaptıktan sonra ise bir parçası olduğu tarih, belki de her şeyi açıklamaya insanlar kadar hevesli değildir. Biraz da tarihe kulak verelim diyeceğim ama insanın insanı dinlemediği asırda tarihi kim dinleyecek? Zaten insanlık tarihi, insanların birbirlerini dinlememesinin tarihi değil midir?
Thomas Carlyle, "Tarih, sayısız yaşamöyküsünün özüdür" diyor. Bu öykülerin en meşhurlarından birinin sahibi olan Napolyon'a göreyse tarih "insanların, geçmiş olayların üzerinde anlaşmaya vardıkları versiyonu"dur.
Bu açıklamaya bir itirazım yok, yalnızca Napolyon'un herkesi "insan" olarak gördüğünden emin değilim. Zannediyorum onun insan diye tarif ettikleri "sözünü dinletebilenler" olacak. Çünkü aksi takdirde cumhuriyetin muhafazından imparator olmaya giden yürüyüşünü inkâr etmiş olur. Napolyon, böyle bir şey yapsa, Napolyon olmazdı.
Napolyon'un "Napolyon olması" tarihin meselesidir. Tarih buradan bir matematik işlemi çıkarmaz. Fakat son zamanlarda bütün sosyal bilimleri yangın gibi kavuran matematiğe çevirme hastalığı yüzünden, yakında menemen tarifi verir gibi "Napolyon olma" tarifi veren "eserler" okuyabiliriz.
Tarihi Matematikleştirmek: Tasnifçilik
Bir Arap atasözü "İlim tasniftir." der. Dikkat ederseniz, tam aksine, pek de tasnif etmeden ilerliyorum.
Çünkü tasnif, sınıf kökünden gelir. Yani birbirine benzer durumdakilerin biraraya gelmesi veya getirilmesidir. Ayrık olanlar bir tarafa, mukayese edilebilecek durumdakiler diğer tarafa toplanır. Sonra bu toplananların üzerinde işlemler yapılmaya başlanır. Böylece "tahlil" aşamasına geçilir.
Günlük yaşantımızda sınıflar vardır fakat bunların tarihin yapımına tesiri ne kadardır? Bunu tespit etmek imkansızdır. (Katı bir pozitivizm ve insan doğasına aykırı bir tutarlılıkla tarihi sınıfların çarpışması olarak açıklayan Marx, muhakkak ki büyük bir zekâydı. Fakat tarih felsefesi açısından kıymeti, "bir türlü kaçamadığı hayalet" Hegel'den de aşağıdadır.)
Diğer taraftan bugün tasnifçilik bir hastalık hâlini aldı. Kendi hâlinde davranmak, özgün olmaya çalışmak gibi şeyler kesinlikle kabul edilmiyor. İlla bir tarafa "tasnif" ediliyorsunuz. Çünkü ayrı bir yerde durursanız ayrıca incelemeye tabi tutulmalısınız. Fakat bir tarafa yaslanınca, yaslandığınız yer nasıl tarif ediliyorsa, siz de o tarife uymaya çalışırsınız. Belki de bunu başarırsınız. Yani, "tasnif edilmiş" olursunuz. Böylelikle kolayca tahlil de edilebilirsiniz. Peşinden de tasfiye gelir.
Sayısal bilimlerde tasnif soru sorarak yapılır. Beşeri bilimlerin tasnifçilerinin de soruları vardır. Fakat bunlar kafalarında önceden belirledikleri cevaplara uygun sorulardır.
Zannetmeyin ki bu soruları yalnızca birbirlerine sorarlar.
Bu serinin bir yerinde tarihe soru sormaktan bahis açmıştım. Beşeri bilimlerin tasnifçileri, tarihe de "cevabını bildikleri" soruları soruyorlar. Böylece bizim disiplin, bilim falan diye tanımladığımız tarih bir çeşit Nasreddin Hoca'ya dönüşüyor. Her sorana "sen de haklısın" diyor. Zaten soruyu yöneltenin murad ettiği de bu...
Bunun altında tarihi matematikleştirme hesabı yatıyor.
Pandeminin başında birçok üniversite ders kitaplarını erişime açmıştı. Oxford'un tarih bölümünde ne okutuyorlar diye merak edip birkaç kitabı karıştırmıştım da, kafayı yediğime kanaat getirip kapatmıştım. Çünkü hangi kitabı açsam içinden matematik formülleri çıkıyordu. Derslerden hiçbirisi de sayısal bilimlerin tarihini konu edinen alan tarihçiliğiyle ilgili değildi.
Anlaşılıyor ki, kendi medeniyet algısını matematik üzerine bina eden batının şimdiki amacı, bütün bilimleri matematikleştirmek. Matematik kendi başına inkâr edilemez bir değerdir. Fakat, bugünkü insanı da geçtim, dedelerimizi matematik işlemine çevirince elimize ne geçecek? Bir ve biri toplayınca ninesini bulan bir çocuğa insanlığı nasıl öğreteceksiniz?
Tabii ki esas mesele bir şeyler öğretmek değil ve çocuklar ninelerini böyle bulmayacaklar. Asıl dert ne yapacağı anlaşılamayan insanoğluna, tarihi vesile kılarak, sınır çizmek. Tarihin buna pek de teşne olmadığını söylersem, yanlış bir laf etmemiş olurum.
Göreceli Tarih
Tarihi matematik işlemine çevirmenin bir amacının insanoğluna sınır çizmek olduğunu söyledim. Bunu biraz aşağıda tarih ve siyaset başlığında açacağım. Fakat bu matematik sevdalılarının bir başka amacı daha var: Tarihi sayısal bilimlerin alt kolu hâline getirmek. Bunun için dayanabilecekleri en yanlış temele, Özel Görelilik Teorisi'ne yaslanıyorlar.
1905'te Einstein'ın açıkladığı bu kavram aslında Galileo'den beri temeli atılmış hâlde bekliyordu. Einstein Galileo'nin ve Newton'ın çalışmalarını aldı ve bugün ayrı bir fizik dalı olan Görelilik Teorisi'ni meydana getirdi.
Galileo'ye kadar, Aristo fiziğin efendisiydi. Aristo "şeylerin" doğal durumunun hareketsizlik olduğunu söylüyordu. Yani biz bir şeye baskı uygulamazsak, hareket etmez, durur. Buna teleolojik yaklaşım deniyor. Yukarıda da değindiğimiz gibi, şeylerin hareketinin bir amacının bulunduğu ve bu amacın da "ait oldukları yere varmak" olduğu iddiası.
Buna göre bir şeye yapılan baskıdan çok, hareket eden şeyin amacı önemliydi. Bu görüş asırlarca fiziğin temel kanunu kabul edildi.
Asırlar sonra ise Galileo, uzun zaman aşağılanan deney ve gözlem sayesinde, görelilik kuramının temeli olan "eylemsizlik ilkesini" keşfetti. Şeylerin varmak istedikleri bir yer yoktu.
Nesneler belirli bir amaca doğru yürümüyorsa ama ortada gözle görünür bir anarşi de yoksa; bu nesnelerin birbirleriyle bir bağıntısının olması gerekiyordu. Bu, izafiyet (görelilik) demekti.
Galileo'den buyana bilinen görelilik, ancak Einstein'ın çalışmalarıyla doğa yasalarından birisi olarak kabul edildi. Böylece hareket kanunları da yeniden yazıldı. Kütle ve enerjinin eşdeğere sahip olması yeni kanunlardan birisiyken; bir diğer yasaya göre zaman da göreceli hâle geliyordu. Tarihi, geometriye uygun bir şekilde, yeniden yazmak niyeti de buradan doğdu.
Çünkü Einstein, tıpkı evren gibi, zamanın da genleştiliğini tespit etmişti. Bu tespit, tarih metodolojisinin temel kavramlarından birini zora soktu: Eşzamanlılık.
İzafiyet Teorisi (veya yasası mı demeli?) olayların aynı anda yaşanmasından ziyade, aynı anda algılanmasının önemli olduğunu bildiriyordu. Böylece tarih araştırmalarının temeli olan "eşzamanlılık" ilkesi sarsılıyordu. Çünkü aynı anda yaşanan iki hadise aynı anda algılanmıyorsa, eşzamanlı sayılamazdı.
Einstein'ın zaman üzerine çalışmaları sayesinde tarihçilerin sık kullandığı eşzamanlılık kavramı sarsılırken; bir başka sık kullanılan kavram ise kendisini takviye ediyordu: Süreklilik. Zaman sadece kendi içinde sürekli değildi, dışına doğru da sürekli genişliyordu.
Yine Einstein'ın bize öğrettiği bir şey daha varsa; o da "düzgün" şeylerin istisnai ve ufak; "yamuk" şeylerin ise büyük ve daima çoğunluk olduklarıydı.
Bu kadar bilgiyle mücehhez olan batılı intelijansiya; tarihi, matematiğin alt dalı hâline sokarak; geçmişten işlem çıkarmak istiyor.
Halbuki; fizikte her gözlemci eşittir. Yani bütün insanlar aynı şeyi gözleme hakkına sahiptir. Çünkü sonuç hepsinde aynı çıkacaktır. Tarihte de her "gözlemci" eşittir. Herkes bilme hakkına sahiptir. Fakat çıkan sonuç hiçbir zaman aynı olmaz.
Fizikte ne kadar çok gözlem yapılırsa o kadar iyidir. Çünkü kural her seferinde çalışmıyorsa, kural olma vasfını kaybeder. Tarihte ise tam tersine duruma özel kurallar vardır. Genele teşmil etmeye kalktığınız zaman, soyadınız Einstein olmasa bile, "göreceliliği" bulursunuz.
Bu yüzden modern fiziği doğuran gözlem ve deneydir. Tarihin asla kabul edemeyeceği kelimeler varsa, yine bu ikilidir.
Denilebilir ki, herkesin tarihi kendinedir. Biz onu dememek için yavaş yavaş bu faslı geçelim.
Fakat geçmişi çok da eskiye gitmeyen, "tarihe hükmetmek" kavgası hakkında da iki kelâm etmemiz mucib oldu ki, buyurun edelim.
Geleceğe Dönüş: Tarih ve Siyaset
J.H. Plumb, "Geçmişin Ölümü" kitabında "otorite bir kere ele geçirildi mi, güvenli ve kullanılabilir bir geçmişe sahip olmalıdır." diye yazmıştı. Geçmiş asırlarda sultanlar, krallar kendi tarihlerini kendileri yazarlardı. Çünkü hâldeki topluluğu biat ettirmelerinin yanında geleceğe de bir şeyler bırakmak istiyorlardı. Bugünküler, kendi zamanlarında aynı hissi tadamıyorlar. Güçlü olup da, bunun tadına varamayan insan kadar tehlikeli çok az şey vardır.
Üstelik teknolojik gelişmelerin her alanda inanılmaz hızlandığı bir çağda, gelecek nesilleri yanına oturttuğu tarihçi vasıtasıyla değil, bizzat kendi eliyle yönetmek isteyenler çıkmayacak mı? Çıkmıyor mu? Plumb bunların ilk saldırı noktasını tarih olarak belirliyor. Çünkü "güvenli bir geçmişe" sahip olanlar geleceğe daha rahat bakarlar.
Yani tarihi siyasetin emrine verme anomalisi bitmiş değildir. Burada temel motivasyon "kâr" olsa da, gittikçe muhafazakâr dünyanın kabul ettiği bir gerçeğe dönüşmüştür.
Teknolojinin sürati göz önüne alındığında, hepimizin muhafazakâr eğilimlerinin arttığı da sır değildir. Bu yüzden muhafazakâr düşüncenin bir şeyi normal kabul etmesi iki sefer tehlikelidir. Birincisi hepimize çok kolay temas eder. İkincisi, adı üzerinde "muhafaza" ettiği için, yani geçmişin hikâyesini en iyi bilenler muhafazakârlar olduğu için, onların normal kabul ettiği şeylerin "çok uzun zamandır" yaşandığı (yaşanageldiği?) algısı oluşmaktadır. Hâlbuki tarihin siyasetin emrine verilmesi normal değildir.
Bilhassa bu "büyük tehlike" bizleri daha fazla tarih okumaya itmelidir. Çünkü, bilmekten başka, tespit edilmiş bir savunma mekanizması yoktur. (Tarihe sahip çıkalım çağrıları çoğu zaman tarihe sahip olalım çığlıklarına dönüştüğü için, yalnızca bilmek diyorum.)
Bilmek ve ezberlemek, bilmek ve işine geleni öne çıkarmak, bilmek ve biliyormuş gibi yapmak da farklı şeylerdir.
Tarihi Çarpıtanlar ve Ezberciler
Anatole France'ın Penguenler Adası'na yazdığı önsözü Halil İnalcık bir makalesinde alıntılamıştı. Lafın tam burasında bir kere de ben iktibas etmek isterim:
"Efendim" dedim üstada, "Tecrübelerinizden feyz almaya geldim. Tarih yazacağım diye kendimi helak ediyorum, gayretlerim hiç bir işe yaramıyor."
Omuzlarını silkerek cevap verdi:
"Ne lüzumsuz endişe efendiciğim, ne lüzumsuz endişe. Neden tarih yazmaya kalkışıyorsunuz? En meşhur tarihleri istinsah edersiniz, olur biter. Usul öyle değil mi? Yeni bir görüşünüz, orijinal bir düşünceniz mi var? İnsanları ve hadiseleri beklenmedik taraflarıyla mı anlatacaksınız? Sakın ha. Okuyucuyu tedirgin edersiniz. Okuyucu, tedirgin olmaktan haz etmez. Tarihte aradığı, ezelden beri bildiği saçmalıklardır. Onu aydınlatmaya kalkmak, gururunu incitmek ve öfkelendirmektir. Sakın ha! Böyle bir hadnâşinaslığa yeltendiniz mi çığlığı basacaktır: "Mukaddeslerimizi ayaklar altına alıyor." Tarihçiler, birbirlerini kopya ederler. Böylece hem çalışıp yorulmaktan kurtulur, hem de küstahlık ithamından azâd olurlar. Onlar gibi yapın efendim, onlar gibi yapın. Orijinal olmayın. Orijinal bir tarihçi, cümle âlemin güvensizliğine, küçümseyişine ve nefretine maruz kalır."
İlave etti: "Kuzum, sanıyor musunuz ki, tarihlerime yeni düşünceler, yeni görüşler sokuştursaydım bu kadar saygıya layık görülürdüm! Sonra bu yeni fikirler de ne oluyor? Terbiyesizlik..."
Ayağa kalktı. Gösterdiği nezakete teşekkür ederek kapıya doğru yürüdüm."
Anatole France batının soğukkanlılığıyla meseleyi ele almış ve yalnızca kopyalama konusuna değinmiş. Oysa neyin kopyalandığı da önemli değil midir? İşine gelince bin kat namussuz olmayı üzerine yakıştıran doğuda bu tehlikeyi görenler vardı. Mesela Fuzulî şöyle diyordu:
"Kalem olsun eli el kâtib-i bed-tahrîrin
Ki fesâd-ı rakkamı sûrumuzu şûr eyler
Gâh bir harf sükûtuyla "nâdir"i "nâr"
Gâh bir nokta sûkûtuyla "göz"ü "kör" eyler"
Kapanış
Orhan Şaik üstadımız ülke nüfusunun 25 milyon olduğu zamanlarda "30 milyon şairimiz var" diyormuş alaycı bir dille. O zamanki nüfusumuzun bu kadar olmadığı hatırlatıldığında ise "fazlası da anasının karnında" deyip işin içinden çıkmış.
Bugün şiir veya şairlik para etmiyor. Yerini daha "kavgacı" bir mecraya, tarihe bıraktı. Anasının karnındakileri ve göç etmeye hazırlananları da hesaba katarsak yaklaşık 100 milyon kadar "tarihçinin" bulunduğu memleketimizde, zamanında tarih okumuş olsam bile, kendimi tarihçi saymıyorum. 100 milyonluk kitleye bir şey öğretme derdinde değilim, bu seriyi bunun için hazırlamadım. Yalnızca "dışarıdan görünüşü" aktarmak istedim.
Aldığım dönüşler, mütevazı bir kitle üzerinde de olsa, bunu başardığımı gösteriyor. Bilhassa kıymetli eleştirilerini esirgemeyen dostlara teşekkürü borç biliyorum. Bir iki yazı yazar bitiririm dediğim konunun on yazılık bir seriye (biraz düzenleyip toparlasam ufak bir kitap ediyor) ulaşmasında onların da emeği var. Bir de benim merak duygum tabii ki. Merak ölmeyince insan ölmez.
Bu kadar tarih konuşup da bir son söz etmek lazım gelince, bu lafın Latince edilmesi kayda geçmemiş bir yazı kuralıdır. Ben de geleneğe uyuyor ve şöyle diyorum:
Dixi et salvavi animam meam.
(Söyledim ve ruhumu kurtardım.)
Final yazısı olması münasebetiyle, toplu bir bakış atmak isteyenler için, serinin diğer yazılarının linklerini de aşağıya bırakıyorum:
0 Yorumlar